30 Nisan 2012 Pazartesi

Beş Maddede Gelecek Uzun Sürer Neden İyi Bir Film Değildir?



1- Politik bir film yapmakla politik bir tavırla film yapmak arasında bazı farklar vardır. Özcan Alper olanı söylemenin politik bir şey olduğunu düşünüyor sanırım. Oysa politik olan ilk önce politik bir tavra ihtiyaç duyar. O olaya bakış açınızın ne olduğu ancak politik bir tavırla ortaya çıkar. Solcu olmak ya da sosyalist olmak ise bir bakış açısı değildir. Sadece politik bir konumdur. O konumdan konuşmaktır. O konuma yerleşmek ise güçtür. Çünkü düşünce gerektirir. Çaba gerektirir. Hepsinden önemlisi bir mesafe gerektirir. En başta da kendi politik duruşunuza karşı bir mesafe gerektirir. Politik tavrın oluşum süreci budur.











3- Bir film süresi boyunca “her şeyi” göstermeniz ve söylemeniz mümkün değildir. Bu gerçekleşebilecek bir şey olsaydı Özcan Alper’den önce Tarkovski yahut Bresson bunu başarırdı sanırım. Onlarca “mesele”yi tek bir film üzerinden göstermeye çalışmak bir ilk film mantığıdır. Sanırım Özcan Alper ikinci filminde de bu mantığın dışına çıkmayı uygun görmemiş. Hem Ermeni meselesini, Hem Kürt meselesini, Hem unutulan dilleri hem iç savaşı bir filme sığdırmanız mümkün değildir. Mümkün olmadığı zaman da bu durumları sadece “dile getirirsiniz”. Şöyle yani : “Bu ülkede böyle sorunlar var”. Ama aynı şeyi bir köşe yazısında da okuyabilirsiniz. Sinema söylemek yerine göstermek yahut göstererek söylemek durumunda olduğu için farklı bir dil kullanmak zorundadır. Bu da diğer işler gibi güç bir iştir. Fassbinder gibi kendinizi tüketmek ya da Godard gibi kafayı yemek zorunda kalabilirsiniz. (Godard’ın delirdiği filmlerden biri olan Prenom Carmen’i bu amaçla izleyebilirsiniz. Göl kıyısından “Fransa Krallığı” diye bağırır film yapmasını engelleyen ülkesine. Daha güzel deliren bir başka adam var mıdır bilmem).




4- Filmin mesele edindiği bütün durumlar karşısında aldığı konum net olsa da bir türlü net bir şey söylememesi de bana ilginç geldi. Soldan bakan bir sinema olabilir bu. Böyle adlandırabilirsiniz. Ama bir insanın “dağa çıkış yapma” nedenlerini incelemek için sadece sosyolojik tespitlerde bulunmak yeterli değildir. Bu ülkede belirli halklara asimilasyon uygulanması sosyolojik bir durumdur evet ama sosyoloji de hiçbir zaman tekil olandan münezzeh değildir. Onu aşmamıştır. Bir gerillanın peşine düşen romantik-solcu-hemşinli-güzel kız aslında meseleyi bulandırmaktan başka bir işe yaramıyor. Ve filmin bütün o sosyolojinin temel nüvesi olan tekilliğe dair bir izlenim bırakmasını engelliyor. Oyuncu hanımefendi de güzel olmak ve Hemşinceyi yanlış konuşmak dışında bir işe yaramıyor zaten filmde. Diyorum ki acaba güzel-devrimci bir kız yerine “dağa çıkış yapmaya” karar veren bir insanın yaşadıkları gösterilseydi bu filmde daha iyi olmaz mıydı? Ve mesele de daha açık-seçik gözümüzün önünde durmaz mıydı? Mahsun Kırmızıgül gibi bir adam bile Gerilla ve Asker kardeşler üzerinden “mesele”ye dair bir şeyler söylerken Özcan Alper’in bu “mahcup” diyebileceğimiz tavrı oldukça enteresan.








5- Hakikatler üretimi sadece Şiir ve Müzik ile oluşabilecek bir şeydir. Sinema’da ise ne yaparsanız yapın oluşturacağınız şey “Hakikatin Yansıması”dır. Zaten Godard bile 1960’larda “Burjuva sinemacılar gerçeğin yansıması ile ilgileniyorlar biz ise yansımanın gerçekliği ile ilgileniyoruz” dediğinde problemi baştan kabul etmişti. Demek istediğim ne yaparsanız yapın Sinemada acıyı gösteremezsiniz. Sadece acıya dair bir imaj oluşturursunuz. Bu ülkedeki acıları göstermenin yolu ise lütfen uzaklara atılan bakışlar olmasın artık. Ya da uzun uzun sessizlik sekansları. Bunlar bize bir şey getirmedi. Getirmez de. Bizi şaşkınlığa düşürecek daha küçük şeyleri anlamadıkça “Büyük Acılar”a dair bakışımızın da değişeceğini sanmıyorum. Acıyı göstermenin sinemada bir yolu yoktur. Acıyı ancak göstermeyerek gösterirsiniz. Bu da sonuç olarak bir “gösterme” olmaz. Sezdirme olur. Tek yol da budur zaten: Sezdirmek. Göstermeden sezdirmek. Sezgi ile ya da çağrışım ile bir mesele hakkında konuşmak ise ancak büyük yönetmenlerin başarabildiği bir şeydir (Yine Bresson’u Mouchette ile ya da Tarkovski’yi Ayna ile örnek verebiliriz). Bu topraklarda ise henüz böyle bir yeteneğin gölgesi (Yılmaz Güney hariç) görülememiştir maalesef.


Filmde “Politik Bir Duruş” sezilse de herhangi bir Politik Tavır sezilmiyor. Birçok mesele hakkında sözü olan ve sadece bu sözlerini söyleyip bırakan bir film Gelecek Uzun Sürer. Kederli ya da düşünceli bir an yaratmak için sürekli sigara içip uzaklara bakan karakterleri göstermek ise Türk Sineması’nın bir türlü kurtulamadığı bir klişe olarak bu filmde de göze çarpıyor.

