29 Ekim 2012 Pazartesi

O Filmleri Koyamadığımız Her Kasım Ayında



7 Kasım Çarşamba:

Susuz Yaz

Yönetmen: Metin Erksan
Oyuncular: Hülya Koçyiğit, Erol Taş





 14 Kasım Çarşamba:

Womb

Yönetmen: Benedek Fligauf
Oyuncular: Eva Green, Matt Smith



21 Kasım Çarşamba:

Gattaca

Yönetmen: Andrew Niccol
Oyuncular: Ethan Hawke, Jude Law, Uma Thurman



28 Kasım Çarşamba:

Beyaz Kentte (Dans La Ville Blanche)

Yönetmen: Alain Tanner
Oyuncular: Bruno Ganz, Teresa Madruga





Filmler 17:32’de başlayacaktır.

18 Ekim 2012 Perşembe

Sen Uzak Hala Lola Hanım Yoksa Cumhuriyette de Uyuyamıyor musun?


İki kişi mutlu olacaksa birileri yanmak zorunda.
Orhan M.- Şubat 2007- Küçükpark

Jacques Demy diyelim mi ha sevgili dostlar? Elimizin değdiği her Fransızı baş tacı yaptığımıza dair gelen eleştiriler bize hâlâ bir şey ifade etmiyor. Ama sempatimizi aptallık boyutuna getirip o kadar da iyi olmayan filmleri sırf Fransız Filmi diye alıp koynumuzda besleyecek halimiz de yok. İşte bugün de bu namzetle hareket edip 1961 yapımı Lola filmiyle uzanacağım kanepelerinize.



Jacques Demy Cherbourg Şemsiyeleri (Les Parapluies De Cherbourg) ile nam salmış, dünyada falan tanınmış bir kişidir. Catherine Deneuve’ü Catherine Deneuve yapan bu müzikal film (Bir de Feyenoord’un Feyenoord olduğu yıllar vardır. Onu da “Hollanda Futbolunun Olumsal Analizi” başlıklı kuşağımızla yakında yazmaya başlayacağız) Atilla Dorsay’ın ağzını sulandıran bir şirinlik abidesi olarak Deneuve ile birlikte Demy’i de ünlü etmiş hatta Remy rotasını denizaşırı bölgelere çevirerek bir tür Hollywood macerası da yaşamıştır. Ama sorarız size, şu Avrupa Kıtasından Amerika’ya gidip de ekmeğini aynı güzellikte kazanan, kendini bozmayan bir adam var mı? --Ünlü Eleştirmen Roger Ebert bu soruya Time Out’da şöyle bir yanıt vermişti: :(

Jacques Demy’nin yaptığı filmleri ikiye ayırırsak kabaca şöyle bir tablo çizebiliriz: 1- Başarılı Müzikal filmler. 2-  Başarısız Müzikal olmayan filmler. Biraz daha basitleştirirsek diyebiliriz ki: Bu kişi sadece Müzikal türünde başarılı örnekler vermiştir. (Bir istisna var tabi. Yoksa bu yazıyı yazmaz Karadayı izlerdik). Demy’nin Müzikal örneklerde ulaştığı başarının sırrı da daha sonra bolca seyahat edeceği Amerika taraflarında yapılan müzikallerdir. –Mesela Minelli’nin filmleri- Örneğin 1966’da çektiği ve Gene Kelly gibi o zamanların starı (Gene Kelly’nin Gene Kelly olduğu yıllar diyelim buna da) bir oyuncuyu da kadrosunda bulunduran Tatlı Günler (Les Demoiselles De Rochefort) bu Amerikan tipi müzikallere verilecek en güzel örneklerden biridir. Rochefort kentinden bir tür Moulin Rouge atmosferi yaratan Demy benzer bir başarıyı 1988 yapımı 26’sı İçin Üç Yer (Trois Places Pour le 26) ile de tekrarlar. Ünlü Oyuncu – Şarkıcı Yves Montand (Şahane bir performansını Alain Resnais’nin La Guerre Est Finie filminde görebilirsiniz) filmin başrolünde olup, filmde olup biten her şey de Yves Montand’ın hayatından etkiler taşımaktadır. Edith Piaf’tan Marilyn Monroe’ya birçok kişiye üstü kapalı da olsa güzel göndermelerin yapıldığı “26’sı İçin Üç Yer” Jacques Demy’nin müzikal anlayışında da ikinci bir dönem başlatmış ve Demy’nin “Mantıklı Müzikal” dediği şeyin ilk örneklerinden biri olmuştur. Bu dönemle birlikte Demy şeker kıvamındaki cana yakın ilk dönem müzikallerinden uzaklaşıp biraz daha ciddiyetle meseleye yaklaşmıştır. Bu bizim buralarda pek fark edilmese de bir anlamda “Gülüp eğlen” durumuyla özdeşleşen müzikal türünü de yapısal olarak değiştirmiştir. (Aslında müzikal dediğimiz şeye bir dinamitle yaklaşıp sonrasında ortalığı toz duman eden bir Une Femme Est Une Femme tecrübesi de vardır ama bu golün görülmesi için bir elli yıla daha ihtiyaç olduğu görülmektedir).

