28 Mart 2012 Çarşamba

O Çocukları Hiç Acımadan Bergman Oluyorsun Anlasana, Diyorsun Yani

Bazı filmler bazı havalarda izlenmez. Geçen Çarşamba’yı ele alalım mesela:

· Hava: Çiçeklerin açıp böceklerin öttüğü, ne çok sıcak ne çok serin, tam kararında bir bahar-geliyorum akşamüstüsü.

· Film: Yönetmeninin adını yazdıktan sonra, filmin adını yazmama gerek kalmayacağı türden bir film işte. Anladınız siz onu.

(Biz yine de yazalım: Ingmar Bergman’dan Utanç (Skammen))

Öyle bir günde, bir Bergman filmi izlemek için Köşk’e gelen tamı tamına 36 kişi saydık.


Bababeni O. : “Bu havaya bu film gitmemiş abi.”

Sunumun ardından, diğer haftakilerden farklı bir şey yapmayarak, hemen filme geçtik.

Film sırasında, bir İsveçli şevkiyle filmin kalanını ayakta izlemeye karar veren insanlar gözlemledik, gözlerimize inanamadık. Bu eylemin arkasındaki motivasyonu çok ama çok merak ettik.


Filmden sonra yine oturduk yine konuştuk: Bergman’ın ilk kez politik söylem temelleri attığı filmi olan Utanç, bazılarımıza sadece tek bir sahnesi için çekilmiş gibi gelirken, bazılarımız ise ısrarla filmden Freudyen çıkarımlarda bulunmaya devam etti. Hatta öyle ki, ayrı yataklarda yatan çiftlerin Avrupalılığı bile sorgulandı.

Ve fark ettik ki, o kadar yıldır gösterim yapıyorduk, bir kere bile Bergman dememiştik. Böylece onu da demiş olduk.

Öyle şeyler işte. Sonra herkes birer birer.

Bizse, salonun ışıklarını söndürürken, daha biraz önce aldığımız, Freud kardeşimizi daha iyi okumamız yönündeki salıkları bir türlü aklımızdan çıkaramıyorduk. Aynı zamanda Kolombiya’dan gelecek olan oldukça tuhaf bir telgrafı bekliyorduk.

27 Mart 2012 Salı

Hepimiz Slovak Bir Dünyadan Koştuğumuz Ölçüde Yürüyorum

Son günlerde ülkemizde esen Slovak rüzgarları, bir hayalimizin daha depreşmesine sebebiyet verdi: Ünlü Slovak yönetmen Martin Šulík’le tanışmak ve mümkünse bir röportaj yapmak. Bunun için tekrardan bir uğraşalım, kendisine ulaşalım dedik. Çabalarımız tam sonuç vermese de “bir yaklaşık” bir sonuca ulaştık ve ünlü yönetmenin uzun yıllardır asistanlığını yapıyor olan Rastislav Barčák’la konuştuk, Šulík’in şu sıralar inzivaya çekildiğini ve kimseyle görüşmediğini öğrendik. Ama Barčák bizi kırmayıp davetimize olumlu yanıt verdi ve Türkiye’ye, İzmir’e geldi. Geçen Salı akşamı da Küçükpark’ta bir kafede bana, birazdan okuyacak olduğunuz röportajı verdi. (Bababeni O. ise çok sevdiği dizisinin yeni bölümünün, ani bir kararla Çarşamba akşamı yerine Salı akşamına alınması sebebiyle buluşmaya iştirak edemedi.)
Not: Röportajın havadan sudan konuştuğumuz bölümleri yer sıkıntısından dolayı metinden çıkarılmıştır. Ayrıca Bababeni O.’nun yokluğu bizi bir fotoğraf makinesinden de mahrum bırakmış olduğu için o geceye ait hiçbir fotoğraf kaydı da, ne yazık ki, bulunmamaktadır.