Keşke Babam Peter Mullan Olsa

25 Nisan Çarşamba : Tyrannosaur



Bir salonda insanlar bir araya gelmişse o salonda mutlaka bir şeyler olmuştur ya da olmak üzeredir veyahut Soundtrack’i gayet iyi bir film sona ermiştir Peter Mullan denen oyuncu sizi “Nereye böyle” türünde sorular içinde bırakmıştır Salonda filmin üzerinden “Adalet” tartışması yapılmasına müsamaha gösterilmemiştir (Kieslowski mi izliyoruz kardeşim Oku şarkını türkünü)



Bildiğiniz gibi hayatta farklı durumlarda olan birçok insan vardır Bu insanlar yürürken dururken yahut ağlarken birbirleriyle karşılaşabilirler Bu İngiltere’de de olur Adıyaman’da da olur Demek istediğim olur yani Filmde de bu oluyordu Joseph ve Hannah karşılaşıyorlardı Hayatın içinde farklı durumlarda olan iki insan





Gösterim genel olarak normaldi Seyirci sayısı azaldıkça salonda yeme-içme faaliyetleri de artıyor Ağzı kapalı tutulan sıcak kekler form değiştirebiliyor Evet bizim gösterime cevizli-tarçınlı kek getiren seyircilerimiz var sayın okuyucu Biz bunlarla büyüyoruz Arada Edip Cansever okusak da itikadımız Turgut’tan yana Peter Mullan Türkiye’ye yerleşsin bu ülkeyi sevelim diyoruz Peter bir kere de bizimle kıçını açıp “Ne Mutlu…” diye bağırsın istiyoruz








Peter Mullan artık bir Edebiyat’ı Cedide’ci olarak bizim çimlikte daha da çok sevilecektir Yönetmen Paddy Considine’ı ise takibe aldık Olumlu gelişmeler olursa bildireceğiz


(Aradan bir ses) : Türkiye’deki tek Neo-Platoncu Antakya Döner çalışanı Aziz’dir

(Aradan Duyulamamış Bir Başka Haftadan Ses) : Müthiş bir sunum yok Sınavlarım var zaten

Üç Film Bağımsız Amerikan Nerde ki Olum bu Amerika Hem de Bağımsız Yok Yani Esteban Gül Ayol Gül Var mı Ama Sonuçta Yok Yahu Ne Bağımsızı Amarika’da Hem Jehan Barbur’a Benziyor Bu Filmlerde Oynayan Kadınlar

Take Shelter
Another Earth
Martha Marcy May Marlene


2011 yapımı bu üç film bize ne anlatıyor?


Bence Amerikalılar bu dünyadan yani içinde yaşadığımıza , hayatımızı sürdürdüğümüze inandığımız bu dünyadan çok sıkılmışlar. Bağımsız film dediğiniz filmler genelde “küçük” filmlerdir. Hayatın köşesinde, bucağında , üçlü kanepesinde kalmış bireyler sık sık göze çarpar bu filmlerde.


Yukarıda adını verdiğim filmlerin ikisi yani Take Shelter ve Martha Marcy… bu köşede kalmış hatta köşeye sıkışmış karakterleri önümüze getiriyor. Ben bu iki filmi de izledikten sonra iyi niyetli kitap arama çalışmalarımda sıkıntılar yaşadım. Mesela Martha Marcy’de bir Komün hayatının ardından ablasının burjuva hayatına geçiş yapan Martha’nın hikâyesini izliyoruz. Film flashbackler ile sürekli duraklarken Martha’nın nasıl bu hale geldiğine de tanık oluyoruz. (Martha ablamız fazla rahat hayatı farklı görmeye çalışan tuhaf bir tip. Filmin sonlarına doğru da iyice zıvanadan çıkıyor)






Burada sıkıldım. Şimdi niye ben size bu filmleri anlatıyorum ki. Gidin izleyin falan mı diycem sonunda? Yoo demiycem. İsteyen aha yazdık oraya bulur izler. Beğenir ya da beğenmez hem sonuçta çok ciddi söylüyorum bak : Bana ne yani. Bana ne abi. Bak valla da billa da diyorum : Bana ne lan.



Nurullah Ataç demiş ya “Bir yol şunu söyliyeyim de içime hicran olmasın : Sinema’yı böyle “s” ile yazmak yok mu, betime gidiyor. Fransızlarla daha bir iki millet Yunancanın kappa harfini “c” ile gösterir “s” gibi okurlar diye bizim “s” yazmamız mı gerekirdi? Kinema demeliydik”



Koltuğu parçaladım bu sözleri okuyunca. Demir kapımı dağıttım. Yoldan geçen kamyonları devirdim. Uçaklara taş attım. Çünkü Ataç fena halde haklı. Sinema ne yahu? Kinema. Valla da Kinema. O yüzdendir ki ben bundan sonra Kinema diyeceğim. 50.yıl köşkü’nde Kinema gösterimleri.



Bir arkadaşım var. Göbeklitepe’ye gitti. Bu kadar.



Bir başka tanıdığım da bundan 6 yıl önce D.G.P. (Denizi Görme Projeleri) geliştirmişti. Amaçsız saatlerde metroya binip Konak’a gidiyordu. Denize bakıp “Tamam o zaman” diyip geri dönüyordu. Bir de hakkını yemeyeyim şu yukarıdaki 3 filmden Take Shelter” var ya o iyi film aslında. Şizo’ların gerçekliği bir yerde öyle bir hale gelirmiş ki çevreleri de onların gördüklerine inanmaya başlarmış. Filmde de Şizo karakterimiz büyük bir fırtınanın geldiğine inandırıyor ailesini ve hep birlikte bir sığınağa kapanıyorlar. Daha sonra bir iş lokali yemeğinde Şizo karakterimiz ortalığı biraz dağıttıktan sonra sağ elini havaya kaldırıp “there’s a storm coming” diye haykırmıyor mu? Siz bile inanıyosunuz fırtınanın geleceğine. Hem sonuçta kim kanıtlayabilir fırtınanın gelmeyeceğini?







