28 Şubat 2012 Salı

Şimdi Yancan, Farkına Varmıycan

Şimdi biz geçen Çarşamba.

Geçen Çarşamba’yı kaç sıfır önde kapattığımızı kestirmek mümkün görünmüyor: Microsoft Powerpoint’in sponsorluğunda başlayan bir sunum, öğrencilik hayatının büyük bir kısmını C Blok’ta geçirenler, pazardan dönerken bir uğrayanlar, sonradan mühendis olduğu anlaşılan adamlar, gecede yedi tane yazı yazanlar, bir saatlik film için o kadar yol yürümek istemeyenler vs.

İşte, gösterimde olup biten her şey bu dizgenin içinde gerçekleşiyordu ve aynı zamanda, olan biten her şey bu dizgenin dışında gerçekleşiyordu.

Onlar zaten aynı dönemin adamı.


Kieslowski sinemasına daha evvelden yaptığımız girişi, pekiştirmek adına yapmadığımız bu hamleden memnun kaldık mı? Bilmiyoruz. Ama değişik şeyler oldu. Mesela Kieslowski’nin Dekalog’ta yarattığı o izole dünyanın bir bölümünün ritmine 57 dakika boyunca girmeyi deneyen insanlar vardı. Oldu mu peki? Girebildik mi? Bunu da bilmiyoruz. Ama gösterim sonunda her şeye rağmen oturduk ve konuştuk.

“Dekalog’un yapısı nasıl işliyor? Nedir yani bu filmin olayı?” sorusunun cevabını kendimce şöyle açıklarken: “Kieslowski bir emri çıkış noktası olarak alıyor ve onun üzerine öyle bir hikaye, öyle bir yapı inşa ediyor ki, tekrar o emir perspektifinden filme baktığımızda, “kesin-bir-yargıya-varılamaz-durumlarla”* buluşuyoruz, bu da canımızdan çok sevdiğimiz biricik Polonyalı yönetmenimizin aslında bizi, bu dogmaların yetersizliği/eksik bakışlılığı fikrine götürmeye çalışmış olduğu düşüncesine itiyor. Bu “yetersizlik” fikri ise, temelinde yüzyıllardır süreğenliğini koruyan mutlak iyi ve mutlak kötü arayışının gelip dayandığı bu übermodern dünyanın acayipliklerini barındırıyor ve sinemada da eskiden beri çizilen mutlak kötü ve mutlak iyi imajları için, “Ey insanoğlu yok öyle bir şey!!11! Dön bi etrafına bak” diyor.”, seyircilerin bir kısmı da benim değindiğim şeyleri “muğlaklık” mefhumu üzerinden anlatmaya çalıştılar, filmin kapalılığından dem vurdular. Ayrıca azimle ve ısrarla sessizliğini korumaya devam eden de bir kesim vardı ki, işte onlara, bu yeni ifade biçimleri arayışları için hayatımız boyunca hep hayranlıkla bakacağız.



Gösterimden sonra ise, sinema üzerine entelektüel bir birikim yapmak isteyen her yurdum gencinin, attığı ilk adımın bu zor isimli Polonyalı dostumuz olması eğilimi salonda bir burukluk yaratırken, sessizce gelecek haftaki Sayat Nova’ya doğru dağıldık. Ve yolda da çok ilginç olaylar yaşadık. Ama bu tabiî ki başka bir yazının konusu.

*(Asıl suçlu/günahkar şimdi kim oluyor ki bu durumda? / Ben anlayamadım valla, adama da yazık, ama aslında kadına da yazık, e bir de genç eleman var o da ayrı bir şey” durumları bunlar.)

22 Şubat 2012 Çarşamba

Ah Woody Vah Woody Sen Yok Musun Sen



Woody Allen takıldığı şehirlerde film yapmayı sürdürüyor. Ama belli ki Paris’i baya sevmiş ve her zaman olduğu gibi gayet kendini anlattığı bir filmle bu sevgisini göstermiş.




Bir kere en başta, ben Owen Wilson’ı hiç de Woodyleşmeye uygun bir tip olarak bulmadım. Olmuyor yani. Elleri ceplerinde yürümeler. Sürekli kafası karışık bir durumda olma hali o nevrotiklik falan durmamış bir türlü adamda. Biz o pantolon, gömlek ve caanım süveterin içinde gözlüklü Woody’i görmek istiyoruz arkadaş. Senden olmuyor işte.


Hoş Woody de haklı. Adam gelmiş 75 yaşına. Diyor ki “Scarlett gibi,Penelope gibi güzel kadınları filmlerimde görünce keşke hâlâ en azından 40’lı yaşlarımda olsam da karşılarında ben oynasam diyorum” Ama heyhat olmuyor işte. Bu Gezelim Görelim filmlerinin Londra ayağında Scarlett ile birlikte çektikleri bir film vardı. Adını şimdi hatırlayamadım. Woody oynamıştı kendini. Eski bir sihirbazdı sanırım. O filmi gördüğümüzde de “cık,olmamış Woody” demiştik. Olmayınca da el mahkum başkalarını Woody olarak izlemeye çalışıyoruz. Midnight In Paris’in Woody’si Owen ise dediğim gibi bir olmamışlık hissi bırakıyor insanda.