Trois Places Pour le 26


Les Demoiselles De Rochefort



Jacques Demy’nin Müzikal olmayan filmlerinden biri olan ve belki de en ünlüsü olan Eşek Derisi (Peau D’Ane) ise ünlü Fransız masalcısı Charles Perrault’nun bir kitabından uyarlamadır. Evlenmek istemediği birinden kurtulmak için eşek derisine bürünerek yaşamaya başlayan bir genç kızın anlatıldığı bu filme deliklerle dolu 2000’li yılların başında Trt’de denk geldiğimi hatırlıyorum. Bir müddet bakıp kanalı değiştirmiştim. Lise tecrübeme dayanarak filmi kötü ilan edebilirdim ama bir daha izleyip üzerine konuşmakta fayda var. O yüzden bu filmin üzerinden tek bir hamlede atlayıp esas filmimize gelelim, “Jacques Demy’nin müzikal olmayan bütün filmleri fena lan” cümlesini kurmamızı engelleyen filme : Lola.



Lola bir isim olarak Alman Sinemasından (Rainer Werner canım Fassbinder’in Lola’sı vardır mesela. Severiz) tutun da Amerikan sinemasına kadar birçok filmde kullanılmışsa (Hele ki bu filmler bir de melodramsa) bilin ki bunun nedeni Max Ophuls’tür. Almanya’da hayata başlayan ama 1938’de Fransa vatandaşı olan ve bu memlekette özellikle de 1950’lerde yaptığı filmlerle (Bir ara Amerika’ya gidip oralarda da güzel filmler yapmıştır) bir kuşak sinemacıyı derinden etkilemiş bu adamın en önemli filmlerinden biri Lola Montes’tir.

O zamana dek Fransa’da yapılmış “en gösterişli film” olarak bilinen Lola Montes Bavyera Kralı Ludwig II’nin metresi olan bir dansözün sansasyonel yaşamını anlatır. O güne kadar kullanılmayan sinema tekniklerinin ilk kez denendiği, fazla süslü dekorlar ve aksesuarlar eşliğinde çekilen bu film herhangi bir başarı kazanamadığı gibi Max Ophuls’ün hayatını da uzun bir maratondan alıp fevkalade bir yüz metre koşusuna çevirmiştir ve Ophuls filmi bitirdikten bir yıl kadar sonra ölüp gitmiştir. Max Ophuls aşırı titizliği, görkemli sahne tasarımlarının yanı sıra kameranın stabil halinden kurtularak hareketli bir hale gelmesini sağlayan ilk sinemacılardan biridir.  Ophuls hareketli kamera kullanımıyla Yeni Dalga’yı, daha sonra özellikle gösterişli sahne tasarımlarıyla Fellini’yi, ayrıntılara gösterdiği saplantılı titizlikle Kubrick’i, ve genel olarak Fransız Klasik Edebiyatından aldığı (Emile Zola’nın Nana kitabını hatırlayabiliriz Lola Montes’i izlerken) “yavaş yavaş düşen kadınların epik anlatımı” (Yine Lola Montes ve La Ronde) diyebileceğimiz içeriğe sahip filmleriyle birçok filmi (Yine Fassbinder’den Maria Braun’un Evliliği’ni anabiliriz) ve yönetmeni etkilemiştir.



Jacques Demy’nin Lola’sı ise ismini Lola Montes’e borçlu olmasına rağmen içeriğiyle bir başka Max Ophüls filmini işaret eder: Aşk Zinciri (La Ronde). Aşkın  bir döngü içinde aynı yolları katedip yine başa döndüğü ve bir başka ilişkide de aynı tekdüzelikte devam ettiğine dair düşüncelerden oluşan 10 bölüme ayrılmış bir filmdir La Ronde.