Another Earth de fena değil. Paralel evrenler meselesini bir iki alaman ortaya atmıştı hatırlarsınız. Einstein ve Heisenberg falan. Şimdi kara delik olsun, evren genişlemesi olsun hep bu adamların şeyiyle fakat ne güzeldi değil mi Capote? Filmi değil ha direkman Capote’nin kitapları. Başka Sesler Başka Odalar’ı ilk okuduğumda pek beğenmemiştim. Sonra acaba neden beğenmedim diye sordum kendime ve sebep bulamadım. Böylece beğendiğime karar verdim. Sonra Çimen Türküsü. Daha önceden de Gece Ağacı’nı okumuştuk. Onu da pek sevmiştik sonra Bukalemunlar İçin Müzik? O da gayet hoş bir kitap. Amerika’nın edebiyatı dışında nesi var? Ha? Bağımsızları?




Evet Bağımsız Amerikan Sineması o zaman Another Earth’e döneyim. Bir kere başroldeki kız fevkalade oynuyor. Nasıl olmuşsa olmuş sonunda insanlık paralel evrenlerle irtibata geçmiştir. Seçilen 15 kişi de bu paralel evrenlerde yeni bir hayata başlayacak. Bir kaza sonucu hayatını mahvettiği adama yardım etmek isteyen kızımız da kendi hakkı olan bu paralel evren seyahatini bu adama veriyor vs.10 yıldır Kaza olmadan film çekilemiyor Amerika’da Alabalık Avı’ni niye sevmedim? Brautigan hüzünlü kadın kitapları ile daha iyi.






Şimdi burada bazı gerçeklere değineceğim Acuncuğum sen Nez’i o adaya götüremedin ya. Artık toparlayamazsın şekerim. Doğuş gibi içimizi ısıtan adamlara rağmen Almeda beklenen randımanı veremiyor. Nez bekleyen seyirci Almeda ile yapamıyor. Bir de Kuzey-Güney kardeşlerim arkadaş bu kadar rezil aile olur mu? Biz kendimize rol model olarak Kuzey abimizi almışız. Kızlara yan bakmıyoruz. Herkesi seviyoruz iyilik ediyoruz. Ama bunun da bir sınırı var senarist ve yönetmen. Öyle Çaydamlı’yı cenaze sahnesinde oynatmakla olmaz bu iş. Derhal Simay abla otursun dizinin odak boktasına. Onun gibi saf, gözleri sıcak bakan, genç kadınlara örnek bir karakteri harcamayın. Ve son sözüm Koyu Kırmızı’ya “Gidin oğlum buralardan”. Elim değmişken Game Of Thrones bok gibi. Yaşasın Six Feet Under. Mad men de kötü ki. Ama Berlin Alexanderplatz’e allahınız gelse erişemez o ayrı.







Hepimiz Gogol’ün paltosundan çıktık.
(Aradan Yine Bir Ses) : Flaubert hariç.

29 Nisan 2012 Pazar

Senenin En Mayıs Anında (Mayıs Ayı Programı)

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Dünya Sinemasından Kısa Film Örnekleri






9 Mayıs 2012 Çarşamba

Hayvanlar, Melekler ve İnsanlar (Animals with the Tollkeeper) - 1998




Yönetmen: Michael Di Jiacomo
Oyuncular: Tim Roth, Mili Avital, Rod Steiger, Mickey Rooney

  


16 Mayıs 2012 Çarşamba 

Wanda Adında Bir Balık (A Fish Called Wanda) - 1988




Yönetmen: Charles Crichton
Oyuncular: John Cleese, Jamie Lee Curtis, Kevin Kline, Michael Palin

Bazı Noktalarda Kesişiyor Olduğumuzu Görmek Anglosakson Sanatı Üzerinde Bu Kadar Etkili Olmamalıydı


Ne zaman bir Sokurov filmi izlesem, yılın dokuz ayı yanımdan hiç ayırmadığım montumu giyip bir şeyler yemek üzere evden dışarı çıkarım. Geçen akşam da aynısı oldu (Film: Faust (2011) Saat: 22.54 Yemek: Tavuklu pilav).


Neyse.


Gelelim 18 Nisan Çarşamba gününe: O gün yapmayı kararlaştırdığımız Bruno Dumont hamlesine, hava hiç beklemediğimiz bir reaksiyon gösterdi: Çok ama çok yağmur.


Haliyle katılım az. Salonda aşağı yukarı 10 kişi. Tuhaftır ki, bazılarının derse gitmesine engel olan yağmur, yine bazılarının bir Bruno Dumont filmine (İsa’nın Yaşamı) gelmesine engel olamamıştı.



Filmden önceki sunumda kısaca Dumont sinemasının o betimlenemez yapısını izleyicilere anlatmaya çalıştık. Bize göre sinemayı bir düşünme biçimi olarak ele alan bu Fransız yönetmenin, genel tavrını belirtmeye çalıştık. Ama en iyisinin bir an önce filme geçmek olduğunun farkındaydık. Ve öyle de yaptık.


Film bittiğinde, ona eşlik eden yağmur da kesilmişti. Fakat biz, bu fırsattan yararlanıp bir an önce Köşk’ten ayrılmak yerine, yine oturup film üzerine konuşmayı tercih ettik.


Ve filmin adıyla içeriğinin arasında bir bağ kurmanın zorluğu, doğal olarak şu soruya yol açmıştı: “Filmin adı niye İsa’nın Yaşamı?” Hepimizin kendince cevapları vardı. Bazıları bunu salondaki diğer dokuz kişiyle paylaşmayı, bazıları da dışarıya çıktığında rastladığı ilk yakın arkadaşına söylemek için belleğinin bir köşesine yazmayı tercih etti. 


