A – Insignificance (1985)
ve muazzam afişi
Vakti zamanında bir Alman sinema
dergisinin yapmış olduğu tuhaf bir listeye, Tek Kelimelik Film Adları İndeksi’ne,
yapılan bir baskı hatası sonucu “L” harfinden girme gibi bir absürtlüğe maruz
kalmış olan bu Roeg filmi, sabaha karşı saat üç buçuk sularında akla bir kere
düştü mü, insanı saate aldırmadan çorbacı yollarına düşürecek güce sahip
olarak, gerçek ile birlikte oralarda bir yerlerde bizleri gizlice
bekliyor.
Einstein, Monroe, McCarthy,
Dimaggio dörtlüsünü ilginç bir kurguyla aynı otel odasına yerleştiren Roeg, kurduğu
film ile pek tabii, bilimsel etikten tutun da, Amerika’nın abartılı komünizm
korkusuna varana kadar oldukça geniş bir skalada eleştirilerde bulunuyor ve politik
konumunu belli ediyor. Fakat bana göre, filmin asıl olayı, bu eleştirel tutumu
olmadığından, buraları beni pek ilgilendirmiyor doğrusu.
Benim ilgilendiğim şey, Roeg’in
burada, birbirleriyle bir şekilde karşılaşan dört insanın “durum”larını
çizmekten başka bir şey yapmıyor olması gerçekte. Evet, filmin 1 saat 48
dakikalık süresi boyunca, resmi olarak isimleri kullanmadan, pastel tonlarda
durum tasviri yapmaktan başka bir şey yapmıyor kendisi, ne mutlu ki. Sadece portreler
çiziyor ve durumlar sunuyor, bir nevi karakter-imaj ikiliğini kuruyor. Sürekli
olarak konuşan ve sürekli olarak bir şeylerle karşılaşan, yani bir şekilde ilişkiler
kurup duran karakterler, film boyunca her hareketleriyle birlikte yeni imaj biçimlerine
kavuşmuş oluyorlar. Bu biçimler, akabinde gelen yeni olaylarla da önce yok
edilip sonrasında yeniden üretiliyorlar. Bu yıkım-üretim döngüsü, durumların
sunuluş biçimiyle doğrudan alakalı olarak film boyunca sürüp duruyor. Filmden
sonra ise elimizle tutabileceğimiz tek şey Roeg’in politik tavrı değil de
arkasında bıraktığı “durum”lar oluyor. İşte vaziyet buyken, çokça rastladığımız
dümdüz politik tavırlardansa, böyle nadiren görebildiğimiz şeylerle
ilgilenmek daha makul olanı oluyor bana göre.
Zaman zaman beden üzerinden
verilen “durum”lar, bakan taraf için salt cinselliği anımsatıyor gibi görünse
de, daha çok “karşılaşma” ve “bağıntı/ilişki kurma” kavramlarının bir tezahürü
olmaya çabalıyor aslında film içinde. Bu bağlamda, “dokunma” eylemi ve beden
kullanımı da karakterler açısından bir ifade biçimine dönüşüyor zamanla.
Bunları gördükçe insanın aklına ise şu soru geliyor: “Roeg’in bu tavrı, görüntü
yönetmenliği geçmişinden gelen bazı garip ve sevilesi huylarının, yönetmenliğinde
karşılık bulmuş hali değildir de nedir daha başka?”. Ve bu ve bu gibi sorular
cevapsızlığını koruduğu sürece Roeg’in film üretiminin devam etmesini ummaktan
başka bir seçeneğimiz kalmıyor haliyle.
Bir şeylerin hep başka bir
şeyleri hatırlatması, izleyenleri oraya yönlendirmesi konusu ise Roeg’in film
yapma pratiklerinden biri sanırım. Filmlerinin eklektik ve yapıştırma/yapay
gibi duran yapısı içerisinde, hiç beklenmeyen anlarda, izleyenleri bir anda
“pembe dizi” estetiğine boğup ardından da tuhaf yabancılaştırma efektlerine
başvurması, bunların ardından da filmi kaotik bir atmosfere bürümesi ve mizahi
unsurlar eklemesi gibi şeyler birkaç dakikada olup bitebiliyor. Böylelikle Roeg’in
sıradan bir film yapmak öbeğine duyduğu antipati, filmlerini beylik film
gramerlerinden soyutlaştırmasını da sağlıyor. Kullanıla kullanıla klişenin
Hulk Hogan’ı olmuş olan “nesneden anıya” formülünü bile film içerisinde, bir
şeylerin nedenini anlatmak için değil de “durum” tasvirlerinin bir uzantısı
olarak kullanmak gibi bir hamleye kalkışıyor. İzleyiciyi nesnelerden yola çıkararak,
karakterlerin geçmişlerinden alınan kesitlere göndermek; bazı neşriyatlarda
bahsedildiğinin aksine insanı psikanalitik çözümlemelere yönlendirmiyor aslında.
