31 Mayıs 2012 Perşembe

O Günlerin Yerinden Başlamamış Uykusu (Bir Cafer Üzerine Kısa Film Hikâyesi)


İstiklal marşı okunduktan sonra sınıflarına dağılmışlardı. Ben okula geldiğimde ise sınıflara dağılmalarının üzerinden yaklaşık yarım saat geçmişti. Müdür yardımcısının yanına gittim. 2 gün önce bu okula kaydolduğumu, Lise 2’ye devam edeceğimi söyledim. Müdür yardımcısı balkona çıkarak “Aha işte, sınıfın orası” dedi, uzakta bir kapıyı işaret ederek. Pek bir şey anlamamıştım ama “Tamam” dedim. Merdivenleri inerken duvarlara asılı Osmanlı padişahları ve cumhuriyet dönemi Türk büyüklerinin resimlerine baktım. Avluya çıkınca yukarıdan müdür yardımcısının işaret ettiği istikamette ilerlemeye başladım. Avlu dedim zira bulunduğum okul eskiden hapishane imiş. Mimarisi birbirine bu kadar benzeyen iki devlet kurumu Foucault’nun ağzını sulandırırdı sanırım ama benim daha kişisel problemlerim vardı. İlkokul ve Ortaokul hayatım boyunca yaklaşık 8 tane okul değiştirmiştim. Hepsinde de sınıfa sonradan katılan adam olarak çok yabancılık çekmiştim. Zira ben okula gelmeden, daha sınıfımı bilmeden, herkes birbiriyle arkadaş, eş dost oluyordu. Lise ve altı okullarda arkadaş olmanın süresi tek bir hamlede bir ceylanı boynundan yakalayan çıtanın hareket süresiyle eş zamanlıdır.



O gün de kafamı sağa sola çevirip 10-D sınıfını ararken, içeriye nasıl gireceğimi, hocaya ne söyleyeceğimi, boş  yer bulabilirsem nasıl oturacağımı,”yeni gelen tipe bakma çılgınlığı”ndan nasıl kurtulacağımı, ilk diyaloga girdiğim kişiye nasıl hitap edeceğimi (sıfat olarak “dostum”u kullanmayı tercih ediyordum. Ama duruma göre “arkadaşım” “kardeş” “baba” “dayı” gibi laflar da edebiliyordum) düşünüyordum. Avluda yürümeye devam ederken eylül ayının o ne idüğü belirsiz havası da durmadan değişiyordu.  Önce gök gürlüyor, hava kapanıyor, saniyeler sonra ise güneş kendini yeniden gösteriyordu. Bu esnada sınıflardan birinden bir kız çıkarak bir yere doğru koşmaya başladı. Ardından da bir kız daha çıktı ve “Fatoş bekle, ben de izin aldım öğretmenden” diyerek Fatoş’a doğru gülerek koşmaya başladı. Daha ilk günden kızlara aşık olmak gibi bir adetim olmadığı için, bu insanlarla sakin bir arkadaş üslubuyla konuşmaya karar verdim.



Kızlardan Fatoş olanına doğru hızlıca hareket ettim. Sonradan sınıftan çıkan ve benimle aynı hızla Fatoş’a doğru hareket eden ikinci kızla aynı anda Fatoş’un yanında bitiverdik. Yine âdetimdir, ortamda birden fazla kız varsa sadece biriyle ilgilenip diğerlerinin aslında hiç de umrumda olmadığını gösteren davranışlarda bulunurdum. Yine öyle yaptım. Sanki ikinci kız hiç yokmuş, neşe içinde sınıftan çıkıp Fatoş’a doğru koşmamış gibi davranarak sadece Fatoş ile ilgilendim. Gözlerinin tam içine bakarak sordum  “10 D sınıfı nerde biliyor musunuz acaba?”. Tam ağzını açmıştı ki ikinci kız “aa işte şurada, karşıda” dedi. Ona aldırmadığımı gören Fatoş bana bakarak “evet işte şurada dedi” eliyle  Kuzeybatı yönünü işaret ederek. Sonra da ikinci kızın koluna girerek hızla kızlar tuvaletine doğru ilerledi. Bir süre onları izledim. Tuvalete girip kapıyı kapattılar. Ben de asıl sorunuma dönüp 10-D sınıfını aramaya devam ettim.


Pantolonuma kemer takmayı unutmuştum. Bir elimle pantolonumu, diğer elimle kıvırdığım defterimi tutarak dümdüz ilerlemeye devam ettim. Karşıma çıkan bütün merdivenlere tırmandım. Sonunda bir koridora girdim. Koridor yeni okul giysileri ve buna karışan axe parfüm ve hoby jöle kokuyordu. Yavaş yavaş ilerledim. Önce 10 A sonra da 10 B’yi gördüm. 14 adım sonra, koridorun sonuna doğru 10 D sınıfını buldum.



Bir an vazgeçip eve dönmeye karar verdim. Ayağımın altında bir dondurma külahının etrafında toplanan binlerce karınca vardı. Önce karıncalara sonra da kafamı kaldırıp yarım görünen gökyüzüne baktım. Ne sonbahardı ne de dünya çok tuhaftı. Sonra derin bir nefes alıp o yıl boyunca birçok kez yapacağım şeyi yaptım ve 10-D sınıfının kapısını iki kez tıklattım.











30 Mayıs 2012 Çarşamba

Geçen Yıl Köşkü'nde

2010 demiştik geçen sene, hatırlanacak berbat bir yıldı. 2011 ve 2012’nin ilk 5 ayı da bu anlamda göze çarpan değişikliklerle dolu değildi. Ama biz burada kişisel dünyamızı bir kanepeye atıp elbette ki filmlerle ilgilendiğimiz için şapşahane filmler koyduğumuzu da ayak ayak üstüne atıp iddia edebilirim.


Kısaca bir göz attığımızda yönetmenlere eğildiğimizi tespit edebiliriz. Daha çok Baba yönetmenlerden yana tavrımızı açık gösterirken (Parajanov, Tarkovski, Godard, Pasolini, Bergman, Erksan, Rohmer, Allen, Kieslowski, Dumont) yeni ve önü açık yönetmenlere yer açmayı da ihmal etmedik ( Petzold, Considine, Tykwer)


Uzatmadan istatistiklere ve elbette ki en klişe sinema eleştiri metodu olan “en” lere geçelim :


Gösterilen film adedi :  20 ( Geçen seneye nazaran film sayımız epeyi düştü. Cuma gösterimlerinin iptali bu durumda önemli bir rol şey etti kuşkusuz. Geçen sene gerçekleşen kısa süreli Desem macerasını da sayarsak bu yılki film sayımız neredeyse yarıya düşmüş. Gerçi geçen sene de deli s…ş gibi haftada 3 film koyuyorduk. O da saçma bir durumdu kuşkusuz)

 -------------------------------------------------


Yılın En İyi Filmi : Pierrot Le Fou ve Sayat Nova ve Zerkalo


Yılın En Tartışılan Filmi: Öğleden Sonra Aşk ( Rohmer – Kadının eşi aldatmalı mıydı aldatmamalı mıydı? Durum ne kadar ahlâkiydi? İslam’dan bakınca film nasıl gözüküyordu? Hepsi konuşuldu.)


Yılın En Az Tartışılan Filmi: İsa’nın Yaşamı (Yaklaşık 10 dakika boyunca duyduğum: “Evet, güzel tespitlerde bulunmuşsunuz.” Halbuki ne de çok konuşulası bir filmdir o.)


Yılın En Güldüren Filmi: Wanda Adında Bir Balık (Yani)


Yılın En Salondan Kaçırtan Filmi: Zerkalo ( Ne diyeyim? Yalnız bir “Film socialisme” değildi.)


Yılın En Aşk Filmi: Tyrannosaur ( Aşk filmi falan değil ama ha yanlış anlaşılmasın)


Yılın En Tuhaf Filmi: Film. –Şu Beckett’ın yazdığı– (Bittikten sonra salondaki hemen hemen herkesin “ee neydi yani bu şimdi” bakışını unutmak mümkün mü?)


Yılın En Yazısı: Hiç Hesapta Yokken Bir Behçet Bir Nacar – Uğur E. ( Siyasi tespitlerden Ruanda’ya doğru uzanan bir yolculuk. İnsan bir yazıdan başka ne ister?)


Yılın Kahvesi: 2 Kasım 2011 tarihinde Çoğunluk gösteriminden evvel benim yaptığım kahve. Bu yıl çok kahve sıkıntısı yaşadık. Bazen içemediğimiz bile oldu yani. Kötüydü.