Filmin beden üzerinden işleyen yapısı (cinselliğin sert dışavurumu, bedenlerin vurgusu, ırkçılığın bile bir taklit -yani bir beden kullanımı- imajı ile gösterilmesi, tepkilerin bedenselliği vs.) ile Hristiyanlıkta da “beden”in ön plana çıkarılıyor olması (İsa’nın yaşamı) arasında oluşturduğumuz organik bağ için, salondan “Hmm.. Evet, güzel…” onayını aldık. Dumont’un o “düşünen sinema” olgusunu imleye çalışıp onun üzerinden konuşmayı denedik. Sonra da… Sonra da evlerimize gitme kararı, bittabi.


Salonun sandalyeleri düzeltilirken, bir taraftan montlarımızı giyip bir taraftan da “Yağmurun olduğu yerde… Sadece yağmur vardır.” diyen 1922 Indianapolis doğumlu, Amerikalı bir yazara inat; yağmurun olduğu yere, bir Dumont (İsa’nın Yaşamı) filmi koymuş olmanın haklı gururunu yaşıyorduk.

24 Nisan 2012 Salı

Sinema-Hafıza


Unutmak, Sinema’nın bütün olanaklarına rağmen ulaşmakta zorlandığı bir kavramdır.


Kaybolmuş bir şeyin sinemasallaştırılması unutuş üzerinden değil de “hatırlamak” üzerinden şekillendiği için tümüyle bir “unutmak” filmine tam olarak rastlamadık.


Hatırlamak ise Sinema’da en çok kullanılan dolayısıyla en çok sevilen bir kavram olarak dikkat çeker.


İnsanların “hatırlama”yı kısmen de olsa sevmesi daha çok bir “nostalji” havasında belirdiği için, “hatırlamak” da seçici olan insan hafızasına mahkum bir istikamet izliyor.  Peki ya hatırladıklarımız olmasaydı nasıl bir Sinema olurdu? Hiçbir nesne ya da öznenin bir başka şeye göndermediği, sembolizmin sezginin kollarına bırakıldığı bir görsellik nasıl bir alan açardı?


Bunları bilmek mümkün değil elbette. Ama bilmekte zorlanmayacağımız bir şey var: “hatırlamak” olmasaydı  Sinema’nın resmi ve gayrı resmi tarihi büyük oranda yok olurdu.


Mesela Fellini “hatırlama” olmasaydı ne yapardı? Sanırım hiçbir şey. Ama, unutmak! Edebiyatta daha çok rastladığımız bu kavrama Sinema neden tam olarak erişemedi? Gösterilmesi “imkânsız” olan bir şey olduğu için mi? Sanmıyorum.


Bence Sinema “unutma” meselesini tamamen “hafıza” üzerinden yorumladığı için başarısız oldu.


“Hafıza Filmleri” diye bir tür var. Son 10 – 15 yılda bu kategoriye girebilecek birçok film çekildi. Memento gibi, Novo gibi, Eternal Sunshine Of The Spotless Mind ve bir sürü diğer “Hafıza Filmleri” genellikle sürekli bir şeyi unutup yeniden hatırlayan ya da hiç hatırlamak istemeyen karakterler üzerinden şekillendi. Bir sinema arkeolojisine girişsek bu konulara eğilen bir sürü film buluruz kuşkusuz. Unutuşun kendisi ise filmlerin içinde yer alan bir unsur olarak göze çarpmadı.


Burada kurulması gereken bir Karşı-Hafıza’ya ihtiyaç var. Ve garip şekilde  “Karşı-Hafıza” görselliğe daha yatkın doğasıyla Edebiyattan çok Sinema’da oluşturulabilecek bir alandır. Hiç hatırlamadan bir geçmişi oluşturabilecek görsel olanaklar Sinema’da mevcuttur. Kelimeler her zaman bir şeyi “imleyecek” şekilde dizayn  edildiği için tümüyle temsilsiz ve geçmişsiz bir geçmişin yaratılma olanakları Sinema ile vücut bulur.


Burada kesin bir “unutuş” tanımı yapmamızın tam vakti. Unutmak, kaybedilen bir hafızayla ya da “hatırlamak istememek”le oluşacak bir durum değildir. Unutmak, yeniden kurulan geçmiş, bir düzlem üzerinde oluşturulan tümüyle zihinsel bir Karşı-Hafıza hamlesidir. Unutmak, karşıtı olan “hatırlama”dan bağımsız, dışa kapalı bir yeniden kurma hamlesidir. Unutuşun bizatihi kendisi geçmiştir. Ve “hatırlama”ya da hiç gerek duymaz.   


Sinema halihazırda minvalini kaybettiği için bu “unutuş” ile kesin olarak yüzleşmek durumunda.


Sinema Tarihi “üretim fazlası”ndan dolayı unutuşa mahkumdur. Bırakalım fırtına gelsin. Hatırlama hamlesi bile bu fırtınanın önünde duramaz. Geriye kalanlar ise büyük ihtimalle hatırlamamıza gerek kalmayacak kadar yeni olan şeyler olacak. Godard olacak Bresson, Wenders, Makavejev, Ozu vb. olacak.


“Diğerleri” ise bırakalım unutulsun.

21 Nisan 2012 Cumartesi

Köşk Haber Bülteni (5): Amerika Demek, Bir Yönüyle de Öyle Olmayı Kabul Etmek Demektir


New York Halk Kütüphanesi’ne geçen hafta yaptığım son ziyaret ilginç bir keşif yapmama vesile oldu. Bildiğiniz üzere son dönemlerdeki çalışmalarım Metin Erksan sineması üzerine yoğunlaşmış durumdaydı. Bu durum da beni, el attığım her şeyde, gittiğim her yerde, Metin Erksan izleri aramaya koşullandırmıştı. Bu koşullanma yüzünden her defasında hüsrana uğrasam da bu sefer öyle olmadı, Gus van Sant’ın yeni filmini sanki sinemada izlemişim hissi yaşamadım ve New York’tan güzel haberlerle döndüm.