***************
Uğur E. : Öncelikle hoş geldiniz, davetimizi kırmayıp buraya kadar geldiğiniz için teşekkür ediyorum.
R. Barčák : Ben teşekkür ederim.
(Buradan sonra benim aşağıdaki soruma kadar, yolculuğunun pek iyi geçmediğinden bahsettiği, İzmir’i çok beğendiğini, Türklerin çok misafirperver olduğunu söylediği, “Merhaba” falan demeye çalıştığı, oldukça klişe ve bir o kadar da tatsız bir konuşma yaşadık. O yüzden oraları atlıyorum.)
Uğur E. : Uzunca bir süredir kafaları meşgul eden bir soru var bu coğrafyada, biz bu mefhuma çok yabancı olduğumuz için işin içinden bir türlü çıkamıyoruz. Fakat siz, şimdi uzun yıllar Martin Šulík’in asistanlığını yapıyor olduğunuzdan dolayı daha iyi bilirsiniz, o yüzden bu soruyu asıl size sormak istiyorum: bir Slovak filmi nasıl izlenir?
R. Barčák : “Şimdi bu soruya cevap verebilmek için önce, o sinemanın geliştiği toprakların tarihini falan çok iyi bilmek gerekir” gibi beylik laflar etmek istemiyorum. Ben de tam olarak bilmiyorum zaten o toprakların tarihini. Ama bu camiada var öyle şeyler, böyle böyle laflar edenler. Çok duyuyoruz. Neyse girmek istemiyorum şimdi o konulara, çok ağır konuşabilirim.
Sorunuza gelirsek, izleniyor yani bir şekilde. O karşılaşmayı sağlayabilmek önemli oluyor. Filmle karşılaşmak. Biz mesela Záhrada (Bahçe) adında bir film yaptık Šulík’le, çok tutuldu o. Neden tutuldu? Şöyle aslında, Šulík genelde masalsı öğeler taşıyan, masalsı filmler çekmeyi seviyor. Sinemasının arkeolojisine baktığımızda, Hıristiyanlık mitlerinden tutun da, Orta Avrupa masallarına kadar bir yığın değişik şey bulmak mümkün. Filmlerinde kurduğu bu alacalı bulacalı, garip öykülü evren de onun seyirciyle organik bir bağ kurmasını kolaylaştırıyor. Seviliyor yani adam.
O aslında sadece filmlerini değil, kendi yaşam alanını da gerçekten çok farklı şeylerden kuruyor. Evini bir görseniz zaten, o filmlerin nasıl bir kafadan çıktığını daha iyi anlarsınız. Fakat “o içindeki çocuğu asla kaybetmedi” klişesinden bahsetmiyorum burada, asla, yanlış anlaşılmasın lütfen. Onun bakış açısını imlemeye çalışıyorum.
Uğur E. : Ben de tam Záhrada’dan bah…
R. Barčák : Sen sormadan ben hemen anlatayım: Bir gün Šulík’in ofisinde oturuyoruz, nasıl bir film yapsak diye düşünüyoruz. Bir önceki filminin Slovak camiasında sevilmesinden ötürü de pek bi mutluyuz tabi. Aslında sadece ben ve ailesi mutluyduk sanırım, Šulík pek takmaz böyle şeyleri. Neyse, bir ara kapı tıklatıldı, gittim açtım kapıyı, gelen Šulík’in 5 yaşındaki küçük yeğeni Katharina’ymış. Araları da pek iyidir, maşallah. Šulík ona sürekli hikayeler masallar anlatır, kendi hayal gücünün mahsulü olan masallar. Beraber oyunlar oynarlar, parklara, bahçelere giderler. Šulík, Katharina’yı görünce her zamanki alışkanlığından olsa gerek, ona bir hikaye anlatmaya başladı: Dedesinden miras olarak kendisine bir bahçe kalan adamın hikayesi. İşte o filmin senaryosunun temelleri, çikolata parçacıklı kurabiye yiyerek süt içtikleri, o bol güneşli günde atıldı. Ardından bir takım teknik meseleleri falan bir hafta gibi çok kısa bir sürede halledip hemen çekimlere başladık.
Uğur E. : Anlıyorum, ama ben aslında onu sormayacaktım. Şuraya bağlamak istiyordum: Bildiğimiz gibi, genel olarak bir masalın izleği, ana karakterin yolculuğu çerçevesinde sürer. Bu yolculuk sırasında ana karakter çeşitli kişilerle karşılaşır ve onların her birinden yolculuğunda işine yarayacak bir şeyler öğrenir, finale gelindiğinde ise o zamana kadar öğrendiklerini uygular ve başarılı olur, mutlu sona ulaşır. Andersen masallarından tutun da, Ezop’a, La Fontaine’e, hatta bizim Türk masallarına kadar, birkaç istisna dışında bu durum böyledir. Šulík’in, sizin de adını “masalsı” koyduğunuz, filmleri de bu izleği taşıyor. Hatta Orbis Pictus’taki yetimhaneden ayrılıp annesine dönmek üzere yola koyulan kız hikayesi bunun bir türevi, bu izlek üzerine inşa edilmiş, kendini onun üstünden var eden bir film. Fakat Záhrada ise dah…
R. Barčák : Evet, Záhrada’da onun ters yüz edilmiş bir versiyonunu yaptık biz: Adam dedesinden kendisine miras kalan bahçeye yerleşir ve hemen hemen her gün, bahçede birileriyle karşılaşır: Yolunu kaybeden adamlar, koyunlarını otlatmaya gelen çobanlar, arabası bozulanlar…
Uğur E. : Evet, hatta o karşılaştığı kişilerden bazıları Jean-Jacques Rousseau, Wittgenstein gibi adlar taşıyan insanlar. Ben biraz da Záhrada’nın bu yönünü sorunlu buluyorum. Karşılaşmalar önemlidir tamam ama, filme, felsefe tarihinden bir ismi “olduğu gibi” dahil etmek, bana pek samimi gelmiyor açıkçası. Yani, Šulík’in dümdüz bir felsefi söylem derdine düşmüş olmasına pek anlam veremiyorum. Šulík, Wittgenstein alıntısı yapmasa da güzel bir film yapmış olacakken ya da biz Rousseau’dan erdemli olma dersi almasak da bir şekilde “tarihi tersinden okuyarak” çıkarımlar yapabilecekken, neden böyle dümdüz söz söylemeyi seçmiş ki diyorum. Neden? Filmin aslında bunlara hiç ihtiyacı yokken, neden?
R. Barčák : Şimdi Uğur, hepimiz biliriz ki, neticede çeşitli zümrelere bir filmi sevdirmek için o filme eklenmesi gereken belli başlı sahneler vardır. O sahnelerle salona seyirci çekersin. O sahnelerle sevilirsin. Šulík’in yaptığı da, biraz bildiğini gösterme, “bakın ben felsefe de biliyorum, hatta bilmekle kalmıyorum, filmime bile sokuyorum” deme, biraz da “üç beş seyirci fazla gelsin, Rousseau bilen emekli amcalar da bizi sevsin, cebimiz para görsün” düşüncesiydi. O dönemlerde maddi açıdan çok zor günler geçiriyordu, çektiği filmler zarar etmişti, hacizlerle falan boğuşuyordu. İnanır mısın, mahalle esnafına olan borcu yüzünden sokağa çıkamadığı günler olmuştu. Neyse. Hepimiz için kötü günlerdi, çok şükür atlattık o günleri de. Bu yüzden, seyirciyi tavlama yöntemlerini kullandığı için suçlamak istemiyorum Šulík’i. Öyle olması gerekiyordu ve öyle oldu.
Ayrıca kameranın başına geçince vakti zamanında okuduğun felsefecilerin sana pek bir yardımı olmuyor açıkçası. Fransız filozoflar gelip, “öyle çekmeyeceksin usta, önce şu sahneyi çek, sonra da şaryoyu şuraya kaydırarak bi daha baştan al o sahneyi” gibi şeyler demiyorlar. Sen filmine Wittgenstein’ı dahil etmek istiyorsan, onu başka türlü yapman gerekiyor. Çünkü bu olayın bir pratiği yok. Sonuçta yapmak istiyorsan, bir yol bulman gerekiyor. Šulík’in bulduğu yol da buydu, fakat o kolaya kaçtı biraz, kabul ediyorum. Elbette başka yollar da mümkün. Ama bundan daha işlevsel olanı bulunabilir miydi, orasını bilmiyorum.
Uğur E. : Son söylediklerinize katılmıyorum. Çünk…
R. Barčák : (Bir anda sinirlenir.) Katıl veya katılma, olay bu değil zaten. Olay işlevsellik mevzusu. Bunu inkar edemezsin. Hepsini geçtim, Záhrada’da felsefi söylem dışında mistik ve dinsel öğeler de var mesela. Hatta filmi başlı başına bir din alegorisi olarak görmek bile mümkün. (Biraz sakinleşir.) Šulík de filminin içinde bu alegorinin ipuçlarını vermeyi ihmal etmiyor: Başkarakterin adının Jacob olması, filmin 14 bölümden oluşması, her bölümden önce bir dış sesin o bölümde olacak olanları özetleyerek Tanrı imajına yakınsaması, elmanın yasak meyveliği vs. Mesela bu da dinsel bir mitin filme sokulmasının işlevsel bir hali. Demek istediğim biraz da buydu. (Daha da sakinleşir.)
Hatta, filmin açılış sahnesinde, bir elma ağacının dallarından birinin kırılıp yere düşmesi ve Jacob’ın bahçeye ilk girişinde adım attığı her yerin, dokunduğu her şeyin kırılıp dökülüp yıkılması, yani Šulík’in “çürük bir dünya” resmetmesi, fakat film ilerledikçe bu “çürüklüğün” Jacob tarafından onarılması, Jacob’ın dedesine ait bir defter bulması ve bu defter sayesinde “dünya (bahçe)”sını yeniden inşa etmesi, bir nevi onu yeniden kurması gibi artık üzerine söyleyecek söz bulamadığım müthiş olaylar/imajlar var filmde. Umarım anlatabilmişimdir derdimi.
Uğur E. : Evet, Záhrada bazı sorunları olsa da gayet iyi bir film, bunun farkındayım, fakat ben hala söylediklerinize katılmıyorum. Şu işlevsellikle alakalı olanlara. Neyse bunu bir kenara bırakalım ve biraz da Šulík’in Orbis Pictus’undan bahsedelim dilerseniz.
(Barčák‘ın telefonu çalar.)
R. Barčák : Kusura bakma, ama bunu cevaplamam gerekiyor.
Uğur E. : Tabii tabii, buyurun.
(Yaklaşık 4 dakika kadar anlamadığım bir dilde konuşmasını sürdürür. Kah sinirlenir, sesini yükseltir, kah kahkahalar atar. Konuşmasını bitirince bana dönerek)
R. Barčák : Korkarım röportajı burada sona erdirmemiz gerekecek, acil gitmem gerek. Röportaj için teşekkürler. Oldukça keyifliydi.
Uğur E. : Anlıyorum. Keşke devam edebilseydik. Neyse artık, ben buraya kadar gelip benimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür etmek istiyorum size.
Fakat Türkiye’de bir röportaj geleneği vardır. Ne zaman bir yabancıyla röportaj yapılsa son soru olarak hep, o kişinin Türkiyeli okuyucularına/dinleyicilerine/hayranlarına söylemek istediği herhangi bir şey olup olmadığı sorulur. Ben de bu ilk röportajımda, bu geleneği bozmak istemiyorum ve size şunu sormak istiyorum: “Son olarak, blogumuzun okuyucularına ya da Türkiye’deki Šulík hayranlarına söylemek istediğiniz bir şey var mı?”
R. Barčák : Yok.
Uğur E. : Peki öyleyse. İyi akşamlar.