Lakin ben Woody’nin bu Avrupa filmlerinin arasında en iyi iki filmden birinin de Midnight In Paris olduğunu düşündüm film bittiğinde. (Öbür film ise Match Point bence) Barcelona ve Londra pek oturmamıştı Woody ağabeyin üzerine. Zaten Barcelona’da filmini çekerken ben de bunu iletmiştim kendisine ama o konuyu Urartu’ya bağlamıştı. Neyse. Paris öyle değil ama. Çok yakışmış Woody’e. Neredeyse New York kadar yani. O da bunun farkında olacak ki övüyor da övüyor Paris’i. Bir taraftan da Avrupa kültürüne ne kadar aşina olduğunu kanıtlıyor. Her gece 1920’lere giden karakterimiz (Woody’miz yani) Hemingway’den Picasso’ya,Fitzgerald’dan Bunuel’e bir sürü adamla arkadaşlık kuruyor. Hatta Bunuel’e daha sonra çekeceği Mahvedici Melek filmi ile ilgili bir tavsiyede bile bulunuyor. (Bu arada Bunuel’i oynayan abi sen ne süper oynuyosun öyle ya. Senin o “İyi de neden dışarı çıkamıyorlar” derken oluşan şaşkınlık ifadene hasta olduk)




Hakikaten de bu zamane sanatçılarını canlandıran yardımcı oyuncular gayet iyiler. Hatta Owen Wilson’dan bile iyi. Baş karakterimizin peşine takılan hafiyenin kendini birden bire 17.y.y.da bulması falan baya komikti mesela. Sanırım Woody yaşadığı şehri ne kadar severse o kadar iyi filmler yapıyor. Bir sokağında Picasso öbür sokağında Fitzgerald, bir diğerinde Sürrealistler’in dolaştığı Paris sokakları belli ki Woody’nin zihnini epey meşgul ederken diğer taraftan ellerini ovuşturup “ne güzelmiş ya ne güzel” demesine ve bu filmi yapmasına vesile olmuş. Film de bu zaten: “Ne güzelmiş ya”. Gerçi sonlara doğru “Eski iyi ama bugün de bir başka insanın eskisi olarak güzel bir nostalji olacak. O yüzden bugünü de yaşamak lazım” türünden bir mesaj verse de filmin “keyifli" haline bir zeval gelmiyor.





Ben de, Woody’e benzer şekilde ah Paris canım Paris diye düşünüp bir iki gün dolaştıktan sonra Bruno Dumont’un Hadjewijch filmine denk geldim. Ve “vok vok vokkaaaaa” şeklinde bir son müziği ile bu “canım Paris” düşüncelerden kurtuldum. Woody’nin her sokağında bir nostalji yakalayıp büyülendiği Paris şimdi ne haldedir diye düşünmeye sevk etti beni Dumont. Ve her zamanki hayal kırıklığıyla Woody’e seslendim: “Bunlar güzel böyle Paris, Hemingway ,Picasso falan da gerçek hayat böyle değil be şekerim”



Hakkı Yenmiş Fransız Yönetmenler

Merhaba ben Cafer Sas. Geçen ay Berlin Film Festivali’nin açılışında Catherine Deneuve’e ödül vermeden önce (yüzümü özellikle Fransız gazetecilere çevirerek) kısa bir konuşma yaptım. Fakat yancı Alman medyası Fransızlarla ortaklaşa bir sansür uygulayarak bu konuşmamı kamuoyuna yansıtmadılar. Ben de kendi çabalarımla sözümü duyurmaya çalışıyorum. Sesimi duyurabildiğim yerlerden biri olan bu blog’u açanlara ve kendi sayfasını bana veren Bababeni Okuldanal’a teşekkürlerimi sunarım.


Söylediklerim şöyleydi :


Bugün burada Catherine’e ödül verirken aklıma ister istemez hakkı yenmiş Fransız yönetmenler geldi. Bu durum ben de dahil olmak üzere birçok insanı rahatsız eden boyutlara ulaşmıştır.


Hep belirli isimlerin etrafında dönerken bazı farkları gözden kaçırıyor hatta tamamen görmezden geliyoruz. Şimdi izninizle bu yönetmenlerden bahsedeceğim. En başta Belçikalı bir yönetmen olmasına rağmen daha çok Fransa’da çektiği filmlerle bilinen ve hakkı yenen Chantal Akerman’dan bahsetmek isterim. O eşsiz mizahı, hayatın durgunluğundan çıkardığı ve hep belirli bir duyguyu imleyen o mizahı nasıl unutabiliriz? Anna’nın Buluşmaları yahut bir Proust uyarlaması olan Le Captive’e ya da Je Tu Il Elle’i nasıl görmezden geliriz? Nasıl unuturuz? Ya Jean Eustache’ye ne demeli. Hiçbir şey yapmasa bile sadece Anne ve Fahişe için fazlasıyla dikkate alınması gerekmiyor muydu? Ama yoo siz Truffaut’nun Carne’nin peşinde koşmaktan fırsat bulamadınız ona bakmaya. O da siz ve sizin gibilere siktiri çekip bu dünyadan ayrıldı zaten.