Metin Erksan’ın 1964 yılında çektiği bir film var: Suçlular Aramızda. Bir Tanpınar romanı ve bir Antonioni filmi birleşiminin polisiyelisi. Öyle ilginç bir şey. Şimdi bu film, vakti zamanında Sinop’un bir ilçesindeki belediye sinemasında gösterilmiş. Sene 1967. O dönemde Anadolu’nun bazı yerlerinde bazı filmler geç gösteriliyor tabi. Neyse, ilk gösterimden birkaç gün sonra da şehrin yerel gazetesinin (Sinop’un Sesi) sinema sayfasında filmle alakalı bir eleştiri yazısı çıkmış. Yazan Fahri Cemil Sökün adında biri. Benim bunları öğrenme sürecim, kütüphanenin Gazete Arşivleri Bölümü’nde "Washington Post (1965-1969)" cildinin hemen sağında duran "Sinop’un Sesi (1967-1968)" cildini görmemle başladı. ”Sinop’un Sesi ve New York Halk Kütüphanesi?” düşünceleri eşliğinde, cildi hemen incelemeye koyuldum. Nihayet şu yukarıda bahsettiğim yazının olduğu sayıya geldim ve ön sayfanın sol alt köşesindeki “Pazar akşamı ilk gösterimi belediye sinemasında yapılan Suçlular Aramızda(1964) filmine, gazetemizin sinema yazarı Fahri Cemil Sökün’ün tuhaf yaklaşımı (sayfa 12) ” ibaresini gördüm ve hızlıca belirtilen sayfayı açtım. Ve akabinde şunlar oldu:   


Sökün’ün eleştiri yazısını ilk gördüğümde heyecandan ve şaşkınlıktan, elimde tuttuğum ve kütüphaneden ödünç alacak olduğum Truman Capote’nin "Yaz Çılgınlığı" kitabını yere düşürdüm ve ayrıca el çantamın ön gözünde yer alan peynirli sandviçimi de salonun giriş kapısının hemen solundaki masada oturan ve New York Times okuyan otuzlu yaşlarındaki bir kadına, farkında olmadan hediye ettim. Kendime gelmem; kütüphane görevlisinden aldığım, artık bağırmayı kesmem, yoksa güvenlik görevlileri eşliğinde dışarıya çıkarılmak zorunda kalacağım yönündeki, uyarılarla oldu. Ne de olsa bir kütüphanedeydik ve sakin olup heyecanımı içimden yaşamam gerekiyordu. 


Sözü daha fazla uzatmadan, işte o efsanevi eleştiri yazısı (üstüne tıklayarak):



Sanıyorum ki, tesadüf eseri karşılaştığım, “çağının çok çok ilerisinde” gibi kalıplara bile indirgenemeyecek nitelikteki bu yazının bulunduğu, Sinop yerel gazetesi Sinop’un Sesi’nin 1967 yılında yayımlanmış bir sayısının, New York Halk Kütüphanesi’nin Gazete Arşivleri Bölümü’ne nasıl gelebildiği sorusuna cevap bulduğum gün, benim tüm Truman Capote külliyatını elimden birer birer düşürmeyi göze alabildiğim gün olacaktır.


Uğur E. / Küçükpark’ta bir cadde No: 50    

19 Nisan 2012 Perşembe

Bütün O Gömleklerin Yakalarından Metin Erksanlar Sarkıyordu


İnsan sınav döneminde bir acayip oluyor. Michel Butor’un biçimsel açıdan ilginç olan romanlarına bakıp bakıp iç geçiriyor, Metin Erksan filmleri izliyor, Orhan Atasoy kliplerini yeniden ve yeniden keşfediyor, üstüne bir de sabahlara kadar Çelik’ten Dongi Dongi dinliyor. Öyle bir şey işte. Ve abartmadan söylüyorum ki, benim sınav döneminde Harun Kolçak olan arkadaşlarım bile var (bkz: Rükneddin). O derece bir a acayiplik.


İşte biz geçen haftayı tüm bunların üzerine inşa ettik. Hem de hiç acımadan. Metin Erksan dedik. Kadın Hamlet dedik. Ve filmi başlattık.

Seyirciler içeride Türk sinemasının en tuhaf filmine maruz kalırken, biz de dışarıda adaçayı ve kahve eşliğinde Wordpress’in garipliğini deneyimleyip, teknolojiye pek de hoş olmayan sözler sarf ediyorduk.


Ben, Uğur E. : Adaçayı
Tuhaflığı sadece sütlü kahvesinden ibaret olmayan, Rükneddin S. : Sütlü kahve


Wordpress’le giriştiğimiz mücadeleyi kazandığımızda, filmin de bitmek üzere olduğu fark ettik ve birer bardak su içip salona doğru ilerledik.


Film bitince, Türk sinemasına “auteur” kavramını sokan Metin Erksan’ın auteur’lüğü üzerinden konuşmaya çalıştık, onun bu yönünün vardığı uç noktayı göstermek istedik, ama pek başarılı olamadık. Fatma Girik’in bu filmdeki teatral oyunculuğunu bilmeden, onu izlemeye Köşk’e gelenlerin yarısından çoğu, filme burun kıvırdılar. Erksan’ın Hamlet parodisini yanlış bir hamle olarak değerlendirdiler ve bizi çok şaşırttılar. 