Sadece ölü bir alanı işaret ediyor. Artık rahat bırakılması gereken bir Fransız
düşünürünün de dediği gibi: “ölü psikanaliz, haydi çözümleyiniz”
Filmdeki diyaloglar ise, birincil
yönüyle, yoğun bir şekilde bilimi ve etiği nitelemek gibi ya da politik tavrın bir
tezahürü olmak gibi şeylere kalkışırken; izleyiciye daha başka ve ulvi şeyler
sunuyor diğer düzeylerinde. Tahmin edilebileceği üzere, anlamak
dediğimiz şey, dünyayla kurduğumuz ilişki biçimlerinden sadece birisidir. O
biçimlerin bir düzeyidir. Aktrisin, profesöre kendince somutlaştırdığı haliyle
(oyuncaklarla, el fenerleriyle vs.) izafiyet teorisi anlattığı sahneyle
birlikte; benim pek bayıldığım, ama üniversiteye geldiği ilk sene yurtta
kaldığından dolayı Cnbc-e izleyememesine bağlı olarak mizahı rafa kaldırmış
olan Rükneddin’in hep “meeh” dediği, o güzelim Anglosakson komikliği ayyuka
çıkıyor. Ve aynı zamanda da bu müstehzilikle beraber, anlamsal düzeye ve bu
düzeyde kurulan ilişkinin nasıl oluştuğuna dair düşünceler de ortaya konuluyor.
Bu düşüncelerin imlediği, işaret ettiği şey ise; biraz yukarıda değinmiş
olduğum söz grubu: dünyayla kurulan ilişki biçimleri. Oradaki şey,
anlamsal düzeyin daha yukarıdan bir yerden ele alınarak diğer düzeylerin de
örtük bir şekilde gösteriliyor, sezdiriliyor olması aslında. Hem de ikincil bir
yoldan.
Neyse ki, işte tüm bunlar ve tüm
Roegler, böyle güzel ve az rastlanan şeyler.
Hepsiyle birlikte, ikincil
kaynaklara olan inanç da, adını koyamadığımız bazı koşullarda hiç akla
gelmeyecek şekillerde ve zamanlarda, yine hiç akla gelmeyecek sürelere sahip
olarak kendini gösterebiliyor. Mesela geçtiğimiz aylarda, Rükneddin tek odalı
ve bol hacimli evinde sabahlara kadar oturup her zaman olduğu gibi türlü türlü
yazılar yazarken –özellikle de bol Fransız filmli yazılar–, ben ise yine bu
“ikincil kaynak” şeysine tutulmuştum. Arka arkaya gelen Fransız filmlerinin
üstümde bıraktığı etkiden kurtulmak için Rükneddin’e resti çekip “Ben B
filmlere dönüyorum.” demiştim. Fakat bu sefer; eskiden yaptığım gibi açıp B film
etiketli bir film izlemek yerine, Avustralyalı bir adamın yaptığı, içinde
Tarantino’nun da yer aldığı, Filipinler ve Avustralya yapımı B-filmler üzerine
yapılmış birkaç belgeseli, sonra da 70’lerin İtalyan suç sinemasına değinen
bambaşka bir belgeseli temin edip izlemek, kütüphanede konuya ilişkin kitap
aramak vs. gibi şeylere girişmiştim farkında olmadan. Yani istediğim dönüşü tam
anlamıyla gerçekleştiremediğimle kalmıştım. Mahrum kaldığım B film yaratıcılığı
da cabası.
Fakat her şeye rağmen Roeg, her
bir şeye dolaylı yoldan, içinde bulunamadığı kıta avrupa’sında o bütün
varlığıyla.