Jacques Demy de Lola’da Nantes’da geçen benzer bir durumu anlatır. Bir fahişe vardır (Lola) 14 yaşından beri aşık olduğu bir adamın çıkıp gelmesini beklemektedir. Bu sırada yıllar sonra karşılaştığı ve bu geçen yıllar içinde kendisine aşık olduğunu anladığı bir başka adamla karşılaşır (Cassard) . Bu aşık adama da aşık bir başka kadın vardır (Madam Desnoyer). Kocasını savaşta kaybetmiş ve kızıyla yalnız bir hayat süren Desnoyer'in 14 yaşındaki kızı ise (Cecile) Lola ile sevişen bir Amerikan askerine aşıktır. Gelin görün ki Amerikan askeri de yine bir şekilde Lola’yı sevmektedir.


Karakterler bu durumlar içinde bir apartmanın bütün odalarını turlayan bir döngüye girerler. En sonunda ise yıllardır aşık olduğu erkeği bekleyen Lola muradına erer ve diğer erkekleri bırakıp ilk aşkıyla birlikte Nantes’dan uzaklaşır. O uzaklaşırken de ona yıllardır aşık olan Cassard pis işlere bulaşmak üzere Afrika’ya gitmektedir. Lola’nın filmin sonunda mutlu mesut kocasıyla Nantes’dan arabayla uzaklaşırken elinde bavuluyla Afrika gemisine doğru hızlı hızlı ama bir o kadar da hüzünlü şekilde ilerleyen Cassard’ı gördüğü sahne belki de filmin en güzel sahnesidir. Bununla beraber Amerikan askerine aşık genç Cecile de evinden kaçmış ve Nantes’ı terk etmiştir. Kısacası herkesin Nantes’ı terk ettiği ama sadece bir kişinin yani Lola’nın mutlu bir şekilde terk ettiği bir filmdir Lola.


Yalnızca bir kişinin ya da bir çiftin mutlu olup geri kalanların yandığı bir film olan ve daha baştan Max Ophuls’e adanan Lola, Ophuls’ün anıtsal yönetmenliğine erişemese ve özellikle başrolündeki Anouk Aimee’nin (Fransızların Türkan Şoray’ı diyebiliriz. Tabii yine bahsettiğimiz yılların Türkan Şoray’ın Türkan Şoray olduğu yıllar olduğunu belirtmeliyiz) kötü performansıyla gücünü kaybetse de bir yere ulaşamayan akınların döngüsünü kusursuz anlatabildiği için unutulmamayı hak ediyor.


16 Ekim 2012 Salı

Birkaç İyi Adam Gidiyorduk Kızlara

Sevgili dostlar, biliyorsunuz, biz nereye adımızı yazsak, nereyi göstersek parmaklarımızla orası şapkalar yüklü bir vagondur. Her şeyin iki ucu olmayan bir düzlemde sürekli yeniden başladığı kafamızda bazı görüntüler dolaşır. O görüntüler zamanla bir “an” olarak zihnimizde yer eder. Ve o an da zamanın dışında sonsuzlaşır. Bu hayatta da olur filmde de olur ikisinin dışında bir yerlerde de olur.
Bir araştırma yapsak filmler üzerinden zihnimize akan bu anlar içinde en büyük yeri Gerard Depardieu’da vücut bulmuş karakterler kaplar herhalde. Mesela Dünyanın Bütün Sabahları’nın o muhteşem açılışında. Yaklaşık 6 dakika boyunca Depardieu’ye bakmak bakmak ya da daha önce yazdığımız Buffet Froid ya da Ona Sevdiğimi Söyle’de bize bıraktığı anlar üzerinden Depardieu’yü öpmek. Falan.



Bertrand Blier’nin Vals Yapan Taşaklar (Les Valseuses) filmini de bu Depardieu sevgisiyle izlerseniz hoş zamanlar, mutlu geceler, tatlı öğleden sonralar yaşayabilirsiniz. Bertrand Blier gibi benim “Unutulmuş Fransız” klasmanımda yer alan bir adamın biraz da kafası karışık bir dönemde çektiği bu film bazen savruklaşan ama bu savrukluğu toparlama çabasına da giren bir yapıya sahip.

