30 Kasım 2012 Cuma

Üstü Başı Kapalı Bir Mesela: "Kürt Sineması" (2)

Bundan 5 ay kadar evvel Press filmini yazmak için bir girişimde bulunmuş; fakat filmi yazamadan başka meselelere değinip yazıyı bitirmiştik*. Çünkü filmle ilgili meseleye gelmeden önce başka bir “mesele”den durmaksızın bahsetmek gerekiyordu. O yazıda da bunu yapmaya çalışmış ve yazının ufak bir prelüd olmasını sağlamıştık. Şimdi yine Press filmi üzerine yazma hamlesinde bulunuyoruz.


Yine Press filminden önce filmle direk alâkalı olan bazı şeylerden bahsetmemiz gerekiyor. 5 ay önceki yazıda “Kürt Sineması” nın ana meselesinin de,  Kürt Meselesi’nin ana konusu olan dil sorunu olduğunu görüyoruz demiştik. Özellikle İki Dil Bir Bavul biraz da mizaha yaslanarak olayın trajikomik yanını gözlerimizin önüne getirmişti. Min Dît de birçok kusuruna rağmen anlatmaya çalıştığı ve benim çok önemli bulduğum bir durumu bizlere aktarıyordu. Bu durum Kürt ile Yoksul Kürt ayrımıydı. Senarist Evrim Alataş buralardan göçüp gitmeden önce meselenin belki de en temelini gösteriyordu. “Kürt” demek aslında Diyarbakır’daki, Şırnak ya da Hakkari’deki yoksul insanlar demek. Devletin sevmediği ve Kürt dediği şey de aslında onlar. Akp’li Kürtler ya da Chp’nin acayip milletvekillerinden bazıları bizim bildiğimiz anlamda Kürt falan değiller.

Kürtler bu memleket kafasına göre dağdakiler ve “Doğu”da bulunan adamlardır. O yüzden mesela bir Özal çok sevilmiştir çünkü o bütün “Kürt” lüğüne rağmen, yapıp ettikleriyle dibine kadar Türk’tür. Buna karşılık bütün “Türk” lüğüne rağmen, yapıp ettikleriyle İsmail Beşikçi bir Kürt’tür. Bu tıpkı Doğu- Batı gibi bir şey. Yani coğrafi durumdan çok bir ekonomi-politik var ortada. En basitinden Japonya batıdır, ama Arjantin doğudur, gibi.

Olayı biraz daha açmak için İnan Süver’den bir örnek verebiliriz. İnan Süver bundan yıllar önce vicdani reddini açıklamış anti-militarist bir adamdır. Bir sürü hapishaneye girip çıkmış, her türlü işkenceye de maruz kalmıştır. Vicdani ret her ne kadar bir hak olarak tanınmasa da yapan insanların başına çok fazla bir şey gelmez. (Doksanların başını ayırıyorum. İlk Vicdani Retçiler epeyi zor durumlar yaşamışlardı. Birçoğu da hapiste yatıp çıkmıştır. Yine Mehmet Bal, Mehmet Tarhan gibi örnekleri de genellemeden çıkarmak lazım. Ama İnan Süver’in durumu başka. Daha başka) Peki neden İnan Süver’in üzerine bu kadar gidildi? Neden adamı mahvettiler? Ve bunca yıla rağmen neden adamın yakasını bırakmıyorlar? En başta İnan Süver yoksul bir adamdır. Vicdani reddini arkasına hiçbir sivil girişim almadan yapmıştır. Ve birçok benzer örneğin yanında fazlasıyla yalnız bırakılmıştır. İkincisi bu adam Kürt’tür. Yani yukarıda ayrımını yaptığımız şekilde “Kürt”tür. Çok az konuşan bu adamın ilk mahkemeye çıktığında söylediği şeyler de ona yapılanların neden bu kadar ağır olduğunu açıklayabilir. Çok kısa konuşmuştu mahkemede İnan Süver “Avukatıma da aynı soruyu sordum” demişti “Ben hiç suç işlemediğim halde neden buradayım? Benim suçum ne?” diye sürdürmüştü laflarını hakim de “E askerden kaçmışsın” diyince İnan Süver “Ben askerden kaçmadım. Askerlik yapmayı reddettim. Ben elime silah alabilecek biri olsam gider gerillaya katılırdım. Şimdi Tsk’ya nasıl katılayım?” diyince yani gayet mantıklı bir cümle kurunca da Hakim “Vatan için her Türk..” diye bir cümleye başlamıştı. Sonrası klasik.