21 Mart 2012 Çarşamba

Sekiz Yıl Sonra Bitmeyen Cennet (14 Mart İçin)




2004 yılında bu ülkenin güneyine çok yağmur yağmıştı. İşte bu tarihte güney kentlerinden birinde okuldan çıkmış yürürken çarşının içinde kaçak bir Vcd’ci bulmuştum. Hal kasaları vardır ya. Hani manavlara sebze – meyve filan bunlara konup getirilir. Kaçak Vcd’ci zevatlar da bu hal kasalarını nereden buldularsa almış sonra da ters çevirerek dükkanın önüne koymuşlardı. Kasalardan birinin üstünde filmler öbürünün üstünde ise müzik cd’leri sergileniyordu.



Yağmur damlaları kaçak cd'lerin naylon poşetlerinin üstüne düşerken ,dükkanın iç tarafından hareketli Arap ezgileri duyuluyordu. Bir süre şemsiyeyle durup kasanın üstündeki film ve müzik cd’lerine baktım. Tam önyargılarıma yenik düşüp dükkanın önünden ayrılıyordum ki soldaki kasanın en köşesinde kasadan düştü düşecek vaziyette bir filme gözüm takıldı. Şemsiyemi indirerek eğildim ve bir süre filmi naylon poşetinin üstünden şaşkınlıkla inceledim.







Tom Tykwer’i Koş Lola ile tanımıştım. Yeni filmi Cennet’i de Sinema dergisinde görmüş ve ulaşmak için beklemeye başlamıştım. Sürecin bu kadar hızlı ilerleyeceğini tahmin etmediğim için de filmi satın alıp eve doğru yürürken de şaşkınlığım tam olarak geçmemişti.


Eve gelip bir süre yemek yedikten sonra filmi Vcd’ye taktım ve izlemeye başladım. Okulda başlayan öğle eve varıp filmi taktığımda müthiş bir öğleden sonra’ya dönüşmüştü. Filmi daha baştan sevmemin nedeni de o öğleden sonra olsa gerek. Öyle bir öğleden sonra’da insan kötü bir film bulup izleyemez. Hava kapandıkça film de yavaş yavaş ortama uyum sağlayıp öğrenilmiş gerçekliğin dışına çıkıyordu.







Genelde sevdiğimiz bir şeyi hatırlarken, o şeyi gördüğümüz,tanıdığımız ortamdan bağımsız olarak hatırlayamayız. Bir eşyanın yeri bile dünyaya ara verilen böyle zamanlarda başka bir düzlemde manzaranın parçası olur. Yan kanepenin üzerinde hiç çalamadığınız gitar ya da televizyonun arkasından uçsuz bucaksız zeytin ağaçlarına bakan pencereler sevdiğiniz şeyin manzarasını tamamlayıcı ögeler olabilirler. En fazla birkaç saat süren bu tip durumlar pencerelerin bütün bir yaşama açıldığı çokluk alanlarının da fragmanına dönüşür.




Cennet,yavaş yavaş gerçeklikle bağlarını koparmış,. Filippo ve Philippa gökyüzüne doğru yükselen (ama durmaksızın yükselen) ve sonunda kaybolan helikopterin içinde pencerelerden birine ulaşırken insan filmlerin (ama “güçlü” filmlerin) hayata doğrudan etki eden yaşamsal bir yapısı olduğuna inanabilir. Ya da en azından ben öyle inanmıştım.




Filmi daha sonra çok kez izlesem de o ilk izleyişin manzarası hiç değişmedi. Köşk’te filmi izleyenlerin böyle bir manzaraya sahip olmadan filmi izlemeleri tabii ki benim yaşadığıma benzer bir deneyimi tecrübe etmelerini engelledi. Filmin son sahnesinde salona girdiğimde kimsenin suratında bir şaşkınlık ifadesi göremedim. Sinemanın etkileme gücü salondan çıkınca evlerine gidecek insanlara artık çok bir şey ifade etmiyor. Ben 2004’te filmi izledikten sonra dışarı çıkıp 3 – 4 saat yürüdüğümü hatırlıyorum. Dışarı çıkaran (şehrin içine,insanların arasına değil zeytin ağaçlarına doğru yürüten) sinema belirli bir yaştan sonra pek mümkün değil. Bunu da geçen haftaki gösterimde anladım.






8 yıl sonra Cennet, dramatik yapısı açısından,hikâye ve olay örgüsünün gelişimi açısından beni tatmin etmemişti. Bunun dışında kalan ve 8 yılda değişmeyen o duygu ise filmin sonunda salona girdiğimde yine bir şaşkınlık ifadesi olarak yüzümde kendini gösterdi.

19 Mart 2012 Pazartesi

Kuvvet Sineması ve Bresson İçin Kısa Bir Not

Bir kuvvet ile ilerliyen Sinema.


O kuvvet sunulan verileri reddederek çeşitli kazalarla ve dışarısı olmayan içlerle katıksız verilerin alanına ulaşır.

Burada ilk olarak temsil öncesi bir konumu kendine yurt edinir. Her şeyin, kırık çizgilerin ve kazaların rastlantısına bırakıldığı bu alanda özne ve nesne karşıtlığı da ortadan kalkar.

Bu yurtluğun Sinema’daki kurucu aktörü Yönetmendir.


Öncelikle belirli bir imgeye tekabül eden,bir şeyler “adına” konuşan Sinemayı, kazalar yoluyla geçersiz hale getirir. Devamlılığın sağlanması tekilliklerin serbest düşüşü ile sağlanır. Bu düşüşte birey aralık olarak bir başka bireyden çok sürüklenen bir toprak parçasına daha yakındır. Süreç sınır olarak Yeni’nin sürekliliğidir.


Kuvvetin güç aldığı ilişki biçimi bağlantısızdır. Bağ kurduğu başka kavramlar olsa da bu enformasyon üzerinden şekillenen ilişkiye benzemez. Başka tür bir ilişki kurmanın yolu ise kesintiden kurtulmaktır. Özellikle arzudaki kesinti en büyük felakettir. Kuvvet’in oluşturduğu alan bu kesintiden kurtuluş alanıdır. Kurulan ilk ilişki ise Kuvvet – Ritim ilişkisidir.


Kuvvet –Ritim ilişkisinin kuruluşu ise Hareketli-Kavram’lar yoluyla başlatılır.


Hareketli-Kavram’ların özelliği doğru ya da yanlış bir İmajı değil sadece imajları yansıtmasıdır. Doğru İmaj her zaman egemen anlamlara ya da buyruk cümlelerine uygun olan  İmaj’dır. Her zaman bir şeyleri doğrulayan İmaj gerçek bile olsa yenilikçi gücünü kaybetmiştir. Kuvvet-Ritim, İmaj’ın, Hareketli – Kavram’lar aracılığıyla kaçırılması, özgürleşmesidir.
………………………………………………………………………………………………..


Robert Bresson’un Mouchette (1967) filmini ele alalım. Film Mouchette’in annesinin şu sözleriyle başlar “Bensiz ne yapacaklar? Göğsüm öyle ağrıyor ki sanki içinde koca bir kaya var.” Sonra bir dizi olay gösterilir seyirciye. Mouchette’in okuldaki durumları,çevresiyle olan durumları sırayla gösterilir. Mouchette’nin bir cinayete tanık olması ve katile aşık olmasıyla durumlar başka bir alana hareket eder.