Gelelim Alan Corneau’ya. Dünyanın Bütün Sabahları’nın o müthiş açılış sahnesini bir izleyen bir daha unutabilir mi? E nasıl unutabildiniz o zaman. Ayıp değil mi. Bir de ortalıkta dolaşıyorsunuz utanmadan. Hep kendinize sevişiyorsunuz. Tüm yönetmenlerle aynı şekilde sevişip aynı gözle bakıyorsunuz. Yalansınız yalan.






Ya Bertrand Blier ne yaptı oğlum size? Fazla mı geldi,bayağı mı geldi adamın mizah tarzı? Zaten nerde farklı bir şey görseniz Bayağı dersiniz Camp dersiniz. Buffet Froid gibi bir çılgınlık hamlesine “ehem ehem” der geçersiniz. Bebek bezleri sizi.





Sizler ki Leos Carax’ı bile sinemadan soğutmuş adamlarsınız. Andre Techine’in Randeve’sunu mu hasır altı etmeyeceksiniz? Ettiniz tabi. Soğan halkaları sizi.


Ve korkarak gözlemliyorum ki sıra Bruno Dumont’a geliyor. Adama yıllar evvel bir en iyi yönetmen ödülü verip yolladılar Cannes’dan. Ardından da tısss. Yemişim Cannes’dan aldığı ödülü. Ama adamın filmlerini gerçekten konuşmak için bu bile bir vesile olmamış görünüyor. Derdiniz ne oğlum sizin. Son yılların en iyi yönetmenlerinden birini çıkarmışsınız niye itekliyosunuz? İlgilenmiyorsanız da delikanlı gibi “biz sevmiyoz abi ilgilenmiyoz Dumont’la” diyin biz de sizi adam yerine koyup susalım. Yeter Ozon’un peşinden koştuğunuz (Ozon’u da severiz o ayrı). Biraz yenilikçi şeylere dört açın gözlerinizi. Mısır gevrekleri sizi.





Ezcümle : Herkes adam olsun garibin hakkını yemesin.



(Bu konuşmamın ardından beni alkışlayan tek Fransız’ın Catherine Deneuve olduğunu belirtmek isterim. Ayrıca salondan da pek alkış almadım. Sadece durumun ne olduğunu pek kavrayamayan Norveçli sinemacıların ayakta alkışladıklarını gözlemledim. Sonradan duydum ki bu Norveçliler işleri güçleri olmadıkları için dünyadaki her muhalif hareketi destekliyorlarmış. Benim de Küresel Isınma ile ilgili konuştuğumu, büyük ülkelerin bu konudaki politikalarını eleştirdiğimi düşünmüşler ve bu tavrı mı muhalif bularak alkışlamışlar)

Abi Jale Var mı? / Yok Ama Sibel'li Var


21. yüzyılda seks, porno filmleri taklit etmekten ibarettir. Yaptığınız ya da yapmayı hayal ettiğiniz şeylerin bir çoğu bir yerlerde gördüğünüz bir görüntüden araklamadır. Ve bu işin içinden çıkabileceğiniz bir yol da yoktur.


1970’lerde Türkiye’de çekilen Erotik-Avantür filmlerle büyüyen ve bizim baba ya da amca dediğimiz bir nesil vardır. Bu nesil bizlerden daha talihsiz bir kuşak olmakla birlikte bir tür “naiflik” ile bütünleşmiştir. Sonuçta donunu çıkarmadan sevişen,kadınlara iyi davranan adamların kol gezdiği filmlerden cinselliği öğrenmişlerdir. Zaten o filmleri çeken ya da bir şekilde parçası olan insanlar “bir nesil sevişmeyi bu filmler sayesinde öğrendi” diyerek kendilerini savunmuşlardı.


Gelişen teknoloji ile birlikte yılda 5 milyona yakın eserin üretiminin yapıldığı bir porno sektörü ortaya çıktı. Amatörü – Profesyoneli yahut Cep telefonu kameralısı Hd Dv’lisi falan her tür kayıt cihazıyla günde onbinlerce film hazırlanıp dolaşıma sokuluyor. Ama baktığınız zaman giriş-gelişme-sonuç bölümleri aynı fakat farklı oyuncularla çekilmiş çok da yenilikçi bir tarafı olmayan bir sektör bu, Ve yine ama “normal sinema” sektöründen çok daha fazla günlük yaşamı etkileyen bir gücü de var bu sektörün.


Kadının metalaşması,aşağılanması gibi şeyleri uluslararası feminist gruplara bırakarak diyebilirim ki ortadaki durum sadece gülünçtür. Debelenen ve belirli vücut hareketleriyle yalpalayan bir takım insanlar var ve bu insanlara bakıp tatmin olabilen başka insanlar var. Gülünç değil mi şimdi bu. Hem de bunları izleyip,onları aynen uygulamaya çalıştıktan sonra arkadaşlarına “kız siktim” diye böbürlenebilen bir erkek modeli de mevcut. Aynen yemek tarifi gibi, tarifi alıp uygulamaya çalışıyorsun olursa ben yaptım (ben siktim) olmazsa,malzeme iyi değildi (kız kötüydü) vs. Evet gülünç. Ama Flaubert’in bir romanında belirttiği gibi “Evet her şey gülünçtü, bir gerçekti bu. Ama insan elinde olmadan bu gülünçlüğün içinde buluverirse kendini….”