Yılın Keki: Tyrannosaur gösterimine Deniz’in getirdiği Tarçınlı ve öyle sanıyorum cevizli kek. Ispanaklı bile olabilir. Harikaydı.

Yılın En Allahsız Filmi: Hayvanlar Melekler ve İnsanlar (Cennet sandığımız gibi bir yer değilmiş. Bunu da bu yıl bu filmle öğrenmiş olduk.)


Yılın En Çok Seyirci Toplayan Filmi: Valla, ya  “Komşunun Evine Tamah Etmeyeceksin” ya da   “Çoğunluk” ama saymadım. Neyse.


Yılın En Az Seyirci Toplayan Filmi: Bunu da saymadım ama Tyrannosaur olsa gerek. Yazık ettiler. Beton gibi filmdi oysa.


Yılın En Kozmopolit Gösterimi: 40 Metrekare Almanya gösterimi. Alman’ından, İngiliz’inden tutun da göçmen Türk’üne kadar, hatta üniversite dergisinden röportaj yapmaya gelenine kadar bir sürü değişik insan vardı.


Yılın En İyi Sunumu: Uğur E. 40 Metrekare Almanya olabilir. Tam hatırlamıyorum olan bitenleri


Yılın En Kötü Sunumu: Kadın Hamlet’in ilk 6 dakikasında Uğur E’nin yaptığı sunum. Görüntüleri de var ama paylaşmıyor genç adam. Böyle var ya “Sınavlarım Var” falan diyor, “Kusura Bakmayın Hazırlanamadım” falan diyor, o derece yani.


Yılın Cümlesi : “Ben İslam’dan yola çıkarak baktığımda…” ( Öğleden Sonra Aşk gösterimi)


Yılın Akıllara Kazınan Öğüdü: Avrupa’yı çok gezmiş ve 43 yaşına kadar varoluşçu kalmış bir izleyiciden Rükneddin S.’ye: “Rükneddin kardeşim, sen Freud’u iyi okumamışsın, sana Freud’u güzel okumanı öneriyorum. Sonra otur bir daha izle bu filmi. Hep Freud bu. Hatta oturalım tüm Bergman filmlerini beraber izleyelim, konuşalım.”


Yılın En Tespiti: “Ben Avrupa’ya çok gittim ve İtalya’da polisler bu filmde olduğu kadar çabuk aşık olmazlar.” (Cennet gösterimi)


Yılın Seyircisi: Hediye Dumlu ve sarı saçlı hanımefendi. Adını öğrenince yazacağız.

 -------------------------------------------------

Ve Yine : Haydi gidip denize girin şimdi. Ya da şnorkel ve gözlük ile dalın. “Denizin altında ilginç olan ne var ki?


Rükneddin S. ve -az da olsa- Uğur E. / Mayıs'ta ve çeşitli zamanlarda

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Döndüğümden Beri Bakındığım Bazı Şeylerin Ötesi


Bir B film nasıl seçilirken Russ Meyer isminden geçilirse, Russ Meyer’in adındaki iki “e” harfinin varlığının önemine değinmeden de geçilir. Filmlerinin her yerine “+3” puan ekletecek bu duayenin bir türe (istismar sineması) katkısı, o türün sadece büyük memeli kadınlardan ibaret olduğu algısına ket vuracak cinstendir. Fakat nice Russ Meyer filmi layık olmadığı şekillerce harcanıp, bu da yetmezmiş gibi yapayanlış algılanmıştır. Ucuzlukla itham edilip ucuz eleştirilere maruz kalmıştır. Yazıktır.


Beyond the Valley of the Dolls (imdb kaydı 1970’i işaret ediyor) adındaki filminin bu konudaki akıbetini hiç bilmesem ve merak etmesem de diğer Russ Meyer filmlerinin başına gelenlerin onun da başına geldiğini seziyorum. Herkesin ortak kanısına göre, Meyer bu kez de, Hollywood’un “çirkin” ve “gerçek” yüzünü göstermeyi hedeflemiş, bir rock’n roll grubunun şöhret basamaklarını tırmanırken girdikleri ortamların “leş”liğini, yaşadıkları değişimi anlatıp, o “karanlık” taraflara eğilmeyi düşünmüş. Fakat işin aslı öyle değil. Kanımca, nüfus müdürlüğüne göre adı Russ Meyer olan o adam, o kadar da yüzeysel ve sığ eleştiri yapan, dümdüz, Birol Güven ruhlu bir adam değil. Bambaşka şeyler var Los Angeleslarda.


Öncelikle filmin görünen yüzü, olayların mekanı Los Angeles’a bakalım. Ya da vazgeçtim, bakmayalım. Pek bir şey yok çünkü orada.

 
Üç kadından oluşan müzik grubu ve grubun menajeri -ki aynı zamanda grubun solistinin (Kelly) sevgilisi- olan Harris, Los Angeles’a gidip başarıdan başarıya koşmaya ve Kelly’nin uzun yıllardır görmediği teyzesini bulmaya karar verirler. Şansa bakın ki, Kelly’nin teyzesi aynı zamanda Hollywood’da çalışan bir reklamcı/dekoratördür. Onlara aradıkları ortamı, gerekli olan bağlantıları verir ve onları ünlü bir yetenek avcısının partisine götürür. Ondan sonra da grup bekledikleri patlamayı yapar ve genç kadınlarımız “yozlaşmış” diye nitelendirmemiz için gözümüze gözümüze sokulan marjinal ortamların müdavimleri ve değişmez elemanları olur. Uçtalıklarına uçtalık katarlar. Fakat tüm bunlar olurken menajer Harris bir anda kendini grubun dışında bulur. Tıpkı mütedeyyin kesime hitap eden televizyon kanallarında yayınlanan benim o çok sevdiğim dizilerdeki gibi, karakterlerimizin başlarına kötü şeyler gelir, fakat filmin sonlarına doğru da herkes doğru yola döner. Hatta hepsi de hippi olmaktan vazgeçip evlenmeye karar verir.


Filmin yüzeyinde olaylar böyle akarken aslında orada çok başka şeyler olmaktadır. Hatta hınzır Russ Meyer filmine “Freud”un adını da yerleştirerek, filme o açıdan bakmaya çalışanları da yanlış yöne sevk etmektedir, adeta onlarla dalga geçmektedir. İşin en ilginç tarafı ise benim bu numaraları yutmayan hiç kimseye rastlamamış olmam.


Şimdi dördüncü paragrafı bir de böyle ele alalım:


Üç kadından oluşan müzik grubu ve grubun menajeri -ki aynı zamanda grubun solistinin (Kelly) sevgilisi- olan Harris, Los Angeles’a gidip başarıdan başarıya koşmaya ve Kelly’nin uzun yıllardır görmediği teyzesini bulmaya karar verirler. Üç kadın demiştik: gitarist Casey, solist Kelly ve Afro-Amerikan (neden bunu belirttiğimi ileride açıklayacağım) baterist Patronella. Kelly ve Harris arasındaki ilişkiye imrenen ve aslında Harris’ten hoşlanan Casey, Kelly’yle aralarındaki ilişkiye binaen (karşılıklı saygı ve sevgi) bu durumu dışavurmaz. Hatta Harris’e duyduğu hisleri gizlemek için lezbiyen eğilimler gösterir, içinde yaşattığı o aşka kendisini yabancılaştırmaya çalışır. Lezbiyenlikle Harris’e olan saplantılı aşkını kendisinden dışarı atmayı, onu reddetmeyi dener. Tabi Russ Meyer bize bu hikayeyi böyle anlatmaz. Onu doğrudan imajlarla vermez. Aksine bu olayları imajların arasına yerleştirerek tüm o Vertovcu yanını bize sezdirmeye çalışır. Casey’nin Harris’e olan saplantılı aşkını film boyunca imajlar arasında “biriktirir.”


Şansa bakın ki, Kelly’nin teyzesi aynı zamanda Hollywood’da çalışan bir reklamcı/dekoratördür. Onlara aradıkları ortamı, gerekli olan bağlantıları verir ve onları ünlü bir yetenek avcısının partisine götürür. Harris ise bu yetenek avcısını Kelly’nin etrafında gördüğünde Kelly’yi ondan kıskanır gibi görünür, toplumsal cinsiyet rollerinden en uygun olanına bürünmüş bir halde, duruma uygun tepkiler verir. Fakat aslında bastırılmış bir eşcinselliğin mağduru olan Harris’in verdiği tepkiler, kendisinin bile kabullenmek istemediği eşcinsel arzularından kaynaklanmaktadır. Yetenek avcısı ile Harris arasına konumlanmış olan Kelly üzerinden, kendisine “yasak” görünen bu eşcinsel dürtülerinin suçluluğunu yaşamaktadır Harris. Yetenek avcısı ile sürekli cinsel bir gerilim içerisindedir, onu arzulamaktadır. Ve arzularını inkar edip, kendine heteroseksüel olduğunu kanıtlamak için partide ona asılan porno yıldızı bir kadınla birlikte olmayı kabul eder. Beraberce geçirdikleri birkaç gecenin ardından kadının ona, yatakta iyi olmadığını, söylemesi üzerine yine korkuya kapılan Harris, Kelly’nin de kendisini terk etmesi nedeniyle, Casey’nin yanına gider.