Bu dil meselesinin neden bu kadar önemli olduğunu ortalama bir zekâ ile tespit edebiliriz sanırım. Özellikle mahkeme süreçlerinde insanlar kendilerini savunmak durumunda kaldıklarında ana dillerini kullanmak isterler. Zaten bütün bu eziyeti de o dili ve o dilin etrafında şekillenen bir sürü “yaşam”ı unutmamak, yaşatmak için çekmişlerdir. Yoksa kendi dilleriyle de savunma yapsalar T.C.’nin hapislerinden çıkamayacaklarını biliyorlar. İnan Süver’in ana dilinde yapmadığı o kısacık savunmada belki de her şeyi çok güzel özetlemesi onu hapisten ya da eziyetten kurtaramadı. Ana dilinde savunma yapan insanlar da her şeyi mantıklı bir şekilde açıklamalarına rağmen hapisten kurtulamayacaklar. Bunu hepimiz biliyoruz (Bu arada Chp ne komik değil mi?  “Kürt meselesiyle ilgili her şey meclis çatısı altında konuşulmalı, tartışılmalı” dedikten 18 saniye sonra “Ana dilde savunmaya karşıyız” diyorlar. Başlarını okşayıp “Haydi git şurada oyna” diyesiniz geliyor adamlara).

Press filmi de bu yukarıda bahsettiğimiz “yaşamları” unutmamak, olan bitenleri unutmamak için yapılmış bir film (Bu çok önemli sanırım. Unutmamak yani. Bu noktada Kürtlere yapılanların unutulmaması gerektiği gibi zamanında elele veren Türk ve Kürt halklarının Ermenilere yaptıklarının da unutulmaması gerekiyor kuşkusuz. Hiçbir şey unutulmamalı).  Bu meselede “olan” birçok şey var. Press filmi bir makas atlayarak olayın çok sonrasında olup bitenleri gazetecilerin hikâyesi üzerinden anlatıyor. Özgür Gündem gazetesi doksanlarda dünya üzerinde çalışanları en fazla suikaste uğrayan kuruluşlardan biriydi. Yüzlerce Özgür Gündem çalışanı, dağıtıcısı ya da satıcısı “bir şekilde” öldürülmüşlerdi. Bazıları sokak ortasında bazıları da dağ başında. Süleyman D.’nin “Bunlar birbirini öldürüyor. Devlet cinayet işlemez” dediği yıllarda oluyor her şey. Bu cinayetlerin neredeyse hiçbiri anaakım medyada yer almadı tabi. Bugün “Aslında Kürtlere bazı haklar verilmeli” diyen bir sürü adam o yıllarda da gazeteciydi ve o zamanlar “Terörist, bölücü, bebek katili” minvalli yazılar döşüyorlardı.



En başta olayı bir “gazetecilik övgüsü” ile ele alıyor Press. Gerçeğin peşindeki gazeteciler olduğunu ve bunların hayatları pahasına gerçekleri yazdığını gösteriyor Diğer tarafta ise bütünüyle anti-militarist bir film olduğundan askeri araçların hepsini (Büyük ihtimalle maddi yetersizlikten) kötü bir efektle, yani sahte olduğu çok belli olan biçimde göz önüne getiriyor. Askeri araçlar ya da tanklar daha çok oyuncağa benziyor. Belki de zorunluluktan yapılan bu seçim filme tuhaf ve aslında mizahi bir etkide bulunuyor. Sonuçta böyle bir filmde bütün ihtişamıyla tank, panzer ya da askerlerin gösterilmesi pek de mantıklı olmazdı. O yüzden bu “biçimsel” hamle filmi çok farklı bir hale getiriyor.

Bir önceki yazımızda bu filmlerden hemen bir sanatsal başarı beklenmesinin yanlış olacağını söylemiştik. Çünkü bu yönetmenlerin (henüz) sanatsal bir amaçları vs. yok. Onlar kendilerine aracı ediniyorlar.. O yüzden şimdi senaryo ya da kurgudaki kimi yanlışlıklardan ya da “olmamış” yerlerden bahsetmenin manası yok. Ama filmin derdini anlatırken başvurduğu bir durum var ki, bir yerden sonra rahatsız edici bir boyuta ulaşıyor.

Bu “durum” şu “mesleğin onuru” diyebileceğimiz belki de dünyanın en saçma kavramı. Press sırtını “gazetecilik onuru” denen şeye yaslamış gibi görünüyor. Fazlasıyla mesleki bir övgü bu. “Onurlu gazetecilik” için hayatlarını feda eden insanlar. Her ne kadar haberlerini yaptıkları insanlar yakınları olsa da bu “gazetecilik” durumu bir aralık olarak ortada duruyor. Ben “mesleğin onuru” gibi bir lafı duyduğunda ya da okuduğunda gülen bir insan olarak böylesine “önemli” bir filmde bu durumun ön plana çıkmasını görünce neredeyse şok oldum. Çok basit şekilde “Ne gerek vardı ki buna” diye sormak isterim.