Yazının başında da belirttiğim gibi çıkışı olan bir durum değil artık bu. O yüzden kendimizi “bu gülünçlüğün içinde buluveriyoruz” ister istemez. Bir tür kuşatma altında olma durumu. Cinselliğin hep eksik bir arzunun tatmin edilmesi olarak algılanması. Ve arzunun tamamen bir nesne ile kurulabilecek ilişkiye indirgenmesi yolları tıkamıştır. İlişkiye girmek – Sahip olmak. İkilisi kardeş ilan edilerek günlük yaşamın bir parçası haline gelmiştir. Şu tip sözleri sıklıkla duyarız: Seni siktim, Sana sahip oldum, İçine girdim, Becerdim vs. tamamı belirli bir sahipliğe,bir mülkiyete işaret eden laflar. Olay da bu zaten. Herhangi bir arzunun doyurulması yok burada. Bir sahip olma çabası var sadece. Ve öğrenilmiş bilgiler bize der ki :Sahip olmanın yolu budur. Bir daha ve bir daha, asla doyuramayacağın şekilde, hep budur.


Yeme-İçme’den tut makyaj malzemelerine kadar her türlü şeye sinen bir politikadır bu. Sahip ol-Tüket. Yine sahip ol yine tüket. Bu Porno kötü. Tamam bunu al bunu tüket. Sonra başkası, ondan sonra yine bir başkası. Arzuya uygulanan bu ambargonun en iyi işlevselleştiği yer de pornodur elbette. Size iyi bir yemeği tüketmenin ya da güzel bir ayakkabıyı giymenin ne demek olduğunu söyleyenler yatakta da ne yapacağınızı, nasıl “sahip olacağınızı” söylemeye başlamıştır.


İşlerin eskiden biraz daha farklı olduğunu “Inside Deep Throat” adlı belgeselden az da olsa öğrenebiliyoruz. Bilindiği gibi Deep Throat 70’lerde Amerika’yı karıştıran,çeşitli davalara konu olan ve sonunda filmin erkek başrol oyuncusu Harry Reems’in hapse girmesiyle sonuçlanan bir dizi olayla gündeme gelmişti. Legal ve illegal yollarla filmi milyonlarca kişinin izlediği söyleniyordu. İşte bu “Porno Çılgınlığı” nın kırılma noktalarından biri de bu Deep Throat olayıydı bence. Çünkü insanların çoğu ilk kez Deep Throat diye bir şey olduğunu duyuyorlardı ve bunu çılgınca “görmek” ve akabinde kendileri de denemek istiyorlardı.


Bu Görme ve Uygulama aşaması günümüz Porno sektörü ile karşılaştırıldığında elbette çok daha naif kaçıyordu. Çünkü tıpkı bizde çekilen filmler gibi Deep Throat da kendini pek ciddiye almayan ve gülünç olmaktan korkmayan hatta bunu amaçlayan bir filmdi. Ama işler öyle gelişmedi. Bu “bağımsız sinema” örneği önce başrol kadın oyuncusu Linda Lovelace’ı süperstar yaptı (Bu noktada ilk süperstar porno oyuncusunun kim olduğunu da öğrenmiş olduk) Ve bunun üzerine porno işinin içinde çok para olduğunu sezen “güçler” (İktidar demeyeceğim) kollarını sıvamaya başladı.


Filmin alttan alta yapılan reklamı ne filmin yönetmenine ne de Linda Lovelace’a çok bir şey kazandırmamıştı (Linda Lovelace zaten hayatını çeşitli bunalımlarla geçirerek ve ne olacağına-porno starı – feminist- bir türlü karar veremeyerek geçirmiş ve bir “kaza”yla aramızdan ayrılmıştır). Underground olarak görülen porno su yüzüne çıkınca ya da çıkarılınca suyun başında duran güçler arzuyu belirli bir alana doğru sabitlemiştir ya da kamerayı belirli bir yöne çevirerek sabitlemiştir. Büyük bir ağırlıkla erkeklerin “arzu”larına göre şekillenen sektör bazı ülkelerin milli gelir kaynakları sırasında ilk 10’a girmeye başlamıştır.


Inside Deep Throat’u izlerken filmin içinde bulunan isimlerin şaşkınlıklarının hâlâ geçmediklerini gözlemleyebilirsiniz. “Bir kadının kilitorisi boğazındadır ve doktor ona Deep Throat önerir” gibi deli saçması ve gerçekten gülünç bir şeyin böylesine “ciddi” bir sektöre önayak olması birçok kahkahaya gebe bir durumdur. Belgeselde de bu kahkahaları sıklıkla duyuyoruz. “Biz basit bişey yapıyoduk abi” diyen Deep Throat yaratıcıları olan biten karşısında şaşırmak dışında bir şey yapamadıklarını da sıklıkla söylüyorlar.