Mouchette’in film içindeki hareketi hiçbir temsile uymaz. Mouchette iyi ya da kötünün ya da bir başka verinin uygulanışı değil sadece İmaj’dır. Bir aracı olarak Bresson’un masumiyeti kavramlaştırma biçimidir. Ama bir masumiyet imgesi değildir.


 Mouchette bir film karakteri olarak bir kavrama aracılık etmiştir. Onu görünür kılmıştır. Onun film içindeki serbest düşüşü filmin sonunda cisimleşmiştir. Bir imleyen olmadan, görünemez için ya da duyulamaz için harekete geçen sinema Bresson’da tam karşılığını bulur.




Ama “için” gösterilen (adına değil “için”) Masumiyet  Mouchette karakterinin dışında bir yerde daha göze çarpar. Mouchette’nin nehre “düşüş”ünden  önce  üç tane avcı bir tavşana çok kez ateş ederler. Tavşan sonunda vurulur ve can çekiştikten sonra ölür. Bu basit bir hizaya getirme durumu değildir. Mouchette ile tavşan aynı düzlemde buluşmuştur evet ama aralarındaki ilişki bağlantısızdır. Manipülasyona açık değildir. Buluşma konumları bir Hayvan – İnsan ilişkisi içinde değil, her ikisini de kapsayan tekillikler içinde gerçekleşmiştir.






Bresson her şeyden önce bir kavram yaratıcısıdır. Düşüncenin sürekliliğini sağlayarak önce İmajlaştırmış daha sonra ise kavramlaştırılmış İmaj’a hareket kazandırmıştır. İmaj’ı bir temsiliyetten kurtararak da onun serbest dolaşımını sağlamıştır.




Köşk Haber Bülteni (2) Nuri Bırakıyor mu?


Nuri Bilge Ceylan Al Jazeera –İzmir’e yaptığı açıklamalarla Sinema Gündemine Molotof Kokteyli gibi düştü.

Cannes Film Festivali’nde ödül almadığım bir film yaparsam film çekmeyi bırakırım” diyen Ceylan bir sonraki filmi hakkında da ipuçları verdi. Demiryolları işçilerinin hayatları ile ilgili bir film yapacağını söyleyen Ceylan “Bu seneki Cannes’a yetişmezse bir sonraki Cannes’a yetişir” diyerek filmini bir - bir buçuk yıl içinde bitireceğini belirtti.


Ceylan’ın “Bırakırım” açıklaması başta Atilla Dorsay ve Cannes plajındaki kızlar olmak üzere sinema dünyasını birbirine kattı. Daha önce “Emek’e kazma vurulduğu gün ben gazeteciliği bırakacağım” açıklamasıyla gündemi meşgul eden Dorsay bu defa da “Nuri Sinema’yı bırakırsa kendimi banyoya kilitliycem” diyerek ilginç bir protestonun ilk fitilini ateşledi.




Cafer S./ Al Jazeera/Küçükpark






16 Mart 2012 Cuma

Hiç Hesapta Yokken Bir Behçet Bir Nacar

Türk sinema tarihindeki tuhaflıklar, ister 2012 yılında olalım, istersek 2012, her defasında ilgi çekmeyi başaracaktır. Bu “havalı” giriş cümlesinden sonraki ikinci cümleyi şöyle yazarsam: “Bunlardan biri de şüphesiz ki X’tir” klişenin allahı olmuş, şöyle yazarsam: “Ruanda’ya giden X’lerden biri de Türk’tür şüphesiz ki.” kafalarda bağlamla alakalı sorular oluşturmuş, ya da şöyle: “bir de Komando Behçet diye bir film var, filmin adı Behçet ama filmdeki başkarakterin adı başka bir şey, ben bağlantıyı kuramadım vallaha” dersem de klişenin Yılmaz Atadeniz’i (ki çok severiz) olmuş olurum. Tüm bu ihtimalleri kollarımla kucaklayıp: ____.“

Youtube’u Türk sineması madenine dönüştürme projesinin fikir mimarı kim ise buradan ona öpüyoruz. Öyle ki, Youtube’un bu karanlık taraflarına yürüdüğümde, karşıma çıkan her öğe beni şaşkınlıktan ayvalı ıhlamur içmeye sevk ediyor. Orada neyi bulup neyi bulamayacağımı hiçbir zaman bilemeyecek olmam da sanırım ilişkimizin “Ona küçük sürprizler yap.” kısmısı oluyor. Neyse. İşte Behçet de oralardan.

Ruanda’da yalnız bir Behçet.

Film şöyle bir şey: Dünya’nın mutlu ülkelerinden Ruanda’da bir general, devlet başkanına karşı ayaklanıyor, sonra kendi emrindeki asiler ordusuyla halkı silahtan geçirmeye başlıyor, bunun üzerine Ruanda’nın devlet başkanı, filmde adı Behçet olmayan, Behçet’i yardıma çağırıyor. Şu şu köyde bir grup masum insan var onları başkente getir, diyor. Behçet de akıllı tabi. Siz öyle haybeye insan hayatıyla ilgilenmezsiniz, diyor. Film boyunca verecek olduğu insanlık dersinin ilk bölümünü orda vererek, başkanın asıl derdinin o köydeki elmaslar olduğunu başkana itiraf ettiriyor. Ondan sonra da türlü türlü atraksiyonlar işte.

Heh. Burada değinmek istediğim mesele, aslında politik tavır meselesi. Yeşilçam sinemasında aleni bir politik tavır* bulmak pek sık karşılaşılan bir durum değil. Olduğunda da, tıpkı diğer ülke ulusal sinemaları gibi, hitap ettiği kitlenin ideolojisine uygun bir politik tavır takınması yadırganmayacak bir olgu tabii ki. Şimdi, Türkiye halkına, devletin otoseküritizmi bağlamında resmi tarih şeysiyle yıllarca dayatılmış bir “devlet-seviciliği” realitesi var. Resmi tarih tezlerinin üstüne medyanın “devlet baba, devletin yardım eli, vs.” söylemleri de cabası. Sinemayı da göz ardı etmezsek… Öyle işte. Bu dayatma sadece “koruyan kollayan devlet baba” imajıyla değil, aslında bir liderlik kültü üzerinden dayatılan Mustafa Kemal sevgisinin, temelde devlet ile özdeşleştirilmiş olmasından kaynaklanıyor. İşte tüm bunların “devlet” algısını halk kafasına yerleştirme üzerindeki etkisi ormanda yüz kaplan gücünde iken, bana yine gidip ayvalı ıhlamur içmek düşer.