Film aslında “Zerzerilik yapan iki üç Amerikalı amaçsız ve heyecanlı bir şekilde ülkeyi turlarlar” şeklinde özetleyebileceğimiz Amerikan Filmlerinin Fransız versiyonu. Özellikle genç ve soğuk Fransız kızlarından muzdarip iki erkek olgun ama ateşli bir kadın bulmak için yollara düşerler. Bir sürü maceranın ardından hapisten yeni çıkmış bir kadın ile karşılaşır ve onunla biraz güzel vakit geçirir ve sevişirler falan. Film buraya kadar normal normal akarken hapisten yeni çıkan kadının (Jeanne Moreau diyorum) iki oğlanla seviştiği o gecede yan odaya geçip vajinasına ateş etmek suretiyle intihar etmesinin ardından film“saçma” bir yere doğru akmaya başlıyor.



Diger Bertrand Blier filmlerinden alışık olduğumuz ve içine biraz da mizah girince tadından yenmez bulduğumuz bu “saçma” yapı maalesef bu filmde tutmuyor. Film bu İntihar olayının ardından daha da savruklaşıp dağılıyor. Sonlara doğru özellikle Depardieu’nun eşsiz çabasıyla yeniden toparlanma emareleri gösterse de Les Valseuses uzun süresinin de dezavantajıyla sönük bir biçimde sona eriyor.


Ama yine de hani şey derler ya “Kendini izleten bir film” işte öyle diyebiliriz Vals Yapan Taşaklar için. Anglosakson mizahına karşılık (Ki ben bu durumu Monty Python ile özdeşleştirmiş durumdayım. Yani bana Anglosakson mizahı desen aklıma Monty Python gelir. Ama Coupling desen aklıma Anglosakson mizahı gelmez. Nasıl ama? Dünya böyle oldu işte.) Fransız mizahını tercih ederek yine özentiliğimizi gösterebiliriz.


 -Mesela Buffet Froid’e de çok gülmüştüm ben. Bu filmde de birçok yerde güldüm ama Monty Python’da gülmüyorum Uğur, anla artık çocuk. Ki be bak bişey diyeyim mi sana şu Salaklar Sofrası vardı ya hani Fransız ona bile gülmüştüm. Cine 5’de gülmüştüm. Dublajlı iken bile gülmüştüm Bo Derek – Dört Direk çevirisiyle yapılan bir espri vardı mesela, işte ona bile gülmüştüm. Bütün bir Anglosaksonlardan daha çok gülmüştüm. Ağlamamıştım da üstelik sade gülmüştüm evimizde baksır tipi köpek vardı.-


Ezcümle Bertrand Blier kötü bir filmde bile saçmalamayı ve güldürmeyi başaran bir adam olarak bizim çimlikte her daim sevilecektir.

9 Ekim 2012 Salı

Ona Sevdiğimi Söyle'ye İkinci Prelüd


Wayne Rooney’nin Everton’da oynadığı yıllarda bizim lisenin “Süper Lise” olan kısmında bir kız vardı saygıdeğer dostlar. Şimdi biz bu kızı nasıl derler, şöyle diyelim: Biz bu kızı beğendik, bu kızdan hoşlandık dostlar. Neyse önce efendi gibi gidip derdimizi anlattık, bu konudaki görüşünü, yapabileceği bir şey olup olmadığını sorduk. O da bize olağanüstü bir liseli kız cevabı vererek: “Öss’ye hazırlandığım için bir ilişkide olmayı istemiyorum” dedi. Biz de “sağolasın” diyip ayrıldık yanından. Ama bu baştaki efendi tavrımız sonunda bir tür yüzsüzlüğe vardı ve bir Zeki Müren gibi oturup efendi efendi sevemediğimiz için yaklaşık 27 kere kıza gittik ve bir ay içinde gerçekleştirdiğimiz bu 27 teklif hamlesine 27 adet ret cevabı aldık. “Ulan biz şimdi Düz Liseliyiz ya bu kız Süper Liseli, aha kesin bundan bakmıyor bize” gibi ezik ergen muhabbetine girmeyi ihmal etmediğimiz bu süreçte bol bol “O kız bize bakmaz abi” şeklinde düz liseli cümleleri de kurduk.