Bu ufak rahatsızlık dışında Press derdini iyi anlatan bir film. Özellikle “Masum” bir halka yapılan kötülükler ve bu kötülükleri yapan ve “Masum olmayan” iğrenç halk ayrımının yapılmaması filmi değerli kılıyor. Şu “Masum” lafı da kişilere ancak "terör" vs. gibi işlere bulaştıklarında üzerlerinden atabilecekleri bir durum olarak verildiği için kavramın kendisi saçma bir hale geliyor. Karşı karşıya getirmek yerine işin biraz da “ruhani” tarafına eğilmeye çalışan bir film Press. Yani evet tüm bunlar oluyor peki bunları yaptıran temel içgüdü ne? Nasıl bir durum oluşmalı ki insanlar bu hale gelsin? Sadece politik dalavereler değil daha “insani”(“İnsanca pek insanca” anlamında “insani”) bir durum var ortada, o durumu anlayabilmek için az da olsa sorular sorabilen bir film Press.

Press bazı “eksik” kavramlara başvurmayıp (“Gazetecilik onuru” denen şeyi istisna sayalım) meselesin kendi yöntemleri ve kavramlarına başvurarak anlatmak amacıyla yola çıktığı için değerli bir yapım olarak aklımızda yer edecektir.


*http://ellinciyilkoskufilmleri.blogspot.com/2012/06/ustu-bas-kapal-bir-mesela-kurt-sinemas.html

Sevdiceğim Gözyaşı Averajı Bizdedir

14 Kasım Çarşamba: Womb

Sevgili dostlar, şöyle tuhaf bir şey var ki mutluluk dediğiniz şey beraberinde bir “keder isteği” getiriyor. Ve aslen mutluluk da çok kederli bir şey. Anlayabildiğimiz kadarıyla asıl mesele mutluluk değil ve bunu sadece mutlu olunca anlayabiliyoruz
 Womb bu dediklerimizle alâkası olmayan bir film. Ama güzel film.



Gösterdik bu filmi biz. Seyirci sayısı da fena değildi. Ama ne bileyim. Aşırı beklenti sanırım. Yani sanki gösterimlerden birinde bir seyirci izlediği filmin etkisiyle çıldırsın istiyoruz. Ya da ne bileyim çok etkilendiği Womb filminin ardından eve gidip ağlasın. Ya da Dans La Ville Blanche gibi bir filmi de izlediğime göre artık hayatımı tamamlayabilirim diye düşünüp gösterim sonrasında düşüp ölsün. Emin olun hayat o zaman daha anlaşılır olurdu.
Ama bunlar olmuyor tabi, yine gidip tez falan yazıyoruz. Yine acayip bir dönemimizi Nazan Öncel’in doksanlarda yaptığı müthiş şeyleri dinleyerek aşıyoruz. "Günler böyle geçip gitti. Şimdi iyiyim." diyoruz.
Sunumda filmin tartışılabilir yanlarından bahsettik. Mesela bilimsel teknolojinin etik bir tartışması yapılabilir mi? gibisinden sorular sorduk. Yapılabilirdi tabi. Ama biz yapmadık. Filmin içinde “ensest” bir durum olup olmadığını sorduk. Yani sevdiği adam ölünce onu yeniden doğuran, sonra doğurduğu çocuğu büyütüp onunla sevişen ve bekâretini kaybedip bir daha hamile kalan bir kadının bu erkeklerle kurduğu ilişkinin ne kadar “ensest” olabileceğini konuştuk.
Kimileri bu durumu rahatsız edici buldu ve genel “iyilik” ve “ahlâk” kavramlarının can olduğunu söyledi. Kimileri de “ensestlik olsa ne olur olmasa ne olur sonuçta kadın sevmiş” dedi.