Hal böyleyken, ben bu kadar ayvalı ıhlamurlara boğulmuşken, nedendir bilinmez, Türkiye halkındaki devlet-seviciliği zamanla lokal bir sevgi olmaktan çıkıp, global bir hal almış durumda. Bu filmde de bunun tezahürünü görüyoruz. Ruanda dilinde uydurulabilen iki ismin Orzo ve Borzo yaratıcılığı ile sınırlı kalması ya da -muhtemelen teknik ve maddi yetersizliğe yormamızı gerektirecek- başörtülü ve şalvarlı teyzelerden, kasketli amcalardan, “Allah’a emanet ol” diyen kadınlardan oluşan bir Ruanda halkı çizmek kadar, Ruanda kültürüne yabancı olan bir ekibin, niçin Ruanda devletini sevmemiz yönünde bir film inşa ettiklerini merak ediyorum. Aslında bu soruya oldukça afili ve tarihsel bilinci yüksek bir iki cevabım var. Lakin bunları paylaşmamayı tercih ediyorum. Ne de olsa…

Tekrardan filme dönersek, filmde enteresan olan bir diğer şey şu ki; devlet menşeili bakış açısıyla oradan oraya koşturan, atlayan zıplayan, çatışmalara giren, uçaklar düşüren Behçet de dahil olmak üzere kimse, asilerin niye ayaklandığını bilmiyor. Film boyunca bunun bahsi bile geçmiyor. Onlar hakkında devletten öğrendiğimiz tek şey; onların kötüler oldukları, köyleri yakıp yıktıkları ve sivilleri öldürdükleri. Yani, üzülerek ve tırsarak söylüyorum ki, mutlak kötü bir düşman imajıyla karşı karşıyayız beyler. Daha filmin başında; Ruanda insanının, insanları çok sevdiği için asilere karşılık vermediğini öğrenen Behçet, bu duruma karşılık “Yaşamak için gerekliyse öldüreceksin.” cevabını vererek, onlara asilere karşı gelmelerini ve direnmelerini öğütler. Asilerin niye ayaklandığını bilmediğimiz için aslında onların yaptığının da bir nevi bu olduğunu ya da olmadığını rahatça söyleyebilir miyiz, bilemiyorum. Fakat en azından bu tek taraflı bakış açısını alaşağı ederek, okuyucuya “noluyor hacı ya, ne demek yani bu, nerdeyiz” dedirtebiliriz.

Asilerin silahlarından birini elinde tutan Behçet’in dudaklarından dökülen “Belçika malı, Rus parasıyla alınmış, … ve Fransız fabrikalarında imal edilmiş.” lafı ve filmin sonunda, elindeki elmasları yerlere atarak “Yüzlerce insan bunun için mi öldü ha! Bunun için mi! Allah kahretsin!” diye bağırması da, Behçet’in ve bittabi film ekibinin, dünya politikalarına ilişkin engin tespitlerini belli etmekten geri kalmıyor.

Mütemadiyen seviyoruz.

Odası Behçet Nacar posterleriyle süslü olan ve ayvalı ıhlamur içerek, fındıklı gofretler yiyen herkes için, marketten eve elinde 24’lü tuvalet kağıdıyla dönmüş kadar.

*İktidar ilişkilerinin her alanındalığının ve böylece politikanın her yerdeliğinin bilincinde olarak, burada bahsetmeye çalıştığım şey “düz” bir politik tavır. Yani direkt olarak genel “politik” algısına uygun, politik bir şeyler söylemek.

Mutsuz Almanlar Leningrad'a Gidin

Fatih Akın sonrası Alman sinemasının gidişatı bizi derin bir üzüntüye boğduğu için, uzunca bir süredir yeni Alman sinemasıyla haşır neşir oluyoruz. Bir çıkış kapısı, bir umut ışığı, bir kalp gözü arıyoruz. Neticede, Duvara Karşı’dan sonra sebepsiz bir rehavete kapılıp, düşüşe geçen bir Fatih Akın’dan medet uman bir sinema hakkında pek iyi şeyler düşünemiyoruz. Bu bağlamda “Berlin Film Okulu, Berlin Film Okulu sensin düzeltecek bu lokumu.” sloganlarıyla filmlerini pazarlamaya başlayan Almanların sesini duyduğumuzda açıkçası çok heyecanlandık, hemen bir göz attık. Fakat gördüğümüz manzara bizi aşağıdaki deklarasyonu yayımlamaya itti:

“Kamuoyunun ve özellikle Alman film endüstrisinin dikkatine,

Yeni Alman sineması üzerine yaptığımız derin araştırmalar ve incelemeler sonucunda, anlayabildiğimiz kadarıyla Berlin Okulu filmleri Petzold, Hochhäusler ve azıcık da Schanelec’in yaptıkları dışında pek bir şeye benzemiyormuş. Fransız tesirindeki yeni Alman sineması, biteviye mutsuz, tatminsiz karakterlerle sizi de koltuğunuzda sıkım sıkım sıkıyor. Mesela bir yerden sonra “bana ne yahu İtalya’da bir yazlıkta bunalan zengin Alamanlar’dan” diyebiliyorsunuz. (Bkz. Alle Anderen)

Thomas Arslan, belli ki kara filme yatkın bir yönetmen. Im Schatten (Gölgeler Altında)’de hapisten yeni çıkmış ve eski muhataplarıyla hesaplaşmaya çalışan bir adamı bize anlatmaya çalışıyor. Ama bunu yapmak için söz gelimi beş yüz bin iki yüz on sekiz tane değişik yol varsa, o en klişe olanını, en kullanıla kullanıla sündürülmüş olanını seçiyor, üstüne bir de oldukça zorlama, seyirciyi ters köşeye yatırma hamleleri falan da ekliyor ve işin iyice cılkını çıkarmış oluyor. Soğukkanlı bir soyguncu imajı kurmaya çalışırken, kontrolü kaybediyor ve filmi düşürüyor.

Nachmittag (Öğleden Sonra) ise çok yeni bir şey ortaya koymasa da kendini izletebilen bir film. Öyle olmasa da Schanelec en azından ne yaptığını biliyor gibi görünüyor. Bunalımlı kadın hikayelerinin her zaman sattığının farkında olan Schanelec, filmini de ona göre kuruyor. Fakat sıradan gibi görünen, bir bunalımlı ve bekar anne hikayesini, düşünen bir film yaparak ilginç kılıyor. Zaman zaman bir takım handikaplara kapılsa da, bizim gözümüzde, amiyane bir tabirle bu okulun parlak öğrencilerinden biri olmayı başarıyor.

Heisenberg ise Der Räuber (Soyguncu)’de sırf adrenalin için banka soyan bir koşucunun hikayesini anlatıyor. Belirsizlik ilkesini filmlerine de koymayı şiar edinmiş bu dostumuz, Hollywood tipi aksiyon filmiyle Alman mutsuzluğunu aynı potada eritmeye çalışarak zor bir işe kalkışmış gibi duruyor. Zaten film de bu arada kalmışlığın içinde eriyip gidiyor ve yine geriye bir şey kalmıyor. Olan biz masum seyircilere oluyor.

Berlin Film Okulu filmlerinin bir özelliği de, filmlerin sonunda karakterlerin bir yere varamaması. Filmlerin hiçbiri de böyle bir amaçla yola çıkmış görünmüyor. Ama özellikle “bunalımlı” dediğimiz filmlerde kadın karakterler daha da mutsuz oluyorlar ve film bitiyor. (Bkz. Yine Alle Anderen, Nachmittag ve Montag kommen die Fenster)

Montag kommen die Fenster’de (Pazartesi Manzaraları) boşanmanın eşiğindeki bir çifti izliyoruz. Eve takılması gereken pencerelerin bir türlü gelmemesini, tadilata giren evin bir türlü tadilatının bitmemesini bu bitmek üzere olan evliliğe paralel olarak izliyoruz. İki durumda da işler yolunda gitmiyor. Taşlar bir türlü yerli yerine oturmuyor. Sonunda da kadın karakterimiz bir anlamda evi terk ediyor. Önce kardeşini ziyaret eden kadın karakter (Nina), daha sonra bisikletine binip kasabayı, şehri dolaşıyor. Son olarak da bir otele yerleşiyor. Burada şişman bir Rus mu nedir belli olmayan bir adamla da mutsuz bir gün geçirip yine kardeşinin evine dönüyor vs. vs.

Bir de Lourdes adlı filmiyle Jessica Hausner var. Ama ona hiç girmek istemiyoruz.