İşte bütün bunlarla birlikte diyebiliriz ki kişisel olan bir şey yoktur. Yatağımız da her türlü reklama hem de reklamın alâsına açıktır. Bizim gibi “mahrem” ile yaşayan bir toplumun aynı zamanda en çok porno tüketen ülkelerden biri olması da bir gülünçlük örneğidir kuşkusuz. Avrupa’da mücadelenin yataktan başladığını savunan bir sürü politik örgütlenmeye sahip topluluk var. Biz de böyle bir şeyin olması şu an imkânsız belki ama tek farkımızın olan-biten şeylerin daha “gizli” “mahrem” kalması olduğunu anlarsak yataklarımızdan çıkmaya başlamışız demektir. Sonuçta o yatak da “rahatlık” gibi,daha kolay ve rahat “sahiplik” gibi işlevleri yerine getirmektedir. Kendi pornomuzu çekmemiz değil, kendi pornomuzu yaratmamızı engelleyen şeyleri zihnimizden ve yatağın etrafından çekmemiz gerekiyor. Özgür seks orda burada her yerde sevişmek değil arzuya konulan ve onu tek tipleştiren ambargoyu kırmakla vuku bulabilir.

Cafer "Fellini İyi Yönetmen Değildi" Dedi Türkler Ayağa Kalktı

Şok haberle sarsılan Türkiye Cafer’in peşinde.

Cafer’i İzmir Menemen’de çiftçilik ile uğraşırken bulan muhabirler ona çeşitli sorular yönelttiler. Röportajlar sırasında gergin olduğu gözlemlenen Cafer Sas sadece Genç Bakış izlerken rahatlayabildiğini gerginliğinin bu durumla alâkalı olmadığını söyledikten sonra “melemen bir yemektir menemen ise burası” diyerek muhabirleri azarladı. Gerginliğin sona ermesinin ardından röportaja geçildi. Soruların az olmasını isteyen Cafer Röportajın sonunda Akasya Durağı dizisini çekenlere hakaretamiz söylemlerde bulundu. Röportajı o noktada kesmek zorunda kalan muhabirler “bu adam ne böyle ya” diyerek Menemen’den ayrıldılar. Kısa süren röportaj ise aşağıdaki gibidir.


Muhabir : Fellini iyi yönetmen değildi diyerek ülke gündemine bomba gibi düştünüz. Yekta Kopan bile “bu kadar da olmaz” diyerek Gece-Gündüz programını bıraktığını açıkladı. Ülkenin kültür-sanat yaşamına zarar verdiğinizi düşünüyor musunuz?

Cafer : Hangi soruyla başlayayım?

Muhabirler (hep bir ağızdan) Birincisiyle,birincisiyle.


Cafer : Tamam. Fellini iyi yönetmen değildir çünkü rüyalarını ve çocukluğunu anlatan bir adamın yaratıcılığı benim açımdan sınırlı ve faydasızdır. Yani sonuçta bana ne senin rüyandan,çocukluğundan Federico. Git iki kitap oku yeni şeyler öğren,farklı bakış açıları geliştir. Bu adam “kitap okumaya ne gerek var” falan da dediydi zamanında. Ben o zaman da itiraz edip bir mektup yollamıştım kendisine “bırak artistliği” diye.





Muhabirler bir süre sessiz kalır. Sonra aralarından biri : Tamam. İkinci soruya geçelim.


Cafer : Ha, Yekta. Ya şimdi ben de üzüldüm bırakmasına da o adam da her bir şeyi seviyordu abi. Bir şeyi de beğenme ya. Her şey iyi olur mu. Her şeye “mutlaka gidilmeli, görülmeli, izlenmeli, dinlenmeli” denir mi? Ülkenin kültür ve sanatına bir şey olmaz kanımca. Okan Bayülgen ile konuştuk. “Ben onun programını da yaparım ya ne olacak. Haftada 5 gün gevezelik yetmiyordu zaten bana. Hem Muazzez İlmiye Çığ’ı çağırmıyorum 1 haftadır onu direkt oraya aktarırız” dedi. No problem yani. Ülkenin kültür ve sanatı emin ellerde.






Muhabir : Peki abi bu Fellini dediğin ölmüş gitmiş adam ayıp değil mi arkasından konuşuyosun?



Cafer : Şekerim,dedim ya ben ölmeden önce de bildirdim ona düşüncelerimi. Arkasından konuşmuyorum yani. Yıllar evvel Roma’da karşılaştığımızda –ki kendisi Roma filmini çekiyordu o sıra- ya demiştim Fellini sen hâlâ bu işlerle mi uğraşıyosun gülüm demiştim ve arkasını da getirmiştim. Arkasından konuşma diye bir şey yok yani.







Muhabirler soru sormak için yarışırken :


Cafer : Tamam son soruyu alıyorum. Güven Erkin Erkal’a da bir mektup yazmam lazım “abi sen hâlâ bu işlerle mi uğraşıyorsun sakalların ağırdı yahu” diye.


Muhabir : O zaman bize kim olduğunuzdan biraz bahsedin. Eleştirmen falan mısınız?


Cafer : Ben Cafer. İsviçre doğumluyum. Melankoli’yi Degas’nın tablolarından evvel küçük yaşta salça ekmek yiyerek öğrendim. Avrupa’yı çok gezdim. Liberation, Guardian, Herald Tribune ve Yeni Şafak’ta farklı adlarla yazdım. Bazen Fehmi oldum bazen Robert,günler böyle geçti. Sonra buraya geldim ve hiç arazi olmamasına rağmen kendi yarattığım biçimiyle çiftçilik yapmaya başladım. AB grubu kana sahip bir bekarım.