Olayın hastalıklı yanı da aslında bu noktada ortaya çıktı. İnanılmaz ve izole bir yaşam süren Rebecca’nın yıllarca aşkına sebat etmesi, başka sulara meyli olmaması ve sevdiği adamı doğurup büyüttükten sonra ondan aldığı tek bir şeyin ardından gitmesine izin vermesi ne olağanüstü bir davranıştır! Ve ne hastalıklı.
Bilim şu bu istediği kadar ilerlesin, insan denen şey ne kadar değişirse değişsin böyle insanlar olacak şüphesiz. Boş zamanlarında acı çeken, olmadık şeylere hayatını harcayan, bişeylerin peşinden koşup duran ama sonuçta hiçbir şey elde edemeyen, o güzel insanlar. Hastalıklı insanlar yani. İyi ki de olacak. Yoksa buralar daha da sıkıcı olurdu.
Womb bittikten sonra yolda yürüdük. Rebecca’yı ise filmin sonunda tek bir lambası yanan tam yüzyıl uzaklıktaki evinde bıraktık.

27 Kasım 2012 Salı

Bugün Pamuk Kalbinden Taşınıyorum


Bu şarkıyı 2004-2007 arasında müthiş bir performans sergileyen fakat ilerleyen yıllarda tam anlamıyla çöküşe geçen Liverpool’a ithaf ediyorum. Bu takımı bu hale getiren –başta Amerikalı sahipleri olmak üzere- herkes utanmalıdır. Ayrıca aşağıdaki yazının bir bölümü de bu şarkı eşliğinde yazıldığı için, yazı ilerledikçe şarkının da etkisiyle çeşitli sapmalar, kırılmalar ve manasızlıklar oluştu. Hoşgör sen okuyucu.






1

İstasyonda Gerard oluyor biraz
Ben bazan Liverpool’a üzülen bir adamım
………………………..

Batman filmlerini hiç sevmeden oluşan Batman takıntısı nedir?

Böyle insanlar vardır. Bilirsiniz. Yani olay filmlerdeki Batman değildir. Olay tamamen Batman’in durumuna duyulan bir takıntıdır. “Yarasa Kostümü giyen bir adam geceleri…” diye bir cümle kurduğunuzda tüylerinizin diken diken, berberde ise konunun yine ekonomi olmasıdır. Bu durum belki de bir yere kadar anlaşılır bişeydir. Ama Liverpool’u nasıl anlayacağız?

Allahın Türkiye’sinde bir adam Liverpool için neden üzülür sevgili dostlar? Nazım Hikmet bence çok yanlış sorular soruyor. İşte “Mutluluğun resmi…” falan. Sorsana Nazım “Bu memlekette bir adam Liverpool için neden üzülür?” Sebebi yok tabi. Nedensellik ilkesi denen şey de tam bir saçmalık. Bu Luis Suarez denen mal Andy Carroll’dan bile daha kötü bir topçu. Ama şu an takımın kurtarıcısı konumunda. Nuri hâlâ adaptasyon sorunu yaşıyor. Toplara filan vururken aklından “Bugün Pamuk Kalbinden Taşınıyorum” şeklinde şarkılar geçiyor. –Yani Nuri topa vurduğunda insan onun böyle şeyler düşündüğünü zannediyor- Gerard desen vicdani sebeplerden takımı bırakmıyor. İşte biz Liverpool’u da biraz bu sebepten seviyoruz. Liverpool hataların takımı. Güzel hataları var. Taraftarları da Liverpool gibi işte güzel okuyucu. Liverpool böyle bir dünyada hata yapan insanların tuttuğu, sevdiği bir takım.

Biz Meliha’yı da böyle sevdik. Canım Ailem’deki Meliha’yı. Uykusuzluk problemi insana Atv izlettiren bir şey Ve bu Atv’de sabah 5 sularında bir dizi yayınlanıyor. Daha doğrusu zamanında başlamış bitmiş bir dizi başlıyor. Canım Ailem işte. Orada bir Meliha var. Batman’e duyduğumuz sebepsiz tutku, Liverpool’a duyduğumuz anlamsız sevgi Meliha’ya duyduğumuz acayip saygıya çok benziyor.

Gerard’ın Olimpiakos’a attığı gol, Batman’in savrulan peleriniyle karanlıklar içinden belirmesi ya da Meliha’nın o güzel ses tonuyla “Samim” demesi. Bütün bunların birbiriyle ne alâkası var?

Durup düşünmeye devam ediyoruz.






2


Şimdi bu soruları sormaya devam ederken bazı meseleleri halletmemiz, bazı gerçekleri de açıklığa kavuşturmamız gerekli dostlar. Bak mesela, geçen gün film izliyorum tamam mı, yerli film. Bu filmde işte paso güzel İstanbul görüntüleri, işte caanım İstanbul güzellemeleri vs .yapılıyor.

Şimdi böyle yapan en az bin film vardır. Bir o kadar da şarkı ve kitap. Ben de oturdum düşündüm hacı. Ve bir cevap beklediğim soru buldum: Tarih kokan kent, Tarih ile iç içe kent, müthiş kent İstanbul’un o “tarihi” diye övülen eserlerinin %75’i Cami değil mi arkadaşım? Konunun uzmanı Eymirli’ye danıştığımda tatmin edici bir cevap alamadım.