O an o salonda bulunan ve Köşk’ün deri kaplamalı ahşap sandalyelerine oturan herkesin, film hakkında bir şeyler söylemesi de sanırım 11 Nisan’ın en şaşılası anlarından birisiydi. Haftalar boyunca susmayı tercih eden seyircilerin, bir Metin Erksan filmine karşı koyamayıp dillerinin çözüleceğini hiç ama hiç ummuyorduk. Böylece, Metin Erksan sinemasının gücünü bir kez daha anlamış olduk.


Seyircilerin yönlendirmesi sonucu, Onat Kutlar’ın yıllar yıllar önce bir yazısında* işaret ettiği, Türk sinemasındaki diyalog problemine 2012 yılının 11 Nisan gününün saat 19.36 sularında yeniden eğildik. Herkes yine bir şeyler söyledi, yine konuştu ama yine bir sonuca…


Ve dağıldık.


Karnımızı doyurmak için Küçükpark’a doğru ilerlerken, gösterimden bize kalanın, Metin Erksan sevgimizi izleyicilere aktaramamamız, hatta üstüne üstlük üzerimize yapışmış olan müstehzilik nedeniyle yanlış bile anlaşılmamız olduğunu fark ettik.


*Bahsi geçen yazı “Türk Sinemasında Konuşmalar Üstüne Bazı Aykırı Notlar” olup yazıyı merak edenlerin bana bir haber uçurması yeterlidir.

14 Nisan 2012 Cumartesi

Köşk Haber Bülteni (4) Fetih 1453'ün Gerçek Yönetmeni Yakalandı

Günlerdir gündemi meşgul eden “Fetih 1453’ü Faruk çekmemiş, filmin asıl yönetmeni ortaya çıkan işin berbatlığını görünce kurgu aşamasında filmi terk etmiş” söylentisi doğru çıktı.


Filmi terk ettikten sonra İzmir – Küçükpark yakınlarında bir Dükkan – Ev’e kapanan yönetmen Attila Fokkuyruğu muhabirlerimizin sıkı çalışması ve Cafer’in ispiyonlamasıyla bulundu.


Muhabirlerimiz bedbaht bir yaşam süren Fokkuyruğu’nun Dükkan –Ev’ine gitti ve aşağıda gördüğünüz röportajı gerçekleştirdi.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Bir Gecede Okunan Klasikler Gibiydin Pasolini

4 Nisan Çarşamba : Teorema


İnanın bana sizlere doğruyu ben söylesem de fular takmadığım için sanat yazıları yazamadığım için buradan aşağı önce çömelip sonra gölgemi uyarlayıp cingılbels yuvarlanıyor ve tartaklana tartaklana bahçeye düşüyorum kafamda hipodrom içinde düşse de ses çıkarmayan konserveler açacakları kayıp dopdolu mirim dopdolu konserveler bezelyeli garnitürlü konserveler baksan içinden Babil kralları bile çıkar.




Teorema güneşli bir Nisan günü için fazla Teorema bir film. Sınavlar yaklaştıkça yaş ortalaması yükselen seyircilerimiz artık pek konuşmuyor.




Mesela diyorsun ki : Ne düşünüyorsunuz?

Diyorlar ki : Bir şey düşünmüyorum.



U.E. bile, yani sorsan Chantal de Chantal, ama Pasolini dedin mi tısss. Ne yapmış size bu Pasolini sayın Türkiye? Niye hakkında konuşmuyorsunuz adamcağızın? Ha, konuşanlar oldu. Teknik açıdan ilkel dediler. Marksizm’le ilgili kitap yazan genç yazarlar önerdiler. Ama isim vermediler.




İsmini vermek istemeyen Marksist yazarlar bitince Kapitalizm bindirmeli burjuva eleştirileri yapıldı. Filmin de bunu yaptığı ileri sürüldü.



Bundan sonra her izleyiciyi dışarıda konuşalım’lı önerilere sürükleyeceğim. Lavabom düşsün, yorganım yansın, kanım aksın ki dışarıda çok daha rahat oluyorlar. Mesela Tarkovski gösteriminden sonra arkamdan yavaş yavaş yaklaşan bir çift sessizce “Rükneddin bey o sahnede ne anlatıyordu Tarkovsky” diye sormuşlardı. Ben de kulaklarına eğilip sessizce “Bilmiyorum” demiştim.



Teorema’nın ardından da kendi aralarında sessizce konuşan insanlar vardı. Ama yaklaşınca sustular. Bir sonraki Çarşamba yeniden arşınlayacakları yolda yürümeye devam ettiler.



Ama Pasolini ve Teorema bir şekilde sürdü. “Gelen Adam” neydi, kimdi bilemezdik. Ama Pasolini’nin öfkesini anlayabilirdik. Burjuvalar olsun Marksistler olsun, Düz halk olsun hepsinden yavaş yavaş tiksinmeye başlayan ve ölümüne yedi yıl kalan bir adam başka nasıl bir film yapabilirdi ki?




Daha sonra “Neden Yürüyoruz ki?” diyen ve Matmazel Moraliya’nın Koltuğu’nu okuyan herkes gibi bir sonraki Çarşamba’yı ve Peyami Safa’nın aslında fena bir yazar (Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun özellikle giriş kısmını nasıl unutalım? Daha 9 yıl oldu.) olmadığını düşünmeye başladık.

7 Nisan 2012 Cumartesi

Köşk Haber Bülteni (3): "Tarkovski Benim Askerlik Arkadaşımdı."