Casey ise, tüm Amerikalı eleştirmenlere göre, Hollywood’un şaşalı partilerinden hoşlanmadığı için evinde kalmayı tercih etmektedir. Fakat biz biliriz ki, Casey kendisini bu zorunlu tehcire Harris yüzünden itmiştir. Bilinçdışındaki Harris korkusu ve aynı zamanda ilgisi, onunla aynı ortamda bulunmayı bile ona zor kıldığı için evinde kalıp kendisini alkol ve uyuşturucularla teselli etmekte, kadınlarla sevişmektedir. Harris’in onun yanına gelmesi Casey’i sevindirmiştir. Beraberce votka içip dertleşmeye başlamışlardır. Fakat Harris’in heteroseksüelliğini yine kendisine kanıtlaması gerekmektedir. Olaylar da her iki tarafın amaçlarına uygun şekilde gelişir. O gece birlikte olurlar. Fakat sabahleyin uyandıklarında Casey’nin aklına gelen ilk şey yine Kelly olur. O yüzden Harris’le yaşadıkları bu ilişkiyi kabul edilemez bulur. Ve Harris’i kendisine zorla sahip olduğunu iddia ederek evden kovar. Bu saplantılı aşkını sıradan bir zemine oturtmak istemez. Bu durumdan yine kaçar.


Onlara aradıkları ortamı, gerekli olan bağlantıları verir ve onları ünlü bir yetenek avcısının partisine götürür. Ondan sonra da grup bekledikleri patlamayı yapar ve genç kadınlarımız “yozlaşmış” diye nitelendirmemiz için gözümüze gözümüze sokulan marjinal ortamların müdavimleri ve değişmez elemanları olur. Uçtalıklarına uçtalık katarlar. Fakat tüm bunlar olurken menajer Harris bir anda kendini grubun dışında bulur. Sonra da kendisini yüksekçe bir yerden atar. Bu atlayışın sebebi, Kelly’ye duyduğu aşk, grup dinamiklerine olan inancın sarsılması gibi görünse de, asıl sebep heteroseksüel olmadığını fark etmesidir. Atlayışın ardından belden aşağısı felç olur. Böylece kendisini cezalandırmış olur. Eşcinselliğinden felç olduğu süre boyunca kaçabilecek, o arzusunu baskılayabilecektir.


Casey ise Harris ile birlikte olduğu geceden hamile kaldığını fark eder. Harris’in bebeğini taşımak onu içten içe mutlu etmekte ve bu bebeği doğurmak istemektedir. Saplantılı aşkının ürününe sahip çıkma amacındadır. Bunu rasyonel bir zemine oturtmak için de Kelly’ye, Harris’in felç olduğu için artık bebek sahibi olma ihtimalinin olmadığını, bunun onun son şansı olduğunu söyler.


Bu kötü olay, grubu Harris etrafında yeniden bir araya getirmiştir tabi. Hemen hemen tüm üyeleri içinde bulundukları bu Hollywood “bataklık”ından rahatsızlık duymakta ama tam olarak ona karşı tepki geliştirememektedir. Russ Meyer bu başkaldırının gerçekleşmesini yine cinsel bir gerilim anına yapıştırarak, filmi oturtmaya çalıştığı zemini güçlendirmektedir.

 
Bir gece Casey ve o sıralar birlikte olduğu kadın (-ki bu kadın feminizmi tamamen yanlış anlayıp olayı erkek düşmanlığına vardırmıştır-) ve zengin avcısı bir jigolo, grubu keşfeden yetenek avcısının evine özel bir davete giderler. Bu davet bir noktadan sonra cinsel bir oyuna dönüşür ve filmin başından beri resmedilen “Hollywood yaşantısının oyundan ibaret olduğu (bir sürü oyun oynayan insan)” iyice somut bir temsile vardırılır. Böylelikle Homo Ludens’e de göz kırpılmış olur. Neyse. Casey ve kadın beraber olurlar. Yetenek avcısı adam da evine davet ettiği jigoloyla birlikte olmak ister ama jigolo tarafından defalarca reddedilir. Ve bu tatmin olamama halinin yol açtığı çıldırışla jigoloyu öldürür. Hem de oldukça fallik bir objeyle: kılıç. Ardından tabancasını alarak, o gece tatmin olmayı başarabilmiş Casey ve kadına yönelir. Çünkü onun tatminsizliğinin nedeni, ona göre, herkestir. Bu durumda suçlanması gerekenler orgazm olup huzur içinde uyuyanlardır. Kadın uyurken yine fallik bir obje olan tabancasını kadının ağzına sokar ve onu da öylece öldürür. Casey ise bir şekilde odadan kaçmayı başarır ve evdeki telefonla grup arkadaşlarını arayarak onlardan yardım ister. Fakat tatmin olamamış bir adamın gözünde, tatmin olmuş bir kadın oldukça cezbedici bir cinayet nesnesidir. Adam Casey’i de öldürmeye çalışır, o sırada grup üyeleri eve gelir, adamı durdurmaya çalışırlar ama çıkan arbedede Casey vurularak cansever.


Film boyunca “yitip giden” o masumiyet duygusu Harris’in felcinin tek sebebidir aslında. Biriken ve ekran dışına taşan şeydir o felç (Yine Vertov). Transandantal imajdır. Müdahaleyi de Bresson filmlerindeki gibi “el” değil, cinsel organlar yapar. Her bir temasta “kirlenmeler” birikir, birikir. Ve aşkın imajlara varılır. Fakat bu transandantal imaj mefhumu Russ Meyer’in “ucuz” sinema yaptığı algısıyla görülmek bile istenmez.


Bu son olayların ardından sonra (Casey’nin ölümü ve grubun artık Hollywood’da yer almak istememesi) Harris’in felci de iyileşmiştir. Grup üyeleri tekrardan doğru yolu bulmuşlar ve Harris ve Kelly evlenmişlerdir. Casey’in mutlak ölümünden sonra evlenmeleri için ortada hiçbir engel kalmamıştır çünkü. Aslında arbedede can veren Casey’nin ölümü, Kelly ve Harris tarafından da istenen ve beklenen bir ölümdür, tekrardan “saf” ve “temiz” bir ilişki yaşamaları ve Harris’in felcinin iyileşmesi bu yasak ilişkinden doğacak olan bebeğin de Casey’le birlikte ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Hollywood’daki günahları Casey ve bebeğinin kurban edilmesiyle temizlenmiş olacaktır. Nitekim öyle de olmuştur: karakterlerimizin başlarına kötü şeyler gelir, fakat filmin sonlarına doğru da herkes doğru yola döner. Hatta hepsi de hippi olmaktan vazgeçip evlenmeye karar verir.



Filmin ırkçı tavrı da dönemin bakış açısını göstermesi yönünden ilginç bir yere işaret etmektedir bana kalırsa. Gruptaki Afro-Amerikan bateristimiz Patronella üzerinden ilerleyen bu ırkçılık, Afro-Amerikanların sadece Afro-Amerikanlarla duygusal/cinsel birliktelik kurduğu bir düzeni imlemektedir. Film boyunca Patronella’nın yakınlaştığı isimler hep Afro-Amerikanlar olmuştur. Onun dışındaki bir birlikteliğin bahsi bile geçmemiştir.


İşte bana göre Russ Meyer, Beyond the Valley of the Dolls (1970) filminde sanıldığı gibi dümdüz bir Hollywood eleştirisi yapmamakta, onun yerine cinsel kimlikler ve “öteki”ler üzerinden şekillenen bir film kurarak, karakterlerinin bu dünyada yer edinme çabasını anlatmaktadır. Fakat senede iki film çeken bir yönetmen için bu kadar Faster, Pussycat! Kill! Kill! (1965) ne de güzel bir filmdir, bu kadar Beyond the Valley of the Dolls (1970) yanlış hamlelere maruz kalmış.