Sonra ne mi oldu sevgili dostlar? Bu Süpper Liseli kız, bu Öss öncesi ilişki istemeyen kız gitti bizim düz liseli sözel sınıfından bir çocukla çıkmaya başladı. Çıktığı çocuk da nasıl desem, esaslı bir Gökhan Özen dinleyicisiydi. Mesela Din Kültürü hocamız her dersin sonunda bir ilahi okuduktan sonra bu çocuğa dönüp “Haydi evladım sen de güzel bir şarkı söyle bize” derdi, bu eleman da iki elini sıraya koyar, gözlerini hafif kısar, akabinde de Gökhan Özen’in Duman Gözlüm albümünden bir Track’i söylemeye başlardı. İşte o kızın bu çocuğa gittiği gün bizim “Bu dünya ne lan böyle” lafını ettiğimiz ilk gündü. Sonra yine serde yüzsüzlük olduğu için kızın yanına gittim ve “Hakkaten bu mu lan. Bu mu yani?” diyerek bahçede arkadaşlarıyla kıça tekme atma oyunu oynayan sevgilisini gösterdim. O da “Evet” dedi.


Aradan yıllar geçti, bu kız bütün Süper Liseli hareketlerinin ardından bir Pastanede çalışmaya başladı. Oğlan ise büyük ihtimalle Kuyumcu oldu. Şimdi soru şu : Eğer Rooney Everton’ı satıp Manchester United’a gitmeseydi, aynı şekilde bu kız da bizi reddedip şimdiki Kuyumcu oğlana gitmeseydi ne olurdu? Liverpool şehrinin ikinci büyük takımı olan Everton ile bir güney kentinin Düz Liselisi olan Rükneddin’in bu acı dolu, adeta Fragonard tablolarını andıran yaşantısı nereye varırdı?
 
 


Nereye varıcak abi, bir yere varmazdı tabi. Bu bir enerji sorunu sanırım. Filmde Martinaud yıllarca bırakmıyor ya kızın peşini, ona ev filan bile kuruyor. Oysa ben kıza yaptığım 27 seferin ardından baya eve gidip şeftali yemiştim. “Olmuyorsa olmuyor” diye bir liseliden beklenmeyecek şekilde mantıklı cümleler de kurmuştum. Ama işte Sinema dediğimiz şeyin bize bıraktığı ve hayatı aştığı noktalardan biri de bu manzarayı yani “olmuyor” manzarasını verebilmesidir.
 
 


Martinaud neden Lise için bir ev kuruyor neden bu evi kimsenin uğramadığı epeyi ıssız bir yerde kuruyor ve neden Lise’i elde ettikten sonra burada onunla izole bir yaşam sürmek istiyor? 
 
 

Bütün bunların nedeni tabii ki Martinaud’nun kafasındaki her şeyi hayata uyarlama çabasından geliyor. Yani tümüyle zihinsel olan bir süreci belki de aşırıya kaçarak pratikte yaşamak istiyor. Zihninde kurduğu manzaranın aynısını kurmaya çalıştıkça da işler sarpa sarıyor. Çünkü hepinizin bildiği gibi hayat kafamızdaki sahnelere uymaz. Martinaud ve “Ona Sevdiğimi Söyle” işte bu “olmuyor” deneyiminin filmleşmiş halidir. Hiçbir sonuca ulaşmasa da bir şey için özellikle de somut bir şey için çabalamak gerçekten de inanılmaz bir şeydir.
 
 


Daha önce bu filmle birlikte adını andığımız Demirkubuz da Kader ile ilgili bir röportajında şöyle diyordu “Bir adam var. Bir kızı istiyor. Ve ne yaparsa yapsın onu elde edemeyeceğini biliyor. Ama yine de peşinden gidiyor. Hiçbir yere varmayacağını, hiçbir şeye ulaşamayacağını bildiği halde gidiyor. Bunu çok tuhaf buluyorum. Bu gerçekten inanılmaz bir şey.
 
 


Kader ile bir tür Akrabalık kurabileceğimiz (Ama sadece “saplantılı bağlılık” düzeyinde bir akrabalık bu) “Ona Sevdiğimi Söyle” bu “bir yere varamama” ve bu olmayışın yarattığı hüznün şiddete meyil etmesiyle son bulurken, 1977 yılının diğer Fransız Filmlerinin yanında bir Claude Miller filminin “başka” olduğunu not düşüyoruz otuz beş yıllık bir gecikme anında.
 