Muhabirler : Teşekkürler Cafer bey. Keşke daha fazla soru sorabilseydik.


Cafer : Keşke ama söyledim ya mektup yazmalıyım. Akşam da Abbas’a yetişmeliyim. O yüzden fazla zamanım yok. Sizlere mutlu geceler diliyorum hoşça kalın.

Hayatta Olan Bazı Şeyler


İnsan Tyrannosaur’u izlerken ister istemez hep aynı şeyi söylüyor : Yahu bu Peter Mullan ne harika bir oyuncudur. Kimi Ken Loach filmlerinden aşina olabileceğiniz Mullan aynı zamanda benim pek sevmediğim Magdelana Rahibeleri adlı filmin de yönetmenidir. Film çekmene ne gerek var Peter sen oyna işte diyor insan.





Film baştan sona bir hüzün içinde akıyor. Şimdi bu hüzün üzerine birçok şey söyledik daha evvel ama kısaca hatırlatalım hüzün öyle bir durumdan ya da olaydan doğan bir sonuç değildir bizce. Tam aksine zaten-orada olan şeyin farkındalığıdır. Film işte bu “orada olan” üzerinden sakin sakin ilerliyor. “öyle olan” bir adamın hayatın içinde daha farklı bir durumda ve yine “öyle olan” bir kadınla karşılaşmasını ve olayların gelişmesini izliyoruz.



Hayatın içinde farklı durumlarda olan iki insanın hikâyesi. Bu kadar basit işte. Ama bir bu kadar da hüzünlü. Joseph’in (Mullan) çılgınca içip pub’dan çıkması ve ardından seslenen arkadaşına kıçını açtıktan sonra “Freedom” diye bağırıp Brave Heart’a pandikli bir selam çakması bu “zaten-orada” olan hüzne güzel bir örnek oluşturuyor.






Sürekli içen ve öfkesini kontrol etmek konusunda zorlanan Joseph’in sonunda yılıp bir butiğe girmesi ve kendini elbiselerin arasına saklamaya çalışması da bir başka hüzünlü durum örneği olarak verilebilir. Kocasından yana dertli olan Hannah’ın çaresizlikten tanrıya sığınması ama ondan beklediği yanıtı alamayınca Joseph’e gitmesi filmin genel akışını oluştursa film bu yukarıda andığım detay-sahneler ile gösterdiğinden daha fazlasına sahip olduğunu sezdiriyor.


Şimdi bu öyle bir film ki bir öğleden sonra oturup,kafanız karışıkken izlerseniz “meeh” diye kalkıp gidebilirsiniz. Sanırım filmi sevmek için de aynı filmdeki karakterler gibi “belirli bir durumda” olmanız gerekiyor. Bu şansa kalmış bir şey elbette. Ama denk bir ruh haline sahipken izlediğinizde Joseph ve Hannah size unutulmayacak bazı anlar bırakabilir.


İmajın İşlevi, Görüntünün Gerçekliği ve Gerçekliğin Yansımasının Sinemada Yarattığı İllüzyon gibi konular bu film için uygun değildir. Zira iki köpek katili Joseph müthiş İskoç aksanıyla size güzel bir “Fucking stupid” çekebilir. Sonuç olarak film size basitçe “İşte bunlar bu hayatta olan şeyler” diyor. Başka da bir iddiası yok. Öyle işte. Sadece öyle.

20 Şubat 2012 Pazartesi

Tutucaz Gerizekalı Sen Her Dakika Sorup Durunca Salak mısın Nesin ya İyi misin Vaktin Oldu mu Sen Zaten Anca Fotoğraf da Fotoğraf Sanki Annem Gittiği Mal Ya




Köşk sıcak. Seyircilerimiz Avrupayı çok gezmiş insanlar. Tarih 15 Şubat Çarşamba. Film : Annemi Öldürdüm. Filmi koyma amacımız yok. İlk hafta güme gidebilir. Böyle bir durumda da Kieslowski yahut Parajanov güme gitmesin Xavier Dolan güme gitsin dedik. Güme gitmedi ama. Vardı yeterli seyirci.






İnsan sevgilisi olunca üçüncü tür bir kişi oluyor. Mesela filme mi gidilecek “acaba sıkılır mı” endişesi falan oluyor. Bizim gösterimler bu açıdan ilişki bozucu nitelikte. Sen şimdi sevgilinle gelip Parajanov mu izleyeceksin birader. Kız sıkılsa da sıkılmamış gibi yapar en fazla. Eleman ise zaten sanatsal kişiliği ön plana çıksın da sevgilisi görsün istemiştir vs. Sonuç : Sanatsal film yoktur az sevişme vardır.



Sanatsal film şöyle yoktur : Bir filmi çeken yönetmen yaptığı şeyin sanat olduğunun bilincindeyse zaten sanatsal film çekiyorum demez. Bir başka yönetmen de yaptığı şeyin sanat olduğunu bilmiyorsa zaten direk seyirci için dolayısıyla o seyirciden gelecek para için film yapar ve o da sanatsal sinema yaptığını iddia etmez. Böylece anlıyoruz ki kategori seviciler sırf bir işe yaramayan tartışmalar yaratmak için böyle bir ayrıma gitmişlerdir. Ve gayet basit bir meseleyi çetrefilli hale getirerek entelektüel kimliklerine katkıda bulunmuşlardır.