Evet, manzara üç aşağı beş yukarı böyle. Dediğimiz gibi hep mutsuz, hep tatminsiz, hep Tezer Özlü külliyatı yutmuş gibi dolanan karakterler. Hani gerçekten karakterlerin durumuna bir yaklaşabilsek. Hadi yaklaşmayalım, mutsuzluklarını anlayabilsek. Hadi onu da anlamayalım durumlarından gerçekten kayda değer bir sonuç çıkarabilsek yine “tamam” diyeceğiz ama yok, olmuyor işte. Tuvalet kapısı yorganla kapatılmış, musluğu bozuk, okulu neredeyse uzatılmış, neden bu kadar pahalı olduğunu anlayamadığı su faturalarıyla cebelleşen bizim gibi adamlar da “e biz ne bok yiyelim? Ölelim o zaman anasını satayım. Ağaçlara bakıp isyan edelim” deyiveriyor.

Ve insan bu düşüncelerin arasında bir kere daha Fassbinder diyor. Bütün bir Alman tarihi, toplumun karmaşasını, ruh sağlığını tek bir bireyde toplayabilmek ve bunu çok basitmiş gibi yapabilmek Fassbinder’e özel bir şey. Bunu belirli bir düzen ya da şablon içinde yapmadığı için de taklit edilmesi kolay değil. Her an incinmeye müsait, kırılgan karakterler “durumlar”ın da kırılganlığını imler. Bütün bunları bir “gösteren” olmadan göstermek Fassbinder’e münhasırdı. Ama bizim izlediğimiz bu yeni Alman filmlerinde yönetmenler göstere göstere göstermeye çok meraklıydılar. Ve gösterenin kendileri olduğunu belirtmek için de ellerinden geleni yaptılar. Biz de bunun üzerine açıp Antonioni izledik. Asıl onu yazmak lazım da… Neyse var daha.

Burger King’de ballı hardalı reddedenler adına sizi kucaklıyoruz desenli halılar üzerinde yürüyen okuyucu. “

Fassbinder’le kalın.

Bababeni O. ve Uğur E.

14 Mart 2012 Çarşamba

Kırgın Yüz İfadelerinin Yarattığı Bocalama İçin Üç Sepet Aki Kaurismäki



Sene 2004. Geçmişi Olmayan Adam’ı izlemişiz. Aynı dönemlerde Orada Olmayan Adam da vardı. Coen’lere düşüp kalmışken. Aki Kaurismaki’ye temkinli yaklaşmıştık. Sonra anamı babamı karşıma alıp konuştum. Dedim böyle böyle, hangi olmayan adama baksam üstüm başım Afganistan.






Yıllar geçerken üniversiteye henüz girememiştik. Otobüs muavini olacağıma dair bir beklenti vardı aile içinde. Bu keşmekeş içinde Kaurismaki’yi de unutmuştum. Sonra rüzgar başka yerden esti kalktık geldik buralara. Topluluk arşivinde adını duyduğumdan beri aradığım sonra da aradığımı unuttuğum bir başka Kaurismaki filmi olan “Leningrad Kovboyları Amerika’ya Gidin”i bulmuştum.


Derhal izledim. Derhal sevdim. Filmin güzelliğiyle ev arkadaşlarıyla halay çektik. Sonra diğer Kaurismaki’lere baktım. Kibritçi Kız olsun, Sürüklenen Bulutlar olsun hepsini sevdik. Tek bir fireye bile rastlamadık. Kaurismaki aynı anda hem Jim Jarmusch’a hem Chantal Akerman’a hem de bizzat kendisine benziyordu. Soğuk mizah anlayışı denen şey aslında ne güzel bir şeydi.






Sonra çok otobüslere bindik. Çok otobüslerden indik. Bazı kaldırımlara oturduk. Bazı kötülükler ettik. Bazı tavuklu pilav ve barbunyalar yedik. Ağladığımız olmadı ama ağlayanlar gördük. Bazı kızlar farkına varmadı. Bazı erkekler hep maldı. Bazı insanlar biteviye ölüyordu. Bazı zürafaları görmeye ,sırf görmeye,yine otobüslere binip hayvanat bahçelerine gittik.


Sonra tesadüf bu ya, yine Kaurismaki’ye denk geldik. Yeni bir filmiymiş oturup izledik. Olmadı. Ne değişmişti? Biz mi? Aki mi? Zürafalar mı?


Eski sevdiğimiz filmler. Eski sevdiğimiz yönetmenler güm diye kötüleşti mi? Sonra baktım Sürüklenen Bulutlar’a bildiğin sıkılıyorum. “Mehh. Geçti bunlar” falan diyorum. Kibritçi Kız’a bakıyorum yine olmuyor.


Sonunda can simidini takıp açtık sekiz yıl sonra” Leningrad Kovboyları Amerika’ya Gidin”i. Bir Pazar öğleden sonrasına kar yağdı. Filmografinin diğer halkalarını unutup cümbür cemaat abandık filme. Film bittiğinde keyiften kar üstünde rodeo yaptık. Bazı güzellikleri yeniden hatırlamak, zürafalar dolusu sevinç,tren yolları boyu harakiri coşkusuydu. Aki’ye mektup yazıp özür diledik. “Ben burada Leningrad Kovboyları Aki” diye cümleler kurduk.







Akşam olduğunda daha başka filmler. Sonra bütün o filmlerde vurularak ölmek.



Kudret Sezer ve Haber Bülteni



Artık yeni bir yazarımız var. Kudret Sezer, biraz eksikliğini hissettiğimiz teorik altyapıyı bize sağlayacak diye umuyoruz. Bunu daha önce de Murat Göç hocamız için ummuştuk ama olmamıştı maalesef.


Neyse. Kudret Dokuz Eylül'de bize söylemediği bir bölümde okuyor. Sinemaya bakışı bazen bütünleyici ve fazla teorik kaçsa da belirli bir uyum sürecinden sonra çok iyi anlaşacağımıza inanıyoruz.


Bu işler kısmet işi. Hadi bakalım.


Not : Ayrıca yakın bir zamanda yine bu kanaldan "Haber Bülten"leri geçicez. Uğur E. ve Cafer kolları sıvadı. Araştırmacı gazeteci kimlikleriyle sinema cemiyetinde olan bitenleri bizlere aktaracaklar. Onlara da Rastgele Balthasar diyoruz. (Cafer herhangi bir şeye katılmaktan imtina ettiği için onun haberlerini de ben yayınlayacağım)




http://www.facebook.com/groups/ellinciyilkoskufilmleri/

12 Mart 2012 Pazartesi

Eskiden Bu Saatlerde

Eskiden, öğleden sonra 15:00 ile akşam 19:00 saatleri arasında Türkiye menşeli televizyon kanallarının hepsinde Türk filmi olurdu.


Show Tv Zeki – Metin filmlerine ağırlık verirken Star Kemal Sunal’lı filmlere abanırdı. Kanal D’de ise hâlâ anlayamadığım bir Hülya Koçyiğit sevgisi vardı.Hülya Koçyiğit’in “Kaplumbağalar” gibi toplumsal içerikli filmlerinin yanı sıra “Hıçkırık” gibi melodramları da sık sık Kanal D’de boy gösterirdi. Hafta sonları ise Cüneyt Arkın ve Tarkan filmlerine ayrılırdı.




Bu üç kanalda da,o saatlerde, eğer yerli film yoksa mutlaka Nejat Uygur olurdu. Show Tv Cibali Karakolu’nu, Kanal D “halıya basma” yı (oyunun adını hatırlayamadım) Star ise bu oyunların kombinasyonu olan bir başka Nejat Uygur temsili koyardı. Nejat Uygur yetmezmiş gibi bir de oğulları zapt ederdi ekranları ama oraya kadar girmeyelim.