27 Mayıs 2012 Pazar

Bir de Bizden Okuyun: Halloween


Popüler Amerikan sinemasının kimi örnekleri öylesine kabul görmüştür ki başlı başına bir Janr’a isim vermişleridir. Gençlerin katledildiği korku filmleri desek aklınıza bir sürü film gelir sanırım. Kendi içinde de pek çok alt türe ayrılan bu filmler (Trash mesela ya da B film) etraflarında topladıkları ve zamanla bir kitleye dönüşen hayranlara da sahiptir.


Üzerine ciltlerce makale yazılan bu tür filmler artık popüler kültürün değişmez nüveleri olarak dikkat çekmekte. Halloween, Elm Sokağı Kâbusu, Çığlık, Chucky gibi filmler ya da Texas Elektrikli Testere Katliamı, Yaşayan Ölülerin Gecesi gibi filmler bahsettiğimiz durumun en popüler örnekleridir.


İşte biz de bugüne kadar üzerine binlerce şey yazılan bu filmler üzerine bir kere daha yazacağız. Peki neden? Çünkü (Burda Cafer’in bakış açısının önemli bir katkısı var. Bizi dogmatik uykumuzdan uyandırdı) bu filmler belirli bir bakış açısı dışında hiç değerlendirilmedi. Zizek bile en fazla Lacan üzerinden psikanalitik yorumlar geliştirerek bu filmlerden bahsetti. Üzerine akademik tezler bile yazılan bu filmler maalesef bu kalıplaşmış bakış açılarından kurtarılamadı.


Oysa durum bambaşka. İşte biz de size bunu göstermeye çalışacağız. Örneğin Cafer S. az sonraki satırlarında size Halloween’ın aslında “Bastırılmış Lezbiyenliğin Şiddet Unsuruna Dönüşmesi” üzerinden ilerleyen dramatik yapısından bahsedecek. Gördüğümüze bakmak yerine arka planı anlamamızı isteyen bu yazı sanırım bugüne kadar ki Trash ve B film literatürünü alt üst edecek.


Bu dizimizi Cafer S., Uğur E. ve eğer katılmak isterse Kudret Sezer sürükleyecek. Ben ise Trash ve B tipi filmlere daha en başından bir ilgisizlik duyduğum ve yeterli altyapıya sahip olmadığım için bu giriş yazısıyla yetineceğim. Ama Cafer’in yazılarını da yine kendisinin isteğiyle, isim belirterek ben yayınlayacağım. Özellikle yönetmenler üzerinden ilerleyecek olan bu dizi John Carpenter ile başlıyor. Cafer en bilinen John Carpenter filmi olan Halloween’ı seçti. Demek oluyor ki biz de bu diziye 1978 yapımı Halloween ile başlıyoruz :

…………………………………………………………………………………


Halloween’ı yıllar önce bir gece yarısı Show Tv’de izlemiştim. O dönem Show Tv her gece Korku filmi koyardı. Tüm bir Çığlık serisini de Chucky serisini de işte bu saatlerde Show Tv’de izlemiştim.


"Bir de Bizden Okuyun" adlı dizi için bir yazı yazmam istendiğinde ise hiç tereddütsüz Halloween’ı seçtim. 8 yaşımda izlerken de bu filmde kimi tuhaflıklar olduğunu sezmiştim. Filmi birlikte izlediğim ailem korkudan bütün evin ışıklarını yakarken ben o yıllarda anlamlandıramadığım bir Erotik-Mizah anlayışının bu filme derinden sirayet ettiğini hissetmiştim.



Filmi yıllar sonra bu yazı için tekrar izlediğimde ise 8 yaşımdaki halime tümüyle hak verip geçen yıllar içinde edindiğim film okuma tecrübeleriyle harmanlayarak filmi kendi kafamda tümüyle aydınlattım. Şimdi film üzerine yazılan binlerce yazıya baktığımda sadece üzülüyor ve büyük bir şeyin ıskalandığını hayretler içinde gözlemliyorum.


Halloween, bir kere en başta bir korku filmi değildir. John Carpenter izleyiciyi bir röntgenci konumuna oturtarak bir dizi olayı göstermiştir. Ve sanırım bunu yaparken de çok eğlenmiştir. Olayın psikanalitik tarafını tümüyle bir kenara bırakalım. Bir çocuktan bir kötülük sembolüne dönüşen Michael aslında bir parodi karakteridir. Çünkü o röntgenci izleyicinin konumuna yerleşerek hepimizden daha çok eğlenmektedir.



En başta kabul etmemiz gereken şu ki bu film bir Lezbiyen Filmi’dir. Bütün olayların ve şiddetin kaynağı da bir lezbiyen kıskançlığıdır. Ama bunu psikolojik açıdan değil antropolojik ve frenolojik (XIX. Yüzyılda kişilik özelliklerini kafatasının biçiminden çıkarmayı amaçlamış bilim dalı) açıdan incelersek bütünüyle anlayabiliriz.



Lourie, Annie ve Lynda birbirlerinden hoşlanan üç kızdır. Ama aralarındaki kıskançlık öyle bir boyuta varmıştır ki istemeye istemeye erkeklere yönelirler. Aralarında en yumuşak başlı olan ve olayları bir erkek bularak değil konuşarak çözme taraftarı olan Lourie ise Carpenter’ın örnek Lezbiyen modelidir. Kafatası yapılarına baktığımızda da sarışın Annie’nin daha bir elips biçimine benzeyen kafası onun duygusal boşluğunu ve eski arabalara merakını açıklar. Ve kendi kimliğiyle barışık olmamasının getirdiği gerilimi de kafatasıyla birlikte film boyunca üzerinde taşır.



Filmde üç kızı da öldürmeye çalışan Michael’ın filmde çok az görebildiğimiz bir maskenin arkasına saklanmış olan kafatası ise aslında filmi tümüyle açıklar. Michael’ın tümüyle anormal ve biçimsiz kafatası üç kızın da tam olarak yüzleşemedikleri cinsel kimliklerini temsil eder. Filmde sadece anlık olarak kızların karşısına çıkan hunhar katil Michael bu görünmezliğiyle kızların medcezir ruh hallerinin de peliküle yansıması olur. Yani sizin anlayacağınız aslında Michael diye biri yok. Michael üç kızın sonunda cinnete varan lezbiyen kıskançlıklarının bir temsilidir.


Filmin daha en başında bir cinayet işlenir ve filmdeki kadınlardan biri ölür. Filmdeki kadınlar antropolojik olarak Lesbos adası kadınlarının da bir temsilidir. Antik dönemde Sappho’nun öncülüğünde adı duyulan Lesbos adası Lezbiyen kelimesinin de etimolojik kökenini oluşturur. Şiddete meyilli Lesbos kadınları birlik ve beraberliklerini koruyamamışlardı. Aynı şekilde Halloween’da da bu antropolojik talihsizlik karşımıza çıkar.


Kızlar Michael alter egolarıyla birbirlerini öldürürken film içinde doktor ve şerif olarak tanıdığımız iki erkek de onların birbirlerini öldürmesine izin veren erkek iktidarını temsil eder. Yani şöyle kadınların bu cinsel özgürlüklerinden tiksinen Atina iktidarı Lesbos adasının birbirine girmesini nasıl keyifle izledi ve kışkırttıysa Halloween’da da Doktor ve Şerif erkek karakterleri Kızlar birbirini katletsin diye bilerek yanlış yoldan giderler ve cinayeti engellemezler. Yumuşak başlı Lourie’nin filmin sonunda tümüyle Michael alter egosuyla bütünleşerek iki kız arkadaşını öldürmesinden sonra sokağa çıkıp yardım istediğinde de erkeklerin ilgisizliğiyle karşılaşması da dikkat çekici bir sahnedir. Bu sahnede Lourie bağırır çağırır ve bir evin kapısına gider. Evin ışıkları önce yanar ama ev sakini erkekler perdeyi hafif araladıktan sonra ışığı kapatıp uykularına dönerler.


Filmin sonunda sözde Lourie’yi kurtarmaya gelip Michael’ı vuran doktorun elinde bulunan kurusıkı da erkek iktidarının ikiyüzlülüğünü ve ahlaksızlığını temsil eder. Carpenter her ne olursa olsun kadınların özgürlüğüne izin vermek istemeyen erkek modelini Doktor karakterinde cisimleştirir. Michael’ı vurur gibi yapan ve dolayısıyla öldürmeyen doktor Michael’ın kaçmasına izin vererek kadınların cinsel özgürlüğünü asla istemeyen bir iktidar modeline dönüşür. Bu karakterin doktor olması da takdire şayandır. Kendi başına bir iktidarı temsil eden ve kadınların arasındaki cinsel özgürlüğü bir hastalık sayan Tıp “bilimi” bu filmin en çok yerdiği kurumlardan biridir.