Bununla beraber biz niye hep sanatsal olarak bilinen filmleri seçiyoruz? Bunun da cevabı çok basit : Çünkü bu filmleri seviyoruz. Sanatsal oldukları için değil,önemli ve üzerinde konuşulmaya değer filmler oldukları için seviyoruz.



İşte Annemi Öldürdüm bu uzun girişte açıkladığım gibi sanatsal olan ya da sanatsal olmayan diye ayrıştırılan filmlerden biri değildir. Yönetmen arada kalarak hem sanat yapayım hep seksi vücudumu göstereyim hem de para kazanayım diye düşünerek tutarsız bir filme imza atmıştır. Bu “arada kalan yönetmen” diyebileceğimiz Xavier yaşının da verdiği cesaretle meselesi varmış gibi görünen ama meselesi olmayan bir film çekerek genç kızların (ve tabi genç erkeklerin) gönlünü fethetmiştir. Bu arada kalan yönetmenlerden biri de Trier bence. Ama Trier genç kızların sevgilisi kimliğine sahip değildir.





Her ne ise,gösterim fena değildi. Gösterim sonunda kendi arasında konuşanları tahtaya yazdık. Aklımızda ise “acaba amca ne soracaktı?” türünden uzun yıllar üzerine konuşulacak bir soru kaldı.

Gel Cafer Edebiyat Yapıyoruz

20. Yüzyılın sonları 21. yüzyılın başlarında bizim mahallede herkesin birer televizyon kahramanı vardı. 8-11 yaş arası kitlenin kahramanı Sıcak Saatler’in Sedat’ı olurken 11-14 yaş aralığının kahramanı ise Deli Yürek’in Yusuf Miroğlu’su olurdu. Çizgi filmler konusunda ise kız ve erkek çocuk kitlesi arasında net bir ayrım görülürdü. Kızlar Şeker Kız Candy (aslında oğlanların da bir çoğu izlerdi,hatta bir defasında Hasan adlı bir çocuğun, bir ağacın dalına oturup mızıka çalarak Terry Grandchester’a özendiğine tanık olmuştum) izlerken,oğlan çocukları ekseriyetle Tusubasa (Kanal D ısrarla Küçük Golcü diye sunsa da halkımız Tusubasa ısrarını sürdürmüştür) izlerlerdi. (Elbette Power Rangers ve daha sonraları efsaneleşen Pokemon gerçeğini es geçmiyorum. Örnekleri çoğaltmak gereksiz diye tek örnekler üzerinden ilerliyorum)




Bu çizgi film karakterlerinin kahramanlaştırılması ise biraz daha kombinasyonlu olurdu. Herkes Tusubasa’yı severdi elbet. Ama unutulmaması gereken İşizaki,Wakabayaşi ya da Misaki gibi faktörler de vardı. (Ben yılmaz ve cevval savunmacı İşizaki’yi tutmuşumdur hep) Candy’de ise tartışmaya pek yer yoktu. Sadece kızlar sarışın Anthony ile Kumral ve uzun saçlı Terry arasında gidip gelirlerdi o kadar ( Benim favorim elbette Terry idi. Anthony gibi süt çocuklarını oldum olası itici bulmuşumdur. Terry gibi “duygusal serseri” bir reyiz varken Anthony’e şey yemek düşer afedersiniz. Ama bu Anthony’nin bir kardeşi vardı Arçi mi ne,bak onu da severdim)




Neyse,günler günleri kovaladı,kahramanlar değişti,diziler çoğaldı,Tusubasa yayından kalktı. Sonra Memoli gibi işte efendim Ali Haydar gibi tipler yeni sevilen karakterler oldular. Ben bunlara tanık olurken genelde bir kahraman bulmayı tercih etmedim. Sadece uzaktan bakıp saygı duyduğum bir iki karakter oldu o kadar. Biz o dönemlerde her talihsiz genç gibi Rus Edebiyatı ile haşır neşir olduğumuz için daha “ağır” karakterlerin gazabına uğramış,bir kitapla hüzne öbür kitapla derin bir melankoliye bir öbürküsüyle de fecaate uğramıştık. (Şimdi bunları buradan böylece derken elbette o tv kültürüne hiç bulaşmadığımı,yukardan baktığımı falan söylemiyorum. Biz de izliyorduk hepsini. Ama ne bileyim, ben mesela Turgay Atacan’ı severdim ya da Sedat’ı değil de Cehennem Cevdet’i desteklerdim. Ama bunlar dediğim gibi uzaktan duyulan,derine işlemeyen sevgilerdi)