Kendi kendime bulduğum cevap ise şöyleydi: Evet öyle. E yani şimdi bütün bir tarihi zenginliğinin büyük bir bölümünü tek bir mimari yapıya dayamış bir kentin nesiyle tarihi diye övünüyorsun olum sen? En şahanesi de en kötüsü de en eskisi de en yenisi de formel olarak aynı şey değil mi abicim? Öyle evet.

Burada Cami falan eleştirecek halimiz yok. Bir sürü şey söylenebilir yok efendim Mimar Sinan yumurta akı ile bilmem ne yapmış, yok işte Sultanahmet’in yapımında şu kadar insan çalışmış vs. hepsine tamam. Ama Cami işte abi, Cami yani. İslam zaten süslü ya da ihtişamlı şeylerden hoşlanmayan, daha mütevazı ağırbaşlı bir güzel dinimizdir ya, hah işte bu yüzden de mimari konularda öyle süse falan kaçmaz, gösteriş de yapmaz. Bir tek Osmanlı işte bunu bir ara yapmış ve bugün gördüğümüz Sultanahmet, Selimiye ortaya çıkmış. Ama tekrar söylüyorum bak: Cami abi, bütün bunlar Cami.

Saraylara, kulelere (Galata Kulesi hariç, kimse demediyse ben diyeyim: Sıfır yaratıcılık, Sıfır estetik) vs. lafım yok. Harbiden emeklerine sağlık şahane şeyler yapmışlar Dolmabahçe gibi, Beylerbeyi Sarayı gibi. Ama şimdi o şarkılarda, filmlerde vs. paso övülen karşısına geçip efkarlanılan manzara hep Cami değil mi bilader. Camilere bakıp bakıp hüzünlenen onca sanatçı -ki çoğuna kuşkuyla bakıyorum artık- hakikkatten ne görüyorlar orada? Nedir abi bu şehir fetişizmi. Olağanüstü kent, Mucizeler kenti, Tarihin en güzel kenti vs. noluyoruz dayı, ne var bu kadar lan.

Bak bundan daha kötü durumda olan kimler var biliyor musunuz: İzmir yurttaşları. Başİzmirli Yılmaz Özdil’e bakın tamam mı, aha bütün bir Karşıyaka eşrafı yahut Alsancak ve diğer sahil kesimi, hepisi bu Yılmaz Özdil’in kombinasyonudur. Mesela şöyle şeylerle övünürler bak : “Biz domatese domat deriz, çekirdeğe çiğdem. Lafı uzatmayı sevmez napıyon der, gelcen mi diye ekleriz”. İşte bu kadar. Bütün övünç kaynakları bu. Ha azıcık da işte cumhuriyet şehri, Ata’nın gözbebeği falan derler ve bu kadar. İnsanın doğup büyüdüğü yeri sevmesini, sahiplenmesini anlarım da bu artık manyaklık boyutundaki durumlar nedir abi. Bi dışarıdan bak ortalama zekâyla görürsün durumun saçmalığını.

İzmir ya da İstanbul fetişistlerinden daha kötü durumda olan birileri vardır ki bunlar Antakya sakinleridir. Lan oğlum mal mısınız la. Bu ne sevgi hacı. Git yemek ye, çarşıda bir tur at, işte bütün özelliği bu olan bir kente bu sevda niye olum. Bir de böyle insan içinde Antakya’ya övgü düzmeler yok mu, işte insanı şöyleymiş, kardeşlik böyleymiş, hoşgörü bu kadarmış. Hoşgörünün kendisi hastalıklı bir kelime de, Hoşgörüden kasıt şu: Kimse birbirini iplemez, başına bir şey gelirse de iplemez, ölse de iplemez, öldürse de iplemez. Bir bölümü diğerleri dediklerini anlamasın diye Arapça konuşur, diğer bölümü de niye Arapça konuşuyolar lan burası Türkiye diye çıkışır, diğer bölümü de Akp’li moda islamik tiplerdir. Şimdi sen nesini övüyosun olum buranın. Neyine methiye düzüyosun allahın dangozu. Ve Malatyalılar için bir şey bile söylemiyorum çünkü bu Antakyalılar bile onların yanında iyi kalıyor. Anladın sen.