"Tarkovski’nin çekimleri esnasında sıkılıp yarım bıraktığı filmi, Hopa’da, bir tulumcunun tulumundan çıktı. Kar üstüne kar yapan kışın bu haber, sinema dünyasında Tsunami etkisi yarattı. Minimalist yönetmenler ve eleştirmenler arasındaki, filmi kim bitirecek, tartışmaları sürüyor. Biz de haber ekibi olarak, önce Gürcistan’a ardından da sınırdan kaçak olarak Hopa’nın Şana köyüne geçerek tulumcuyla konuştuk:

'Tarkovski benim askerlik arkadaşımdı. Çok uykucu bir adamdı, uykuyu ve rüyaları kadınlar ve çocuklardan çok çok severdi, çoğundan neşe içinde kalkıp şöyle derdi, bir rüya gördüm, çok acayip, sisli puslu, durgun, zaman mefhumunun karmakarışıklaştığı, kimi arketiplere ve metafizik sembollere yaslanan bir film gibiydi. Bi gün yastığının altında küçük bir defter buldum, karman çorman harflerle, alelade çizimlerle, çoğunlukla geometrik şekiller ve karalamalarla doluydu, sanıyorum rüyadan aceleyle uyanıp gelişigüzel kaleme aldığı film notlarıydı. Son filmini herkesten gizli, tanıdığı tüm halklardan uzakta, Hemşin yaylalarında çekiyormuş. Biz de o zamanlar, söylemesi ayıp, Ruslara gidiyoruz tabi, haberi onlardan aldım. Ver elini Kaçkarlar. Uzun bir aranın getirdiği hasretle kucaklaştık. Bize de burada göz kulak olacak biri lazımdı diyerek beni derhal sete kabul etti. Kar kıyamet iki ay yattık orda. Bu soğuk kış gecelerinde içimizi ısıtan yegane yoldaşımız votkanın yerini yavaş yavaş ateş etrafında tulum eşliğinde Hemşin horonu aldı. Kar iyice tutturmuş, sette muhabbeti ilerletmiştik. Andrei dedim, yaylacılar neredeyse dönecek olum bitirelim artık şu filmi, yaylacılar lafımdaki vurguyu önemsemeden dönüp, abi film ilerlemiyor, bırakacam galiba, dedi, o an sanki kar bütün ses dalgalarını filtrelemiş, yalnızca çakal sesleri duyuluyordu, dişi çakalın acı acı bağırışlarına dayanamayıp aynı anda tırkazından kopmuş kapı gibi ağlamaya başladık. Paltosunun iç cebinden kalın bir rulo çıkarıp, vasiyetimdir, bu filmi bir gün Hemşin’in bu yüce dağlarından kopup Türkiye’nin Tarkovski’si olacak o güzide yönetmene ver. Fragmanlaşan hep devamlılıktır kahkaha tarihi açısından, dedi. O gece için yavaştan şişirmeye başladığım tulumu gerisin geri boşalttım. Filmi alıp tulumun içine sardım.

Ergen blogger kızlarının yoğun uyarılarına karşın, Tarkovski acayip çirkin yalnız iğrenç yalan ve zeki bir adamdı. Hayatta yıldırımdan sonra en çok korktuğu, bir şeye karşı olmak’tı.

Karadeniz müziğine eşsiz katkısını da unutmamak gerekir. Zanaatıma gıpta ettiğini her fırsatta dile getiren Tarkovski’nin, sinema bitti aga, artık ben de tulum öğrenip mani besteleyecem, deyişini, bir gece ateş başında “Tulumci tulumunun navi olayim navi” adlı bestesini okuyuncaya kadar ciddiye almamıştım.' " (Associated Press)

Münir Özkul / Batum


4 Nisan 2012 Çarşamba

Vaktim Yok Gerizekalı İsveççe Bu Akşam Bildiğim Bir Dil Değil ( 28 Mart İçin)

28 Mart Çarşamba : Zerkalo.


İnsanlar tam 17:34’te Köşk’te.


İnsanların bazıları Kadın Bazıları Erkek bazıları da cinsiyet konusunu sallamış.

Tespit edilen mal adedi : 1

Tespit edilemeyen ve filmden etkilenen insanlar ise aniden kalkıp gitmekle “acaba ne konuşulacak bir dinleyeyim” ikileminde.

Sunum ilk kez kayıt altında. Tarkovski hakkında bilinen şeylerin yanında “TARKOVSKİ” olayı yerine sadece “Tarkovski” konuşmaya çalıştık. Çağrışım kelimesi anahtar işlev gördü. Evet, çağrışımlar üzerinden ilerleyen Sinema.





Soru : Neden Ruslar? Cevap : Çünkü adamlar tuhaf.

Avrupa’yı gezen kardeşlerimiz ise bu Rus Sineması örneğine sanırım ya da bir şekilde burun kıvırdılar. Ama ben görmedim. Evlerinde ya da bir ağaç dibine çöküp gizlice yapmış olabilirler bu hareketi.


Metafizik yaklaşım nedir o çözülemedi. Köşk tarihinin ilk asılma olayı da yine bu gösterimde yaşandı.


Film bittiğinde doğal olarak kimse bir şey anlamadı. Görüntülere kendilerini bırakanlar,illa da anlayacağım diye sebat edenler ve sıkılsa da belli etmeyenlerle birlikte bir filmi daha nihayete erdirdik.



Sonuçta “Tarkovski koymadık demeyiz” avuntusu ve büyük büyük laflar etmemenin getirdiği bireysel huzurla evlerimize yollandık.


(Aradan bir U.E sesi) : Haftaya da bekleriz.

(Aradan duyulamayan bir başka U.E. sesi) : Herkese Chantal Akerman öneriyoruz.

3 Nisan 2012 Salı

Yukarıdan Aşağı Dans Ettik Seninle Todd Haynes


Buradan sonra Fenerium’un önünden geçtim. İnsan neden forma alır ki? Ya da neden insan yolda yürürken “acaba neden yürüyorum” demez ki?. Mancınık denen şeyi icat eden adam “şimdi de gidip yemeğimi yiyem” demiş midir? Einstein hiç yıkanmıyorsa bu kadar pis bir adama kim, nasıl güvenmiş? Git yıkan olum ne göreliliği diyen olmamış mı? Ya Todd Haynes?