Dizilerin ise pek tekrarı olmazdı. Sadece Kaynanalar ya da Kaygısızlar. Bu iki diziye de eğer Star’da rastlamazsanız mutlaka Kanal D’de rastlardanız.


Geçenlerde tam da bu stratejik zaman alanında (15:00 – 19:00 arası) tv’yi açtım ve on tane kanal arasında gezip durdum. Ama heyhat bir tane bile Türk filmine rastlamadım. Dedim böyle böyle,bu ülke nereye gidiyor yahu.



Zeki – Metin filmlerinden insanlığı ve dostluğu (Mesela Zeki’nin ölmek üzere olduğu ama bir türlü ölmediği bir film vardı. Metin hep ağlıyordu. Gerçeği saklıyordu Zeki’den. Derken bir teyzenin yaptığı macun Tıp bilimini abondane ederek Zeki’yi gizemli hastalığından kurtarıyordu falan), Cüneyt – Tarkan filmlerinden cesareti (Tarkan’ın dev ahtapotla mücadelesini unutmak mümkün mü?) öğrenemeyen bu nesil nereye gidiyordu böyle.







Kafamda bu düşüncelerle dolaşırken sabah oldu. Simit almak için evden çıkmaya karar verdim. Bu sırada kapıma bırakılan Zaman gastesini gördüm. Simitleri alıp geldikten sonra Zaman’ın üzerinde simidimi yerken Süper Baba’ya gönderme yapan bir köşe yazısına denk geldim. Simitleri bitirip susamlarını buruşturduğum Zaman gastesiyle birlikte çöpe atarken kafamda Süper Baba’nın fon müziği dönmeye başlamıştı. (Hani dıt dıt dırı rım dırı rırı rırı rım dırı rırı rı rırıt rıt rıı olan müzik. Okulda burnumuzla flüt çalma yarışması yaparken – neyse ki oğluna flüt alabilen bir babam vardı- en çok yerle bir ettiğimiz beste bu olurdu. Affet bizi Derya reyiz) Bu esnada durdum ve birdenbire bir kamuoyu araştırması yapmaya karar verdim.





Evin hemen yakınında bir ilköğretim okulu var. Bizim apartman görevlisinin çocukları da bu okula gidiyor. Çağırdım çocukları dedim böyle böyle,bu ülke nereye gidiyor. Yarın okulda arkadaşlarınıza bir sorun bakalım Süper Baba’yı biliyorlar mı dedim. Tamam deyip gittiler. Ertesi gün çocuklara araştırmanın sonucunu sordum. Dediler böyle böyle,kimse bilmiyor. Toyota gibi adam mı diye soran olmuş hatta. Çocuklara teşekkür edip kapıyı kapattım.



Aklıma gelen bütün yerli tv kanalarına (Kanal 6 ve Hbb dahil) yakası açılmadık küfürler ettim. Daha sonra televizyonu duvarda patlatıp bağırmayı düşündüm. Akabinde vazgeçip evden çıktım.


Minübüs’e atladığım gibi Alsancak’a gittim. Bir kitapçıda iyi niyetle dolaşırken Felsefeden bir hocayla karşılaştım. Dedi böyle böyle. Horkheimer al dedi Herkes Adorno falan der ama olay Horkheimer dedi. Frankfurt Okulu’ndan bahsetti ayak üstü. Dedim böyle böyle,bakarım dedim. Ders saatlerini söyledi. Hoca : Kitabı al gel. Bababeni : Tamam gelirim.






Vedalaşıp kitapçıdan ayrıldım. Kıbrıs şehitleri’nde yürürken Şevket Altuğ’u görür gibi oldum dedim Fiko! Bu sırada Eleman Mudurnu’dan çıkmış Burcu’nun peşinden koşuyordu ki Kültigin’e çarptı. Kültigin adamlarıyla birlikte Eleman’a şiddet uyguladı. Derken köşedeki lokantadan “Şef Şef” diye bağırarak çıkan Memoli göründü. Bir kadın “Memoli” diye seslendi arkasından. Dedim böyle böyle, yalnızca iş arkadaşları ona…Adorno sözümü kesti. “Hocana aldırma. Frankfurt dedin mi? Okulu da dedin mi? Tamam. Bana sorucan gözüm.” O bunları söylerken Horkheimer arkasından tavşan yapıyordu. Siktirin gidin dedim hepsine. Ana caddeye çıkıp Bornova’ya giden bir Minibüse bindim.


Minibüste yanıma oturan kadın dönüp baktığımda Kibariye’nin Annesine benziyordu.



10 Mart 2012 Cumartesi

Yani Şimdi Böyle Neden et Aprés

Böylece Çarşamba bizim bütün öteki günlere yeğlediğimiz gün olmuştu.

En fazla dört ders saatinin sonunda, kendini tekrar etmekten ileriye gidemeyen profesörlerden kopup da Köşk’e doğru ilerlerken, bir ölçü birimi olarak “ders saati” kavramının enteresanlığı üzerine düşünüyordum. İnsan çok şeyler beklediği derslerin kendini yok etme ömrünün dört ders saati olmasına da çok içerliyor aslında. Neyse.

Bu haftaki film: 40 Metrekare Almanya (1986).

Bu haftaki seyirciler: Önceki haftalardan görmeye alışık olduğumuz seyirciler + 3 + 2

Bu haftaki sunum: Seyirciyi ayrıntılara boğmaktan kaçarken yüzeysellikle sınırlanakalmış bir sunum.

Bu haftaki film: 40 Metrekare Almanya (1986).

Bu haftaki altyazı: İngilizce.

Bu haftaki filmin süresi: Yaklaşık 2 “ders saati”

Evet. Kısaca “göç, Almanya, yabancı işçi” kavramlarına değinen bir sunumun ardından, bir salon dolusu insanla birlikte 40 Metrekare Almanya. Her zamankine ek olarak; iki Alamancı ve bir Alman(3), gösterimler üzerine röportaj yapmaya gelmiş görevliler(2).

Nevi şahsına münhasır olduğu kadar, ismiyle de her şeyini ta uzaklardan açık eden bu güzide filmimiz bittiğinde, salona farklı bir hava hakim olmuştu. Hali hazırda bildiğimiz şeyleri, güzel ve nitelikli bir sinema diliyle bize sunmaktan başka bir şey yapmamış gibi duran Tevfik Başer’i, takdir edenler veya ona “olmamış usta” diyenler çok orantısız bir şekilde bölünerek salona hakim olan farklı havayı, daha da farklılaştırmayı tercih ettiler. Filmden çok, “Almanya’da yaşayan Türkler” meselesi üzerine derinleşmeye gidilirken, herkes bu konuda söylenen şeylerin çok havada kaldığının farkındaydı. Bu noktada gözler ecnebi konuklarımıza dönmüştü. Onların ne zaman söz alacaklarını ve tartışmaya ne zaman ayrı bir boyut kazandıracaklarını heyecanla beklerken, Yaman Okay’ın şahane ve dolu dolu oyunculuğundan bahsetmeyi de ihmal etmedik.

Derken beklenen oldu. Kişisel deneyimlerinden yola çıkarak “göçmen” psikolojisini ilk ağızdan bize anlatmayı hedefleyen “Alamancı” seyircilerimizin söz alıp konuşmasıyla birlikte, tartışma beklediğimiz gibi bambaşka bir yöne ilerleyerek son buldu.