John Carpenter’ın nasıl bir konum aldığıysa film ilerledikçe ortaya çıkar. Temel motivasyonunun erotik bir film yapmak olduğu anlaşılan Carpenter’ın filmin çekimleri sırasında okuduklarından etkilendiği söylenir. Cinsiyet kuramları üzerine birçok okuma yapan Carpenter izleyiciyle sinik bir mizahla alay eder. Kızların bir hetero hayaline dönüştüğü bu filmi bilerek bu hale getiren Carpenter alttan alta çok gülmektedir. Çünkü yapmak istediği şey tam tersine erkeklerle dalga geçmek ve bir kadın motivasyonuyla onlara olan öfkesini dışavurmaktır. Kullandığı gereç ise bütünüyle mizahtır. Ama bu tamamen personel bir mizah olup filmin kendisine pek sirayet etmemiştir. Carpenter bir Lezbiyen Aşk filmini, tamamen kadınlar için yapılmış bir filmi Heteroların aptallıklarına gülmek için ters çevirmiştir. Sonuç olarak “bu kadınlar Hetero olan hiçbir şeyle ilgilenmiyor ama siz salaklar inatla böyle anlıyorsunuz ve çok komik oluyorsunuz” demektedir.





Cafer/Menemen/ 22.05.2016

24 Mayıs 2012 Perşembe

Anlamadığımız Kapıların Ardından Daha Başka Odalar

16 Mayıs Çarşamba :Wanda Adında Bir Balık.


Sezonun son gösteriminde arka sıralarda gözlenen yoğunluk ön sıralara pek yansımasa da kahkaha sesleri amacımızın kısmen başarıya ulaştığını gösteriyordu. Zaten bir amaç, siz değerli okurlarımızın da bildiği gibi, ancak kısmen gerçekleşir. Doğada bu tip şeyler olur ve siz başınızı zorla bir pencereden sokup önceden kestirdiğiniz gibi gökyüzüne bakmak isterken bulabilirsiniz kendinizi.



Bir sezon değerlendirmesini başka bir yazıya bırakıp son gösterimi değerlendirmemiz gerekirse, belirli tipteki seyircilerimizin sezonun son gösteriminde de bizi yalnız bırakmadıklarını gözlemledik.  Film için herhangi bir sunum hazırlamadığımız için, daha doğrusu filmi sunacağı umulan Uğur E kod yazmak gibi dünya üzerinde pek az insanı ilgilendiren bir durumla boğuşmak zorunda olup gösterime katılamadığı için, “komik ya, izleyelim” adlı kısa bir sunumun ardından filme geçtik. Ha bir de ben Kevin Kline’a özellikle dikkat diye bir tüyo verdim filmin başında.




Film bittiğinde ise film üzerine söylenecek pek bir şey olmadığı için gösterimin serencamı üzerine bazı diyaloglara girdik. Sadık seyircilerimiz “lütfen seneye de olun” derken ben daha ziyade “kısmet” falan gibi şeyler söyledim. Biz burada yani İzmir’de olsak da sürme ihtimali olmayabilecek olan gösterimler – bu yılın başındaki sıkıntıları birçoğunuz hatırlamaz sanırım- büyük ihtimalle sona erdi. Bunu fark eden bazı seyircilerimiz hakkımızı helal etmemizi bile söyledi de neyse ki olayı duygusala bağlamadan nihayete erdirdik ve dağıldık. İşte gösterimler olmasa da biz blog vs.’de olacağız diyip gönüllerine su serpmeyi de ihmal etmedik.



Köşk’ün kapısından Ender’in haklı isyanlarını dinleyerek çıkarken elbette dönüp arkamıza falan bakmadık. Uğur olsa o da bakmazdı sanırım. Ben sadece eğer bu son gösterimse Murat Göç’ü daha başka odalarda daha başka şeyler hakkında konuşurken düşündüm ve sonuç olarak “iyiydik lan” diyip Antakya Dönercisine doğru uzaklaştım.





Yıl içinde, gösterimden bir ses: Eğer adam eşini aldatsaydı, gösterimi terk edecektim.





Köşk Haber Bülteni (8) : Luis Buñuel'in Bilinmeyen Bir Filmi Ortaya Çıktı

Luis Bunuel’in Bir Endülüs Köpeği’nden evvel yaptığı yaklaşık 8 dakikalık yeni bir filmi ortaya çıktı.

Meksika’da yapıldığı anlaşılan “Halterci” adlı bu film Kanada Kırsalında terk edilmiş bir kulübede bulundu. İzleyenlerin söylediklerine göre film Sürrealizm’den önce Halterle ilgilendiği bilinen Bunuel’in bu ilgisini peliküle yansıtmış.


Bir haltercinin film boyunca bir ağırlığı kaldırmaya çalışmasını ve bütün bu çalışmanın ardından tam halteri kaldıracak duruma gelmişken “Bir ağırlığı kaldırıp sonra geri yerine bırakıyorum bu çok saçma” demesini anlatan filmin başrolünde de Bunuel’in kendisi oynuyormuş.


Filmini izledikten sonra “Ama bu çok saçma olmuş atın gitsin” diyen Bunuel’e aldırmayan asistanı bir arkadaşı vasıtasıyla filmi Kanada’ya kaçırmış. Hayatı boyunca filmi saklayan Kanadalı geçen yıl ölünce miras kavgasına giren iki kızı evde değerli şeyler ararken bu filmi bulmuşlar ve değerini bilmeyip bir başka arkadaşlarına vermişler. Bu arkadaş da filmden anlayan bir kişi olduğu için internet üzerinden bu filme sahip olduğunu duyurup açık artırmaya çıkarmış.

Bu açık artırmanın ardından filmin seyirciyle buluşup buluşmayacağına ise filmin yeni sahibi karar verecekmiş. Ne saçma.


Cafer/ Menemen



21 Mayıs 2012 Pazartesi

Farkında Olmadan Bir Winterbottom Daha Tak Tak

Sayın Uğur E. (Doğum yeri Denizli’dir) varolsun arada film verir bana. Bu filmler ise bir süre öncesine kadar genelde benim önerdiğim ve onun indirdiği filmler olurdu.



Karşılıklı saygıya dayanan bu ilişkimiz Uğur E.’nin (1990-..) Almanya’ya gitmesiyle birlikte kesintiye uğradı. Neyse ki kendisi bir müddet önce İstanbul üzerinden ülkemize yeniden giriş yaptı ve biz de eski günlerdeki gibi kültür ve sanat dolu günler yaşayacağımıza dair ümit yeşerttik.


Gelin ve görmeyin ki birkaç aylık şu süreçte Uğur E. Hâlâ eski günlerdeki randımanını verememektedir. Misal, ilk geldiği günlerde Almanya’da indirdiği filmleri getirip verdi bana varolsun. Ama arkadaş bak nasıl desem, hakkaten diyeyim, bir tane bile “aha” diyeceğimiz film yok. (Bak bu defa hakkatten diyorum “yok”).



Biz de bu birkaç ayda boş durmayıp indirmiştik birçok film. Biz de film verdik yani arkadaşa icabında. Ama nasıl olduysa oldu biz muhteremi Petzold’larla, Akerman’larla, Blier’lerle, beslerken Uğur E. ne idüğü belirsiz Alaman filmleri, yok efendim Martin gibi gereksiz Amerikan filmleri, yok güzelim, Romero’nun en sevdiği filmmiş diyerek sıradan filmleri verdi de verdi.



Hani dersin ki tesadüftür falandır yok o da değil. Neyse bin tane lafla biz önerdik “şunları indir bak delikanlı” dedik. Ve bak yine övünmek için söylemiyorum bebeğim okuyucu, biz hangi filmi indirttiysek can çıktı. ( Bkz. Suçlular Aramızda)





Bunca garabete gık demeyen U.E. bütün bunlar yetmezmiş gibi “Ya ben festival filmleri indürcem” diye takılmasın mı Engin Ertan’ın peşine. İndirmesin mi 10 tane film! Bak gülüm okuyucu, önceki yazdıklarımı şimdi unut, bu 10 tane filmden bana verdikleri içinde var ya Bay E’den bile kötü filmler var. Aradım U.E’yi ve Mevlana’nın “Etme” adlı şeyini okuyup kapattım. Hiç bizi dinlemeyen U.E. artık Siyaset Meydanı’na çıkıp Anayasa taslağı konuşacak kıvama gelmişti. Bununla bitecek diye düşünürken başımıza ne gelsin! Bu arkadaş “bak şu şu filmleri sil onlar baya kötü” diyerek verdiklerinden de birkaç tane film sildirdi bana. Tam “Killer Inside Me”ye gelmiştim ki “ Lan bunun yönetmeni kim acaba” diye bakmayayım mı?