Safe diye bir filmi var Todd Haynes’in. Bir kere konuyla alakasız olacak kusura bakmayın sayın okuyucu da ben hani şu kostümlü dramalar vardır ya? Hani İngilizler çeker genelde bu filmleri. Mutlak bir entrika etrafında şekillenen hikâyeler çok süslü kostümlere bezenmiş karakterler etrafında gelişir. Hani bu filmlerin süresi 2 saati falan aşar. Genelde bir kadının iç dünyası ya da kıskançlığın iç çelişkisinin yarattığı bunalım bu filmlerin dramatik yapısını belirler ya. Hani film sıkar sıkar sıkar da bir türlü bitmez ya. Hani Allah belasını versin perdeye kavun atasınız gelir ya sıkıntıdan. İşte bu tip filmleri ben çok severim. James Ivory filmleri mesela. Seviyorum Esteban. Manzaralı Oda olsun, Howard’s End olsun saatlerce izlerim ben bunları. Peki Safe ile bunun ne alakası var? Yok tabi canım ne olacak



Ama bir başka Todd Haynes filmi olan Far From Heaven azıcık şu yukarıda bahsettiğim tipte filmlere benziyor. Onu da pek sevmiştim. Geçenlerde de Safe’i izledim. Ummadan saplandım filme. Tahmin edebileceğiniz gibi film yine bir kadın hikâyesi. Kadın karakterimiz (Carol) diğer Todd Haynes filmlerinde olduğu gibi Julianne Moore tarafından canlandırılıyor. Zengin ve mutsuz kadınımızın mutsuzluğu zamanla hastalık boyutuna ulaşıyor. Ama bak öyle anlatıyorum ya böyle değil aslında. Bu film 21.yüzyılın paranoyasını bir anlamda hastalığını tespit eden ilk filmlerden biri. (Film 1995 yapımı)





Bağımlılıkların, tıbbın tehlikeli iktidarının, “kişisel mutluluğu yaratma cemaatleri”nin korkunçluğu ilk kez bu kadar net bir şekilde çıkıyor izleyici karşısına. Hiçbir çıkışın olmadığı dünyada kalakalmış insanlar. Bir şeylere bağımlı olmadan bir dışsallığa gerek duymadan ayakta duramayan karakterler var bu filmde. Ve tüm bunlar öyle yavaş yavaş gayet normal akarken olayın dehşeti tamamen çıkıyor ortaya.






Eğer filme efekt falan katılsaydı,oyunculuklar abartılsa, üzücü ve korkutucu müzikler konsaydı asla bu kadar etkileyici olmazdı bu film. Her şeyin gayet olağan bir şeymiş gibi anlatılması (ve aslında hayatın da aynen böyle filmdeki gibi sürmesi) filmin hazmını zorlaştırıyor. Carol ile (Moore) bir empati yaşamanız mümkün olmuyor. Çünkü Haynes mutlak bir mesafe gözetiyor filmde. Katharsis beklentilerimiz aşağı düşerken filmin bu “uzak” tavrı rahatsızlık verici boyutlara ulaşıyor. Mesela ben Gaspar Noe izlerken pizza yiyip kola içebilirim. O “vur kır tecavüz et” sahnelerini “mehh” diyerek karşılayabilirim. Çünkü anlık dehşet yaratma hamleleri çoğu zaman başarısızlığa ulaşır. İşte Haynes bunu yapmıyor. Dehşeti “vur kır kan dök” şeklinde göstermek yerine filmin alttan alta sürüklenen akışına ekliyor. Bu akışa kapılırsanız da 2 saat gözleriniz açık bakıyorsunuz ekrana.







Bakmak istemezseniz de,bak çok ciddi söylüyorum : Bana ne? Bak valla diyorum : Bana ne abi. Sonuçta hepimiz Gogol’ün paltosundan çıktık. (Aradan bir ses): Flaubert hariç

13 Aylı Bir Yıla Girerken Düşenler (Cafer ile Yolda Yürürken Röportaj)


“Eğer yaşam sizde coşku uyandırıyorsa, yaşamın bir karşıtı olarak gölge, yani ölüm de coşku uyandırmalıdır. Coşkulanmasanız da, nasıl yaşamın bilincindeyseniz aynı biçimde ölümün de bilincinde olursunuz…Temel yaratılışınız tümüyle ümitsiz de olsa sinir sisteminiz iyimser bir kumaştan yapılmış olacaktır”




Saat 08:00. İnsan bu saatte neden 13 Aylı Bir Yılda.

Şimdi bu Fassbinder böyle yaşamasaydı, günde iki saat uyuyan, uyuşturucu bağımlısı, erkenden ölen bir adam olmasaydı yine bu kadar sever miydin?

Hayır sevmezdim.

E ne o zaman bu artistlik. Yani herif kendini mahvetti diye niye bu kadar özel oluyor, duygusallıkla yaklaşılıyor?

Hasara uğramış insanlar daha ilgi çekici oluyor. Kendileriyle uğraşmaktan ahkam kesmeye, ödül almak için uğraşmaya, didaktik olmaya, “sanatçıyım ben sanatçı” demeye fırsat bulamıyorlar. Bu da ilişki kurmanı kolaylaştırıyor. 

İyi de kendiyle uğraşmayıp biraz dünyada olup bitenlere,adaletsizliklere,haksızlıklara kısacası acılara baksa her anlamda daha faydalı olmaz mı? Bu içe dönüklük kendini tüketmesinin yanında majör tüketimin de bir parçası olmasını sağlamıyor mu?
 
Sağlamıyor. Acıyı hissetmen için dönüp etrafına bakmana gerek yok. Dünyada olup biten her şeyi,adaletsizliği vs. başka şeyleri de kendi bireysel hayatında “yaşayarak” çok daha kolay anlayabilirsin. Dolayısıyla gerekli ilişkiyi kurman da kesinlikle mümkündür. Ağlayıp zırlamak,insanlar acı çekiyor demek sadece bir katharsis yaşatır. Yapılması gereken o acıyı paylaşmadan önce yaşamaktır. O acıya neden olan şeylere maruz kalmasan da.