 

3 Ekim 2012 Çarşamba

Köşk'te Yeni Sezon: Ekim Ayı Programı

Önceki senelerde yapamadığımız, gösterimleri Ekim ayında başlatma kararımız bu sene şu programla vücut buldu:



10 Ekim 2012 - Çalıntı Öpücükler (Baisers volés) - 1968

Yönetmen: François Truffaut






17 Ekim 2012 - Tenenbaum Ailesi (The Royal Tenenbaums) - 2001

Yönetmen: Wes Anderson





Filmler saat 17.30'da başlayacaktır. 

1 Ekim 2012 Pazartesi

Kandırdım Nazlı Yari Sonunda Çılgın Sözlerle

1
Biz bu dünyaya geldiğimizden beri yani 20. Yüzyıldan beri çeşitli deneyimler yaşadık sevgili dostlar. En basitinden birkaç film izledik, kitap okuduk, kadınlar, erkekler ve neyse ki bu iki cinsiyet dışında kendini tanımlayan insanlarla müşerref olduk. Böyle bir cümlenin ardından “Hayattan da şunu öğrendik ki..” gibi bir tümce bekliyorsanız bilin ki fena halde yanılıyorsunuz. Ne öğrenicez lan hayattan? Yani ne öğrenicez abi hayattan? Şu veya bu, ikincil kaynaklardan girdi hayatımıza. Ama onun da muhabbetini yapmıycam. Diyeceğim şu ki yaşanılan deneyim her zaman bir yeniliğe açmaz kapılarını. Yaratıcı bir deneyimin önkoşulu her zaman için mesnetsiz ve garibaldi bir hezeyandır. Yani demek istediğim, Gencebay’ın da dediği gibi “Bıktım artık yaşamaktan çekmekle biter mi bu hayat yolu?”. Bir daha cümle kursam ise Kenan Doğulu derdim. Doksanlar derdim. Ama emin olun bir sonraki paragraf bunlarla ilgili değil. Sadece bir Kenan Doğulu şarkısını düşünürken Mustafa Sandal’ın ilk albümünde yer alan “Anlamazsın” adlı şarkının akla gelmesi. Ve bu iki şarkının sözleri üzerinden metinlerarası bir “ne diyor acaba” ilişkisi kurulması.. Bu “Anlamazsın” adlı şarkıda şöyle bir söz var bak: “Geceleyin bir yarısı uyandırdım mı bebeğim?” bu dizede Sandal bir önceki dizelerde olduğu gibi yine sevgilisine sesleniyor ve onun zararına ya da kötülüğüne olan hiçbir işe kalkışmadığını belirtiyor. Peki neden “Geceleyin bir yarısı uyandırdım mı bebeğim?” diye soruyor. Yoksa Sandal bu durumu affedilmez bir suç bir günah, metruk bir davranış olarak mı görüyor? Sevgilisini uykudan kaldırmak neden böyle pis, çirkin ve adi bir davranış? Sandal bunu hiç açıklamıyor ve gizem sürüyor. Bu yüzden de onun ilk albümlerini seviyoruz. Mesela Detay albümünün üçüncü Track’i olan “Bombacı” bu “acaba ne anlatıyor” bağlamında değerlendirilirse kitleleri şaşırtacak sonuçlara ulaşabilir ve bu ülke müziğine rokoko ve avangardın Sandal ile geldiğini gönül rahatlığıyla tespit edebiliriz.

Çakma Enrique Iglesias olmayı ona yakıştıramadık


2
P.J. Harvey’nin oynadığı bir film nasıl olurdu demek yerine açın da bakın The Book Of Life’a ( En azından ben öyle yaptım). P.J. Harvey güzel oynamış, ama hiç oynamasa, öyle dursa da, hiçbir şey demese de, saçmalasa da olurdu ( Bu arada ne çok yakışıyor, ne çok güzel oluyor bir filmde, ne çok güzel o sıska bacaklar, o ağız: Bir mısra gibi ağzınız. Öptüm ayaklarından öptüm öptüm, putunu cezalandırıyor kır delisi, oğlan iki sokak ötede Londra’dan gelmiş, yazsınlar felaketlerin çifter çifter geldiğini, garson acıması tutmuş içkievini falan filan).