3

Bütün bunları böylece dedikten sonra konuyu tabii ki Patti Smith’in memelerine getireceğim. (Neden acaba?) Patti Smith gibi, uğruna dağa çıkılası, şaki olunası, bisikletle boydan boya bir Anadolu turu yapılası bir insanın memeleri tabii ki çok önemlidir. Hele ki güzel güzel, sempatik sempatik, ve olması gerektiği gibi, yani çok doğal bir şeymiş gibi açıp bu memeleri göstermişse daha da önemlidir.

Ama heyhat, geçen gün Burroughs belgeselini yani "A Man Within"i izlerken bir ara çıkıverdi ekrana Patti caanım Smith. Nasıl desem, nasıl dile getirsem, şöyle dile getireyim: Oğlum Uğur, kadının sakalı, bıyığı vardı lan.

Sevgili dostlar, hazır elimiz değmişken gelin bu kanayan yaraya da parmak basalım. Birazcık bizi biz yapan değerleri hatırlayalım. Bakın, kıl ve tüy dediğimiz şeyler nahoş şeylerdir. Şimdi ayrımcı dil kullanarak şöyle de söyleyeyim: Hele ki kadınlarda çok daha nahoş şeylerdir. Yapmayın. Feminist hanımefendiler bir ara tepki gösterme amaçlı falan hiç dokunmuyorlardı ya vücutlarına, bakın ne diyorum: Yapmayın canlar, yapmayın dostlar. Bir de çıkıp: Bunlar natürel şeyler, niye tiksiniliyor ki? ayakları yapmayın bak. Mağarada yaşamak, geyik vurup yemek, çeşitli hastalıklardan 30 yaşına varamadan ölmek de natürel durumlardı ama hepsini atlattık. O yüzden bana insanlığın gelişiminden örnek verme uluslararası ilişkilerde masaya yatırdığım ablam, kap bi Braun Silk Epil al şu kılını tüyünü.

Biz aklımızda tabii ki Patti Smith’in sakal ve bıyığını değil gümbür gümbür memelerini ve şarkılarını tutacağız. Ama bu tip seçimlere maruz kalmak da çok can acıtıcı bir süreç. O yüzden tekrar ediyorum bak: Yapmayın canlar, yapmayın dostlar.


23 Kasım 2012 Cuma

Bir Adam Ne Kadar Sıkıldı ki Uzun Uzun Kahve Ismarladı


Sevgili dostlar, kasım ayı denilen şeyin tuhaflığı henüz sona ermemişken inanılmaz bir şekilde aralık ayına giriyoruz. Bu nasıl bir dünya hâlâ anlayamadık. Olmadık şeyleri “inanılmaz” bulan insanlar böyle şeylere neden hiç şaşırmaz bunu da anlamıyoruz. Bizler yine evimize dönüp teselli niyetine Geyikli Gece’yi okuyoruz.

Çabalarımız çok. Çok. Ama ne yapsak olmuyor. Arada diyoruz hani şu şu şeyler ya da insanlar, somut şeyler yani, durun onlara bir bakalım, “gerçek hayata” atılalım. Akabinde bir Nilgün Marmara kahkahası ya da Beckett sırıtışı görüyoruz. Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız. Çok basit çok. Bir gömleğin düğmesinden tutun da Despair’deki Dirk Bogarde’ın şu sakallı ve bitik haline kadar ufacık ama çok ufacık dertlerimiz var. Proust’u düşün sevgili okuyucu. Bir madlen çikolatadan bütünüyle bir geçmişi blok halinde yeniden şimdiye getiriyor adam. Bak ne diyorum sadece ve sadece bir madlen çikolata. Hatırlamaktan da bahsetmiyorum gülüm okuyucu, ne olur öyle anlama. Olmakta olan bir şeyi alıyor ve toplu bir şimdide yeniden cereyan ettiriyor adam. Ama biz yine evimize dönüp bu defa “Ben Ruhi Bey Nasılım”ı okuyor, Liverpool’a üzülüyoruz. Nasılım.

Geçen senenin sonunda gösterimler bitiyor zannetmiştik. “Wanda Adında Bir Balık”’ı da “gülerek kapatalım” minvalinde bir düşünceyle koymuş ve gösterimleri bitirmiştik. Ama ne demiş Ahmet Haşim: “Bitmez”. Evet sevgili okuyucu, zamanında “Ne öğrenicez lan hayattan?” diye sormuştuk ya. İşte şimdi anlıyoruz ki bir şey öğrenmişiz: “Bitmez”. Hele bitince, hiç bitmez.