İşte bu bakışım ile birlikte acı, sinir ve şaşkınlıktan sandalyemi kırdım. Bu doksanlı çocuk bana resmen MICHAEL WINTERBOTTOM filmi sildiriyordu. Hey dostum bunu nasıl yapardı. Yılda üç film çeken bu adamın bir filmini nasıl öyle “sil ye” diyerek geçiştirirdi. Tam bunun şaşkınlığıyla filme bakakalırken ikinci bir şok yaşadım. Film aynı zamanda Jim Thompson’ın bir kitabından uyarlanmıştı. İşte o an telefonumun rehberini açıp “Uğur Sinema” ve “Uğur Üni.” isimlerini rehberden sildim.



Film yani Killer Inside Me elbette ki bir başyapıt değildi. Ama öyle “sil ye” diye geçiştirilecek bir şey de değildi. Jim Thompson’a gelince bu adamın kitaplarından uyarlanan filmler genelde “bağımsız” olur. (After Dark My Dear da uyarlanmıştı filme. Cnbc-e gösterdi zamanında. Türkçe'ye de çevrilmiş kitapları ama bulup okuyamadık maalesef). Ama bu defa daha “Hollywood’a yakın” bir film çıkmış ortaya. Bu yakınlığın tek sebebi de filmin içindeki ünlü oyuncular. (Bkz. Jessica Alba).



Ama mesela Casey Affleck (filmin esas erkek kişisi) upuzun yeteneksizliğiyle artık aptal yapımcıları bile çıldırtmış durumda olan ağabeyi Ben Affleck’ten çok daha farklı bir yol tutturmuş kendine. Hiç öyle “ben star olucam” havasına girmeden küçük amerikan filmlerinde başladı kariyerine ve buralara kadar geldi. Ahım şahım oynamasa da filmi ayakta tutuyor.





Bir de yine şöyle bir şey var. Killer Inside Me benim “Tripli Amerikan Westernart Movie” dediğim türe dahil edilebilecek bir film. Bu tür filmlerde genelde kovboy şapkalı tipler ortalıkta dolanır, mutlaka bir şerif vardır ve bu şerif barda takılır (Bu filmde şerif bizzat başroldeki Lou oluyor). Karışık durumlar vardır. Bu karışık durumları çözmeye çalışan insanlar vardır. İnsanlar buğulu bir sesle ve alabildiğine cool olmaya çalışarak konuşur vs. Bu filmde de aslında bir tür parodi var. (Ama ciddi parodi. Bu konuya da gireceğiz yakında) yani belli ki bu tip şeyler Winterbottom’ın da hoşuna gidiyor ve bu tripleri elinden geldiğince peliküle yansıtıyor. Çok geniş kollara ayırabileceğimiz bu türün bir kolunun son noktası Badlands ise (Ki Killer İnside Me de özellikle bu filme benzer. Karakterin doğası açısından bakınız, gözüm okuyucu) öbür kolunun son noktası The Man Who Wasn’t There’dir.(Western'in "Art" bölümünü alınız, cicim okuyucu) Killer Insıde Me ise biraz daha ana akıma yaklaşan bir seyir izliyor. ( Diger “Tripli Amerikan Westernart Movie”ler için bakınız, Affedilmeyen, Gangs Of New York, Batıda Kan Var falan filan. Bir de bu türü bilhassa Klasik Western ile karıştırmayınız)



Yani demek istediğim, şu yukarıda bahsettiğim tripli filmler hoşunuza gitmiyorsa bu filmden tat almanız çok zor. Yine mesela geçende duydum iki kızcağız Ozon’dan bahsedip “8 Kadın kötüydü” dediler. Yahu şekerim sen 50 ve 60’ların cinayet çözmeli Fransız filmlerini bilmiyorsan  ve başlı başına bir Fransız Polisiyesine ismini vermiş Polar türünü bilmiyosan elbette o filmden keyif almazsın. Aynı şekilde üçüncü sınıf fotoromanları ya da ucuz romanesk çizgi dizileri bilmez ve sevmezsen Killer Inside Me’den de pek zevk alamazsın.


Demek istediğim 24 Hour Party People’dan olacak ama “İkarus ne midir? Daha fazla kitap okumalısınız”



Not : Yukarıda dediklerimin entelektüel kısımlarının çoğunu salladım. Bu demek oluyor ki ben de daha fazla okumalıyım. (Burası özeleştirili bölüm)



20 Mayıs 2012 Pazar

Metin Erksan'ın Auteur'lük İle İmtihanı


Fransa-Türkiye ilişkileri yaklaşık 600 yıllık bir dönemi kapsar. Bu iki ülkenin birbiriyle ilişkisi bu 600 yıllık dönemin ilk 50 – 60 yılında daha çok Türkiye’nin domine ettiği bir yapıya sahipti. Ondan sonraki 550 yıllık dönem ise tamamen Fransa’nın etkinliğinde geçmiştir.


XIV. Louis’nin Osmanlılara karşı bir başka Avrupa devletiyle birleşemeyeceğini söylediği tarihten başlatılabilecek Fransız – Osmanlı ilişkileri daha sonraki yıllarda özellikle Osmanlı Ordusuna yapılan Fransız usulü takviyelerle güçlenmiştir. Özellikle topçu sınıfını ıslah eden Fransız zabitleri Kırım Savaşından sonra Osmanlı’nın kahramanları haline gelmişlerdir. Ordunun tanzimatı ile güçlenen bu ilişkiler Abdülaziz ve Abdülmecit zamanında yapılan Fransız kaynaklı ıslahat hareketleriyle bir tür hayranlığa dönüşmüştür. Kimi tarihçilerin “Fransız Asrı” olarak değerlendirdikleri Abdülmecit ve Abdülaziz dönemleri ordu dışında eğitim ve lisan alanlarında da görülen bir Fransız etkisiyle hemhaldir. Uzun yüzyıllardan sonra Osmanlı’nın son dönemlerinde yavaş yavaş Alman tesirine girmesi de Fransızlar tarafından pek hoş karşılanmamıştır.


Siyasi ve ekonomik yakınlaşmalar bir yana özellikle sanat ve kültür açısında hiçbir devlet Osmanlı’yı (ve halefi Türkiye’yi) Fransa kadar etkilememiştir. Tiyatro, Edebiyat, Şiir, Sinema ve diğer birçok sanat dalı Fransa üzerinden Türkiye’ye sirayet etmiştir. Örneğin roman türü bir gereklilikten değil de batıda yazıldığı için Türkiye’de de yazılmaya başlanmıştır. İlk dönem Fransız etkili Türk romanları gerçekçilikten dolayısıyla romanın doğasından uzaklaşırken Muhsin Ertuğrul icazetli Türk Tiyatrosu da benzer bir istikamet izliyordu. Şiir’de  Edebiyat-ı  Cedideciler  bütünüyle sembolist Fransız şairlerinin etkisiyle yoluna devam ederken henüz emekleme çağında olan Türk Sineması ise en kötü durumda olan sanat dalı olarak dikkat çekiyordu.



Bu kötü durumun nedeni yukarıda saydığım bütün etkilenmelerin bir kombinasyon halinde Sinema’da terennüm etmesiydi. Muhsin Ertuğrul’un tiyatrodan ayırdığı zamanlarda sinemaya da bulaşması ve Tiyatro-Film’ler çekmesi (Bkz. Aysel Bataklı Damın Kızı) bir “İlk Dönem Türk Sineması”ndan bahsetmemizi engellemektedir.


Tek partili dönemin ardından ivme kazanan Türk Sinema Endüstrisi 50’li yıllarda iki koldan hareket etmiştir. Birinci kol Hollywood kaynaklı bir etkilenme ile Romans benzeri bir türe meylederken İkinci Kol  Anadolu Filmleri diyebileceğimiz gerçekçi bir yapı yakalamaya çalışan filmlerden oluşur.


60’larla birlikte bu iki kol da tümüyle yerlerine yerleşirler. Hollywood – Romans karışımı dediğimiz tür Yeşilçam Sineması’nı oluştururken Anadolu Filmleri dediğimiz kol ise çerçeveyi küçülterek Köy- Gerçekçi ya da Edebiyat Etkili Toplumcu Gerçekçi bir yapıda kendine yer bulur.