İşte o Rus Edebiyatının Mişkin,Alyoşa,Ivan Ivanoviç,Kovalev,Sonia gibi karakterlerinin arasında “bu dünya ne böyle” saikiyle sürüklenirken, karşımıza Volodya çıktı. Volodya Çehov’un bir acayip öyküsüdür. Klasik Rus Edebi kişisinin bütün özelliklerini karakterinde barındırır : Kitap okur. Yalnızdır. “Avam” diyebileceğimiz toplumsal tabakaya aittir.Üst sınıftan tiksinir ama bir şekilde onlardan biri olmak ister. Bir kadına karşı ümitsiz hisler besler. Karşılık bulamayınca kendinden nefret eder. Ailesinden utanır. Çekingen ve duygusaldır. Olaydan çok bir “karakter-olay” edebiyatı diyebileceğimiz Rus Edebiyatının bu değerli üyesi öykünün sonlarına doğru “bu kadar güçlü bir his olduğunu bilmezdim” diyerek duyduğu utancı bir özyıkıma dönüştürür ve intihar eder. Üstelik Çehov okura son bir oyun oynayarak Volodya’ya tetiği bir kere çektirir patlamaz,ikinci kez çektirir yine patlamaz ama üçüncü çekişte silah patlar (“Bir öyküde duvarda bir tüfeğin asılı olduğunu mu söylediniz,o tüfek ya öykünün sonunda ya da daha önce kesinlikle patlamalıdır” vecizesi de kendisine aittir bu arada) ve Volodya aramızdan ayrılır.





Aslında yavaş yavaş kendi sonunu hazırlayan karakterler klasik edebiyatın olmazsa olmazlarından biridir. Anna Karenina’dan tut,Madame Bovary’e doğru bir çizgi çek üzerine de koy bir Vadideki Zambak,işte efendim Genç Werther’in Acıları yahut Yeraltından Notlar izle olup biteni. Hepsinden acı bir ders çıkarabilirsin. (Sakın ha,alay ettiğimiz sanılmasın hakkaten “acı ders” çıkar bu kitaplardan) bu kitapların çoğu 19.yüzyılda yazıldığı için insan merak ediyor o zamanları. Bu karakterlerin yaşadığı yüzyıl hakkında bir sürü şey söylenir elbette. İşte ne bileyim, Rus Edebiyatı sakinlerinin batıya duyduğu hayranlık ama bir taraftan yerli kültürlerine duydukları saygı,bu ikisi arasında bocalarken yaşadıkları bunalım vs Rus edebiyatının kaynağı gibi gösterilir. (Bizim edebiyatın bu türden kişisi Tanpınar’dır kuşkusuz). Bunların hepsi laftır tabi. Sen şimdi Bir Dostoyevski’yi nasıl böyle açıklayacaksın. Adamı “batı bunalımı” ile yaftalayacaksın. Durumun elbette çok daha psişik bir tarafı var ama ben işin bu tarafını doksanlı yılların ikinci yarısından itibaren Zeki Demirkubuz’a bıraktım ve üzerine fazla eğilmedim.



Volodya diyorduk. Ben bu Volodya öyküsünün tüm “klasik” ögelerine rağmen bir daha ulaşılamayacak bir “şey”in son örneği olduğuna inanıyorum. Öykü sanırım 1890’da yazılmış. Bu öyküden yaklaşık 5 yıl sonra Lumiere kardeşler sinemayı icat edecek,30 yıl kadar sonra Lenin,ben ve birkaç arkadaş Rusya’da devrim yapacak ve aynı zamanlarda bir dünya savaşı sona ermiş olacaktı. Kısacası bilinen dünya 180 derece değişecekti. Bu değişim yanında birçok şeyi alıp götürürken arkasında bazı boşluklar da bırakacaktı elbette. Bir edebiyat karakteri olarak Volodya da bu “geride kalan”lardan biri oldu bence. Çünkü Volodya bir karakter yaratmanın klasik anlamda son örneklerinden biridir. Ne dersek diyelim sinema icat olup yayılınca karakter oluşturmanın şekli de tamamen değişti. Edebiyatçılar en başta sinemaya burun kıvırsalar da (ve tabii ki sinema edebiyattan birçok kez çalsa da) zaman içinde ister istemez büyüsüne kapılmışlardır.


Karakterin nasıl görüneceğine dair bir fikir oluşturulduğunda bunun kafadaki imajlaştırılması da bir şekilde “filmleştirme” şeklinde olacaktır. O imajın nasıl göründüğüne dair bu köklü “görsel düşünce” değişimi edebiyatın elinden birçok şeyi alıp götürmüştür. Günümüzde artık filmleştirilsin diye kitap yazıldığını bile görüyoruz. Kurgunun,hikayenin sinemasallaştırılması için her şeyin yapıldığını da görüyoruz. O yüzden Volodya gibi bir karakter artık imkansızdır. Hem edebiyatta hem de sinemada. Onu alıp filmleştirseniz bile o “duyguyu” yakalayamazsınız çünkü o karakter oluşturulduğunda henüz “sinemalaştırma” yoktu. Köklü bir uyumsuzluk var. (Bu görüşümü sinema öncesi yazılan ve sonradan sinemaya uyarlanan bütün kitaplar için de savunabilirim ) Çehov’un düşünme şekli artık yürürlükte olmadığı için, sinemasallaştırmadan imajlaştırma da neredeyse mümkün olmadığı için Volodya eskiden mümkün olan bir “şey”in son temsillerinden biri olmuştur.

Ya da nasıl derler :

Bunlar sadece benim düşüncem. Mutlu Geceler