Ama gösterimler gösterimler. Bu defa büyük ihtimalle, çok da acayip bir şekilde bitecek. Demek istediğim ikinci dönem büyük ihtimalle buralarda olmayacağız. O yüzden de aralık ayının seçimleri daha önceki aylara göre biraz daha kişisel oldu. Şunu niye koymadık, bunu niye koymadık derken araya daha da hayati sorular girdi. Mesela şöyle “Ne yani Godard koymadan mı veda edeceğiz?” Edemedik tabi. Ve  “Her Yıl Bir Godard Koy” maddesine sadık kalarak Godard’ın olağanüstü “Müziğimiz” denemesini Aralık ayı programına ekledik.



Daha sonra Where The Wild Things Are’ı düşündük. Hani cennet vatanımızda “Arkadaşım Canavar” diye bir isimle satışa sunulan Where The Wild Things Are’ı. Bugüne dek yapılmış belki de tek “çocuk filmi” olduğu için filmi koymaya ve üzerine epeyi konuşmaya karar verdik. Bu film üzerine söyleyeceğimiz çok şey var. Hepsini tek tek, atlamadan… hepsini.




Eymirli ise kısa ve net “Ben de Roeg koymadan gitmeyeyim bari” dedi. İtiraz etmeden ekledik “Önemsizlik” filmini aralık ayına.



Veda filmimiz ise Before Sunset oldu. Yıllar önce Before Sunrise’ı tuhaf bir Nisan gününde koymuştuk. Şimdi bu defa yıllar sonra Before Sunset ile veda ediyoruz. Yakında üçüncü film de gelecek biliyorsunuz. Yani bu film, bir anlamda, hiç bitmeyecek.




Sevgili dostlar, gölgelere iyi bakın. Gölgeler mühim. “Gölgem var, iyi ki gölgem var” diye düşünün.



Aralık ayı tam liste:

5 Aralık Çarşamba:

Where The Wild Things Are
Yönetmen: Spike Jonze




12 Aralık Çarşamba:


Önemsizlik (Insignificance)
Yönetmen: Nicolas Roeg





19 Aralık Çarşamba:

Müziğimiz (Notre Musique)
Yönetmen: Jean-Luc Godard









26 Aralık Çarşamba:

Before Sunset
Yönetmen: Richard Linklater


16 Kasım 2012 Cuma

Köşk Haber Bülteni (12) (Bir Duyuru Gerekliliği): Ben Nerede Bir Güllü Gördümse Tuttum Onu Güzelce Uğur'a Tamamladım


Zeki Demirkubuz Masumiyet’in senaryosunu bitirdikten sonra hangi oyuncularla filmi çekeceğini düşünmeye başlar. Kafasını en çok karıştıran rol ise Uğur rolüdür. Ne yapsa kafasına uygun, Uğur rolüne cuk oturan birini bulamamaktadır. En sonunda rol Derya Alabora’ya gider ve efsane başlar.



Ama ve ama. Derya Alabora bu rol için düşünülen ilk isim değildir. Demirkubuz “Kim acaba?” diye girdiği o derin düşünce seanslarından sonra role cuk oturduğunu fark ettiği birini keşfeder. Bu kişi Güllü’den başkası değildir. Ne var ki daha önce Güllü ile hiç karşılaşmamış ve tanışmamıştır. Bu eksikleri gidermek üzere Güllü’nün o yıllarda sahne aldığı gazinolardan birine gider. Bir süre oturup Güllü’nün sahne performansını izler. Artık düşüncesi netleşmiştir: Uğur rolünü mutlaka Güllü oynamalıdır. Elindeki senaryoyu Güllü’ye okutmak için bazı girişimlerde bulunur ama Güllü’nün etrafındaki fedailer tipini pek beğenmedikleri Demirkubuz’u Güllü’ye yaklaştırmazlar.






Sonra düşünür Demirkubuz, görebildiği kadarıyla sinirli bir insandır Güllü. Biraz da hanımağa tripleri vardır. Elindeki senaryoda ona uygun gördüğü rol ise bir orospu rolüdür. İşte bunları düşünür ve bir orospu rolü için Güllü’yü ikna etmenin zorluğu aklını kurcalamaya başlar. Hatta böyle bir teklifle Güllü’ye yaklaşması sonucunda elindeki dişleriyle en yakındaki hastaneyi ziyaret edebileceği ihtimali aklına gelir. Bütün bu düşüncelerin ardından vazgeçer Demirkubuz. Sonra Zeki evine Uğur rolü ise Derya Alabora’ya doğru gider.. (Benzer bir hikâye Kader’deki Uğur rolü için de yaşanmış. Demirkubuz rol için Türkiye güzeli Burçin Bircan'ı düşünmüştür. Ama senaryo çekilecek hale geldiğinde  Burçin Bircan aşırı dozdan dolayı öleli çok olmuştur.).