Metin Erksan işte bu “hertaraflı” sinema ortamında kendi damarını bulmakta güçlük yaşamıştır. (Aslında bir “Metin Erksan Damarı” var mıdır orası da tartışmalı bir durum) bir taraftan Yeşilçam’a yaklaşan Acı Hayat diğer taraftan Toplumcu – Gerçekçi yapısıyla dikkat çeken Susuz Yaz gibi filmler çeken Erksan en önemli hamlesini ise 1965 yapımı Sevmek Zamanı ile yapar.


Sevmek Zamanı yukarıda girişini yaptığımız “Fransız Etkisi”nin yeniden Türk Sineması’na girişini temsil eder. Ne Yeşilçam’a yüz veren ne de Toplumcu – Gerçekçi bir yapıya sahip olan Sevmek Zamanı Sembolizm, Sürrealizm gibi Fransız kökenli kavramlarla değerlendirilebilir.




Sevmek Zamanı, bir anlamda yine Fransız kökenli Auteur kavramının da Türkiye’deki ilk örneklerindendir. Bütünüyle filmine hakim bir yönetmeni imleyen Auteur kavramı Metin Erksan’la cisimleşir. O gerçekten de en azından Sevmek Zamanı özelinde bütünüyle kendi sinemasına doğru ilk adımı atmıştır. Bahsettiğimiz Fransız etkisi ise Tanzimat Romanında görülen bir taklitçilikten ziyade bir uyarlama, yerliyurtlulaştırma hamlesidir. Yerlileştirilmiş Fransız etkisi Sevmek Zamanı’nın açıklanması için elzem bir hareket noktasıdır.



Metin Erksan daha sonraki filmlerinde bu Auteur’lüğe yaklaşan filmler yapmışsa da Sevmek Zamanı’nda ulaştığı düzeye yaklaşamamıştır. Hem şahsi ihtirasları hem de bir tür kafa karışıklılığıyla her türden film yapmayı sürdüren Metin Erksan kendi damarını tam olarak bulamasa da etkilendiği şeyleri yerlileştirme konusunda uzman bir konuma ulaşmıştır.


Korku filmlerinden tutun (Şeytan), Antonioni sinemasına (Suçlular Aramızda), Polisiye filmlerden tutun (Yine Suçlular Aramızda), Teatral İngiliz uyarlamalarına (Kadın Hamlet) kadar her türü birbirine harmanlamaya çalışan –Ki bu bilinçli bir tercih midir bilemiyoruz. Aynı filmler içinde farklı türleri denemek gibi bir girişimi olmuş olabilir Erksan’ın.-Metin Erksan’ın Auter’lüğü bir başka tanımı hak edecek cinstendir.



Bu Auteur’lük kendine has bir film yapısıyla değilse de kendine has bir film yapma metoduyla kendini gösteren bir yapıya sahiptir. Bu da bir anlamda Metin Erksan Tipi Auter’lüktür ve bütünüyle yerli bir motivasyon ve muhayyileden beslenmektedir.






18 Mayıs 2012 Cuma

Chantal Akerman'a Gelmeden Evvel Üç Kere Haleluya

Kim derdi ki seninle bir gün hoplayacağız Chantal. Senin ben var ya filmin hani “Jeanne Dielman, 23 Quai du Commerce, 1080 Bruxelles.” Ya bak valla diyorum çok iyiydi bak. Şimdi bir film yapmışın bak, yani bak düşün bak tam 3.5 saat boyunca hiçbir şey olmuyor. Bak. Ama yine de eğlenceli.



İlk tadını vermeyen şeyler vardır ya hayatta Chantal. Mesela Soner Arıca, işte senin yaptığın sinema da tersinden alırsak öyle bir şey. Ben senin haleflerini hep Kaurismaki ya da Jarmusch olarak gördüm. İşte problem de buydu zaten. Ben bu iki şahsın da filmlerini senin filmlerinden evvel gördüm. Ama son birkaç yılda aşina olunca senin filmlere aramızda kalsın ama o iki heriften pek keyif alamıyorum artık. Yani sen bir anlamda Soner Arıca’nın ya da Rafet el Roman’ın ilk albümüsün. Nasıl ki bu iki erkek de sonraki albümlerinde aynı tadı veremedi bu Jarmusch ve Kaurismaki de senin gibi bir ilk albümden sonra aynı tadı veremiyor.



Ya sen Allah kitap bilmez misin Chantal. Bak mesela “Jeanne Dielman, 23 Quai du Commerce, 1080 Bruxelles”, şimdi aldım elime müseccel markayı oturdum. Sonra bir başka içeceğe başvurdum. Sonra daha başka içeceklere. Arada bişeyler de yedim yalan olmasın. Ama 3.5 saat boyunca sabit bir şekilde ekrana bakarak yaptım bu işleri. Ve Allah seni inandırsın benim yaptığım şu kadarcık eylem bile senin 3.5 saat boyunca bir filmde gösterdiğin eylemlerden daha fazlaydı. Ama işte olay da bu zaten. Sen çok daha eğlencelisin ben ise Brautigan’ın kadınlı hüzünlü kitapları gibi oluyorum. Sen hep Flaubert oluyorsun ben boyuna Güllü klibi.





Hayatta olan şeyler tuhaf. Tam da bunu şahane gösteriyorsun sen. Yemek, içmek, yürümek durmak, sonra yine yürümek. Bunlar gerçekten çok tuhaf şeyler. Hatta bana sorarsan inanılmaz şeyler. Bir taraftan da komik şeyler. Ben hep böyle düşünmeye, bakmaya çalıştım ama olmadı. Katıldım. Normalleştirdim. Ama sen bozulmadın Chantal. Biliyorsun daha iyi biliyorsun bütün bunlar çok tuhaf ve çok komik. Birini öldürmek bile bak ne diyorum çok tuhaf bence çok komik.





Je Tu Il Elle’i ele alalım ele ya lelel ya lelel hani bir gün birisi gelir ve der ki “Ben Nikaragua’lı bir timsah yetiştiricisiyim”. İşte bu senin ki de böyle bir film. Nikaragua da tuhaf bir yerdir zaten. -Burada bulunan bir hayvanat bahçesi toynaklılar ve su aygırları konusunda uzmanlaşmıştır. Ve bildiğim kadarıyla dünya üzerinde Çin’den sonra Panda yetiştirebilen üç-dört hayvanat bahçesinden biridir.-


Je tu il elle de ise bambaşka bir tuhaflık var. Bambaşka bir komiklik. Bambaşka bir olmamazlık. Yani bir şeyin olmaması. Evde geçen süre, kamyonda geçen süre ve bir başka evde geçen süre. Ve bu kadar. Film biter. Sinema bu kadar.






Dünya uzaydır Chantal. Bize sen öğrettin bunu. Ballard’dan bile daha çok. Asıl bu dünya çok acayip. Uzay falan çok stabil. Çok sıradan. Buralık tam uzay. Mesela bizim apartmanda bir adam var. Bu adam tek başına yaşıyomuş. Ve bu adam yaz kış demeden ne zaman telefon çalsa balkona çıkıp konuşuyor. Balkona ya, bildiğin. Kar toz toprak sökmüyor, gece – gündüz fark etmiyor. Adam çıkıp konuşuyor. Telefonu çekmiyor olamaz o zaman tüm apartmanın balkona çıkması lazım. Birinden gizleniyor olamaz adam tek yaşıyor. Şimdi söyler misin bana Chantal uzayda var mıdır bundan. Al sana dünya. Al sana sinema. Ne aksiyon var ne macera. Balkonda bir adam. Balkonda bir kır tanrısı. Ya da bir başka örnek olsun, benim bir dedem vardı, adam yaklaşık yirmi yıla yakın 1989 ve 1992’de yaşadı. İşte var mı böyle bir dünya.





Diğer filmlerine de gireceğiz söz. Anna’nın Buluşmaları ya da Le Captive de yazıcam ama bi bakayım. Eymirli bir hareket olmazsa ne olacak şekerim yine geliriz yine geliriz.

15 Mayıs 2012 Salı

Bir Kır Tanrısının Öğleden Sonrası

9 Mayıs Çarşamba : Hayvanlar Melekler ve İnsanlar


Artık ne uyanmak için bu filmler ne de seyirci bekliyoruz beklemek için değil. İnsan bir köşk nedir diye düşündüğünde pek bir şey bulamıyor. Bir köşk nedir hakkaten. Neden insanlar yılda toplamı 67 saate varan vakitlerini burada geçirirler? Gelip ekrana bakmak. Bakmak. Bakmak. O ekranda olup bitenler hangi noktada ilgilendirmeye başlar izleyiciyi?