Milli kimliklerini ve kültürlerini kaybetme korkusunun onları kendi içlerine yöneltip, kendi izole dünyalarına hapsettiğini izlemek, Almanlardaki Türk algısının birincil mimarlarından olmuştu. Fakat yeni neslin çok kültürlülüğü kabul etmedeki esnekliği, kendilerinden önceki neslin kurduğu “konservatif Küçük Türkiye”nin sınırlarının da parçalanmasını kolaylaştırmakta. Böylece, oldukça yakın bir dönemde “Alamancı Türkler” yerlerini “Türk asıllı Almanlar”a bırakacak gibi görünüyor, diyerek göç üstüne sosyo-bişeysel “tespit”lerimizi de burada belirtmiş olalım, bir değişiklik olsun. Neyse.

Son olarak, salonda alınan ortak karar neticesinde ise Tevfik Başer gerek oyuncu yönetimiyle ve gerek görüntü yönetmeni seçimiyle herkesten büyük bir alkış aldı.

Salondan ayrılırken, ardımızda “’Almanya’ya göç’ üzerine yapılmış en iyi filmlerden biri” gibi büyük büyük laflar bıraktığımızı görmek ise bizi biraz ürkütmüştü.

Not gibi bir şey: Böyle de bir iletişim adresimiz daha oldu bizim, facebook gibi, grup gibi: http://www.facebook.com/groups/ellinciyilkoskufilmleri/ Oraya da.

9 Mart 2012 Cuma

Macar Dediğin Tek Atışta İndiren Sniper



Kornel Mundruczo diye bir adam var. Szep Napok adlı filmini daha evvel yazmıştık. Macaristan Sineması’nda kötü film yapmak yasak olduğu için Kornel’in filmleri de bu yasağı deşemiyor.


Ama diğer iyi Macar yönetmenlerden mesela Bence Miklauzic’ten, Nimro Antal’den ya da Györg Palfi’den ayrılan bir durumu var Kornel’in. O durumun adı da : Orsi Toth (Ya da Orsolya Toth). Uğruna şaki olup dağa çıkılası Orsi Toth tek başına alıp götürüyor filmleri.





Oyuncu yönetimindeki başarı diye bir şey vardır ya hani. Bu adamın yani Kornel’in bir yeteneği varsa o da bu. Sinematografi açısından çok bir şey vaat etmeyen filmleri Orsi Toth’un akışıyla başkalaşıyor. Yönetmen de bunun farkında olsa gerek filmlerinin bütün dramatik yapısını Orsi’nin canlandırdığı karakterler üzerinden kuruyor.



Szep Napok daha önce de yazdığımız gibi “iyi olmayan” bir film. Farklı bir müzikal denemesi olan Johanna ise tek karakter üzerinden ilerleyen ve o karakterin “müzik-durum”larına yaslanan bir yapıya sahip. Anlattığı hikâye uyuşturucu bağımlısı ve aynı zamanda azize olabilecek bir duygusal yapıya sahip Johanna üzerinden şekilleniyor. Filmik açıdan geriye pek bir şey kaldığı söylenemez ama Orsi var işte. Bütün film üzerine kalsa da altından kalkıyor ve fena şekilde geriye kalıyor.




İkilinin birlikte çalıştıkları üçüncü film Delta ise biçimsel açıdan düz bir çizgiye sahip olsa da hikâyesinde dokunmaya çalıştığı farklı temalarla (Ensestlik vs.) ilginç bir film olmayı başarıyor. İki kardeşin yaşadıkları köyün dışında bir ev yapmaları ve bu evde yaşamaya başlamaları üzerinden gelişen hikâye filmin sonunda “kötülük toplumu”nun vahşetiyle sonuçlanıyor. Kornel Mundruczo anladığım kadarıyla epeyi karamsar bir adam. Her filminin sonunda karakterler ve durum olası olandan bile kötü bir duruma direksiyon kırıyor.






Ama dedik ya Orsi Toth. Bu filmlerin hepsi çok sıradan olabilirdi. Kendini izletme konusunda da sıkıntı yaşayabilirdi (Özellikle Johanna) ama perdede göründüğü her an “ben burdayım” diyen Orsi Toth allahın hakkı üçtür diyerek bir kere daha Kornel Mundruczo’nun kötü bir Macar filmi (tövbe de) yapmasını engelliyor.

7 Mart 2012 Çarşamba

Köşk Haber Bülteni (1) : Bahara Kadar Bekle Sasani



Asayiş Şube ekipleri, İzmir'de, sabaha karşı yaptıkları bir operasyonla üç kişiyi gözaltına aldı. Uğur E. ve Bababeni O. Bornova'da, Cafer S. ise Menemen'deki evinde çatışma sonucu ele geçirildi. Nöbetçi mahkemeye sevk edilen sanıklar tutuklanarak Lale Devri dizisinin setine gönderildi. Emniyet müdürü yaptığı açıklamada "Bu üç şahsı uzun süredir takip ediyorduk. Zeki Demirkubuz'un Nisan ayında gösterime girecek yeni filmini merakla beklemediklerini tespit ettik ve Şafak operasyonuyla kendilerini gözaltına aldık" şeklinde konuştu.


Cafer S. - Al Jazeera - Küçükpark


2 Mart 2012 Cuma

Durup Dururken Kuala Lumpur (29 Şubat İçin)

Sergei Parajanov. Sayat Nova. 1968.






Gösterimden Kalanlar :

İnsanlar 17:30’da gelmeyi adet edinmişler. Ne bir dakika eksik ne bir dakika fazla. Tam 17:30. Nerden baksanız spesifik. Köşk kahveleri nedense bir başka. Daha bir güzel. Sanırım kullandıkları ketıl bizim evdekinden daha kaliteli.


Artık filmleri bağlamsız sunmalıyız. Bağlam ne lan. Zaten hiçbir gösterimi bağlam üzerinden konuşmadık. Sadece bir vesile oldu bağlam. Artık gerek de yok vesileye. Bir şekilde konuşuluyor zaten film üstüne. Bağlam bulamamamız da bir yerden sonra saçmalamamızı kolaylaştırıyor. (Bkz. 28 Mart : Tarkovski ve Transandantal Sinema)



Sayat Nova sunumu daha çok bir uyarı amacı taşıyordu. Bütünüyle sembolik bir sinemadan illa da anlamlı sonuçlar beklenmemesi tavsiye edildi. Dışarıda ise Olay’ın ne anlama geldiği soruldu. Belirli bir cevap verilemedi. Gereken cevap “ Olayın ne anlama geldiği sorulmamalıdır : olay anlamın kendisidir” şeklinde olmalıydı. Sayat Nova her ne kadar 18.y.y’da yaşamış bir ozan olsa da Parajanov’un gerçek Sayat Nova ile pek ilgilenmediğini gördük. O zihnindeki Sayat Nova’yı süslemek ve sembolize etmekle meşguldü anlaşılan.





Film üzerine konuşulanlar daha çok bir tahmin yürütme işlevi gördü. Sembolik olanın ne olduğuna dair başlatılan tartışma girişimi ise başarısızlıkla sonuçlandı. İnsanlar film üzerine konuşacak fazla bir şey bulamadılar. Verilerle hareket eden ve kendini çabucak ele veren bir sinema olmadığı için,Parajanov’un hamlesi belirgin bir suskunluğa neden oldu. Pratik açıdan seyirciye bu kadar doğrudan etki eden bir filmle karşılaşmadık şu üç senede. Parajanov tüm yolları kapatmıştı. Az biraz deneysel bir gösterim olduğunu bile iddia edebiliriz. İnsanları kesin bir suskunluğa mahkum eden sinema. Etkileyici.