Neyse The Book Of Life’dan P.J. Harvey dışında ne kaldı derseniz “Bişey kalmadı valla” derdim. Ama Eymirli’ye sorsan film bağımsız Amerikan filmi ya (Ki yok böyle bir şey abi. Bak birisi söylesin bunu şu çocuğa. Ben söyleyince anlamıyor. Ama yine de söyleyeceğim: Yok koçum öyle bir şey. Liverpool’un orta sahası gibi, anladın mı. Yok.) bir de Hal Hartley çekmiş ya e o zaman sevelim tabi kafası. Aha Allah seni ne etsin kafası.

3

Tabi insan bunları söyleyince aklına doğal olarak Bronte Kardeşler geliyor (Niye lan?) Ben bu kardeşlerden en çok Charlotte Bronte’yi seviyorum, kendisinden çok da kitabını tabi,  Jane Eyre’ı işte.

Emily Bronte daha bir kabullenilmiş, sevilmiştir “Uğultulu Tepeler” ile ama bizim itikadımız dedim ya Charlotte Bronte’den yana. Bu esaslı duygulanma yaşatan acı dolu kitapların Bronte Kardeşlerin gerçek hayatlarından (Al sana bir şey daha, “Gerçek Hayat” peh. Flash Tv programı gibi bir şey) esinle oluştuğunu herkes bilir. Ama yine de melodramı hissettirmenin de belirli güçlükleri vardır. Jane Eyre’da mürebbiyemizin fırtına gibi duygusal yaşamını çocukluk travmalarının ekseninde takip ederken ağlamamak elde değil. (Aslında elde lan. Ben ağlamamıştım. Benim ağladığım tek bir kitap vardı ama onu da nasıl derler elbette söylemeyeceğim. Sana ne lan okuyucu. Sen anca böyle cümleleri takip et zaten. Artist)

İşte bu Jane Eyre’ı birkaç yıl önce Japon olduğunu tahmin ettiğim bir adam filme uyarlamıştı. Filmin yönetmeninin Japon olduğunu düşünüyorum ama film İngiltere’de geçiyor tabii ki. Bu arada filmin yönetmenini niye Japon zannediyorum? ( Adı ya Fukunama ya da Fuku..böyle bir şeydi. O yüzden mi zannediyorum? Bence Behzat ilerleyen bölümlerde bu Eylül’ü.) gayet iyi bir uyarlama olmuş. Ben ki “klasik uyarlama” sevmem ama o gece nedense sevdim. (Bu arada hakkaten neden yönetmeni Japon zannediyorum?) Jane Eyre bizim Çalıkuşu’nun da gayrı resmi kaynağıdır (Bu filmin yönetmenini neden Japon zannediyorum?). Yaşadığı ve mürebbiyelik yaptığı evin ya da şatonun “beyfendisine” aşık olan, böyle durumlarda sık görünen bir durumun aksine beyfendiden de karşılık alan Jane Eyre’ın o sevgisine sadakat duyan ve sevdiği adamı asla unutmayan delikanlı yapısı mı bizi bu kitaba ya da bunu pek iyi gösteren bu filme çeken? (Filmin yönetmenini neden Japon?) Hepsi ya da Recaizade Mahmut Ekrem.



4

Bugünlerde dışarılar hep pazartesi sevgili dostlar. Ekim ayı emin olun Mart ya da Kasım gibi değildir. Bu Ekim günlerinde okumadığınız bir kitabın adını “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku” diye mırıldanabilir ya da aşık olduğu kocası öldükten sonra, iki yıl sonra, gayet güzel bir albüm yapan Corinne Bailey’i hatırlayabilirsiniz. Bütün bunlarla birlikte Ekim asla güzel bir ay değildir. Siz Mayıs ya da Şubat beklersiniz mesela ama Ekim gelir. Bu Nietzsche’nin dediği gibi “Bir Yunanlı beklerken karşısında bir Alman bulmak” kadar ağır bir durumdur. Üstümüze düşen Fransız Filmlerini silkeleyip – Bu silkelemelerden birini 10 Ekim’de Truffaut ile Köşk’te yapacağız- “Çünkü sonluluktur sözcüklere anlamını veren” diye düşünmeye devam edeceğiz. Bir de hiç ummadığımız bir soruyla doğru yere parmak bastığımızı fark edip “O filmin yönetmenini neden Japon zannediyorum?” diye ısrarla sormaya devam edeceğiz.