Mesela Hayvanlar Melekler ve İnsanlar’da. 100 dakika boyunca. Bakmak. Sanırım insanlar bir şekilde “dışarı” baktıklarına inanıyorlar. O ekran dışarıyı temsil ediyor. Benim dışımda olan bir şey var ve ben buna bakıyorum. Hayattan dışarı bakıyorum. Ben öldükten sonra da sürecek olan bir şeye bakıyorum. O filmin süresi boyunca ölenlerden sonra da sürecek olan. Filmi çekenler öldükten sonra da sürecek olan. Ve hep dışarıda olan. Sinema bitip gitse de bir hafızada bir an olarak kalacak olan bir şeye. Evet “olan” bir şeye. Hiçbir biçimde müdahale edemeyeceğimiz bir “olan”a. Bakmak.





Henry’nin film içinde yavaş yavaş soyutlaşan yolculuğu filmin sonundaki “düşüşü” ile bir başka alana devriliyor. Hayattaki Henry sona eriyor. Ama bir başka boyutta “yaşam”da süren bir Henry başlıyor. Henry yaşamda sürer. Bu yaşam en azından bu filmin özelinde Sinema’dır. Daha önce de söylemiştik sanırım. Artık sinema bir temsilden çok bir gerçeklik hüviyetine büründü. Sinemanın bir gerçeği var. Edebiyatın ya da müziğin de kendi gerçekliği var.




Dünyada son bulan hayat Sinema-Yaşam’da sürer mi peki? Mesela Anna Karina ölünce Nana ne olacak? Sürmeyecek mi? River Phoneix öldü mesela. Sürmüyor mu Mike? İşte yaşam daha doğrusu bu tür bir yaşam sürmekle zemin bulur. Hayat kendi sürekliliği içinde bir serim düğüm ve çözüme şartlansa da hayatın içine sızan yaşam da sürmekle şartlanmıştır. Bu sürmek dibi bucağı ya da mekanı olan bir durumdan ya da zamandan ziyade sonsuz olan bir durumdur. Bu anlamda günlük yaşamını sürdüren yiyen, içen, yürüyen Anna Karina ya da bir mezarda 23 yaşında yatan River Phoneix bir süre içinde devam eden Sinema – Yaşam’lar sayesinde sonsuzdur.






Hayatın içine sızan anlık yaşamlar ise illa da romantik yahut korkunç bir anı imlemek zorunda değildir. Ne bileyim bir kente akşama doğru kar yağması mesela. Hiç bilmediğiniz bir kente yanlış bir saatte kar yağması. Bir daha hiç görmeyeceğiniz bir kente. Ya da hiç bilmediğiniz bir kır tanrısının öğleden sonrası. Yürüyüşleri, etrafına bakınması vs. bunlar da hayatın içindeki yaşam anları olabilir. Ve aynen Sinema-Yaşam gibi sonsuzdur. Bir süreden bağımsız olan kapısız penceresiz her şey gibi sonsuzdur işte.










Hayvanlar Melekler ve İnsanlar da son tahlilde bu sonsuzların bir şekilde filmleşmiş hallerinden biridir..

Köşk Haber Bülteni (7): Şu Çılgın Turgut

Geçtiğimiz günlerde “Şu Çılgın Türkler Kıbrıs” (Bkz. Maskeli Beşler : Kıbrıs) kitabıyla yeniden gündeme düşen Turgut Özakman İzmir Kitap Fuarı’nda sorularımızı yanıtladı.


“Bu kitabımda da Çılgın Türklerin Kıbrıs maceralarını anlattım. Kitabın film anlaşmasını da yaptık. Senaryosunu yazıyorum şimdilerde. Sağolsun Faruk Aksoy evladım çekecek filmini” diyen Özakman “Kemalizm iyidir hacı. Bence oylar Pammukoğlu’na gitmeliydi” diyerek sözlerini sürdürdü.


Sıradaki kitabının ne olduğu sorulduğunda ise Özakman “Şu Çılgın Türkler Güneydoğu diye bir şey yazdım. Şey pardon ya ne Güneydoğu şeysi. Şu Çılgın Türkler Kore’yi yazdım. Gerçi Güneydoğu da yazılması gereken şeylerle dolu da medyamız evladım sağolsun yıllardır benim yerime çarpıtıyor zaten. Ben artık yaşlıyım” şeklinde konuştu.


Cafer/Basmane



14 Mayıs 2012 Pazartesi

Bir Kısa Filmde Şu Koridoru 2 Mayıs Kadar Uzanmak


Köşk gösterimlerinde son aya girerken, içtiğimiz o kadar Köşk ıhlamurunun, Köşk kahvesinin hatırına ve azalan seyirci sayısına, (önce önden arkaya doğru, sonra da arkadan öne doğru saysak kaç tane fincan) gelirken gördüğümüz konferanslar ve kanaatler ve


Öyleyse kısa filmler seçelim, 2 Mayıs 2012 - Dünya Sinemasından Kısa Film Örnekleri.


1) Film (1965)Yönetmen: Alan Schneider 

Rükneddin’in ve benim pek bir sevdiğimiz, güzide Beckett’ımızın sinema için yazdığı ilk ve tek senaryo. Algılanmayarak, bir başka varlığın duyumsamasından kaçarak, geçmişini yok ederek hiçliğe varabileceğini, yok olabileceğini öngören bir adamı anlatan film, aslında 2 Mayıs haftasındaki gösterimin varlık sebebi ve en ağır atıydı. Hal böyleyken, bir Beckett filmi de, tıpkı bir Beckett kitabının arka kapağındaki, Ayrıntı yayınları tarafından yazılan, o çok saçma “zor metinlerden hoşlananlara” etiketlemesine maruz kalarak salonda uykulu anlar yaşanmasına sebebiyet verdi. Hemen ardından ise,


2) Der Stadtstreicher  (1966) – Sokak Serserisi – Yönetmen: Rainer Werner Fassbinder

İkinci hamleyi Fassbinder’le yaptık. O güne kadar Köşk’te gösterdiğimiz iki ya da üç Fassbinder filmine temel oluşturmaya çalıştık. Ne de olsa her Fassbinder filmi, bir diğerinden izler taşırdı.


3) En Rachâchant (1982) – Yönetmen: Jean-Marie Straub ve Daniéle Huillet

O tuhaf sinema dilleriyle izleyicileri tuhaf duygulara ve düşüncelere sevk eden bu ikilimiz, okula gitmek istemeyen bir çocuğun(aslında kendi çocuklarının) rasyonel nedenlerini bir de bizim Köşk salonunda sıraladı. Bu girişimleri neticesinde de herkesçe pek sevildiler.


Straub ve Huillet uzmanı Rükneddin S., 2010’da Fransa’da, ardından da 2011’de Almanya’da verdiği bir dizi konferansın ardından, Türkiye’deki ilk konferansını o gün yine Köşk’te gerçekleştirerek gösterime gelenlere bu ikiliye dair değişik bakış açıları kazandırdı.


4) La Petite Mort (2000) – Küçük Ölüm – Yönetmen: François Ozon
5) X2000 (1998)Yönetmen: François Ozon

Son dönemki filmlerinden pek hoşnut olmadığımız ve her yeni filminde o ilk dönemindeki delişmenliğini aradığımız Fransız yönetmenin, eski günlerini yad etmek için ondan da iki güzel film gösterdik ve salondaki herkesin kalbini çaldık.


6) Valgaften (1998) – Seçim Gecesi – Yönetmen: Anders Thomas Jensen

Irkçılığa dair yeni söylemlerde bulunan, Danimarka’nın parlak çocuklarından Jensen’in bu filmi, sonunda çalan Ankaralı Turgut şarkısıyla filmin eğlencesine eğlence katıp, salondakileri şaşkınlığa sürükledi. Filmin beğenilmeyen tarafı ise, adeta “hadi Oscar kazanalım” düşüncesiyle yapılmış bir sentetikliğe sahip olması oldu. Fakat salondaki herkes defterinin Danimarka sineması bölümüne Anders Thomas Jensen’i eklemeyi ihmal etmedi.


7) Orhan Atasoy’un Gemiler klibi.

Kapanışı da bu efsanevi kliple yapıp bir gösterimi daha nihayete erdirdik. Bugün izlendiğinde bile uçtalığıyla, bizleri elimizdeki ıhlamurları pantolonumuzla bütünleştirmeye özendiren klip, 2 Mayıs’ı sadece ve sadece takvimlerde bir gün olarak kalmaktan çıkaracak cinstendi.


O kadar kısa film. O kadar kısa sandalyeler. Bu dönemin son 2 gösterimine doğru, bir yığın projeyle birlikte, ayıptır söylemesi ekmek arası tavuk döner yemeye, çimlere. O hafta da bunlar bunlar.