Hem Masumiyet hem de Kader Demirkubuz’un en sevilen ve en çok izlenen filmleri oldu. Peki ya Güllü? Çok uzun zamandır albüm yapmayan Güllü her geçen yıl biraz daha düştü. İstanbul ve Ankara’da çeşitli Gazino-Pavyon mekânlarında sahne almaya başladı. 22 ve 23 Kasım tarihlerinde ise İzmir’de tıpkı Uğur’un sahne aldığı (Hem Masumiyet’i hem de Kader’i kast ediyoruz) bir Gazino-Pavyon’da sahneye çıkacak. Bizler de hem Güllü’yü hem de Uğur’u izlemek için uzun saçlı erkekler olarak Alsancak İkinci Kordon’da, sahnenin hemen yanı başında olacağız.


Bize katılmak isteyenler 0546 829 13 55’i arayarak Uğur Eymirli ile iletişime geçebilir. Rezervasyon işini 3-4 gün içinde toparlıyoruz. Ona göre hareket ediniz.


Şu an için katılımcılar şöyle:
Kudret S.
Aras K.
Uğur E.
Sergen U.
Caner Y.
Arda E.


Bir de aperatif verelim:


5 Kasım 2012 Pazartesi

Tobias Fünke: Bir Giriş


Bazen çok düşünüyorum. Bu düşünceler ara sıra mantıklı bir seyir izleyip çeşitli durumlara dair teorik ve ikincil pozisyonlar almamı sağlıyor. Ama şu da var, bu düşünceler çoğunlukla mantıklı bir seyir izleyip çeşitli durumlara dair teorik ve ikincil pozisyonlar almamı sağlamıyor.

İşte bu düşüncelerden biri geçen gün Art Garfunkel üzerine Nicolas Roeg üzerinden bir yazı yazayım da Müzisyenler ve Nicolas Roeg sineması üzerinden Eymirli’ye giydireyim, onun Roeg yazısı ile dalga geçeyim, artistlik yapayım diye düşünürken Arrested Development’ın bir bölümünü izlemeye başladığımda aklıma geldi.

Düzenli interneti olan bir kişi olmadığım için alâkasız durumlara videolar üzerinden yapılan yolculuklarım kısa sürüyor.- Mesela yazın internetim vardı. Seinfeld’in bir bölümünden bir sahneyi ararken Songül Karlı’nın bütün kliplerini (Canlı performansları dâhil) izlemiştim.- Ama bu defa durum başkaydı. Roeg yazısından daha önemli bir mesele vardı aklımda. O mesele Tobias Fünke idi.




Hazır Fransız filmlerim bitmiş Anglo-Sakson işlere bulaşmışken dizilere dönmemek olmazdı. Ben de döndüm döndüm ve yine Arrested Development’a geldim. Daha doğrusu lojistik desteği Eymirli sağladı ben de iştirak ettim. Diziyi yavaş yavaş tekrardan izlerken bir taraftan da komedi dizileri üzerine düşündüm. Bir kere bu konuda bütünüyle bir arkeolojiye sahip değilim. Her ne kadar Cheers’dan, Dharma & Greg’e, South Park’tan (Sevmiyorum ha. Birileri de bunu yüksek sesle söylesin) Cosby’e kadar birçok komedi dizisi ile haşır neşir olsam da bu konu üzerine uzun uzun ahkâm kesemem. Sonuçta dizi çünkü. İzlersin ve geçer. Amaç da genelde budur zaten. Ama üç tane sayalım muhabbetinde Seinfeld ve Coupling’in ardından dile getirdiğim Arrested Development 7 yıl sonra tekrar izlemeye başladığımda anladım ki öyle çabucak geçen bir şey değil.




Bu komedi dizilerinde amacı güldürmek olan ama sadece güldürmek olan bazı karakterler vardır. Mesela Two And a Half Man’deki Berta (Bu kötü örnek) ya da Community’deki Chang (Bu iyi örnek. Hatta o kadar iyi bir örnek ki ikinci ve üçüncü sezonu sadece o görünür diye izledik). İlk bakışta Tobias Fünke de bu “sadece güldüren” karakterlerden biri gibi duruyor ama çok geçmeden anlıyorsunuz azizim değil, bu kadar değil. Belli ki efsane olsun diye yaratılmış bir karakter Tobias, tıpkı Buster ya da Gob Bluth (Yemişim  Gangnam dansını. Siz hiç Gob Bluth'un Chicken dansı gördünüz mü arkadaşım*) gibi. Ama onu Bluth erkeklerinden ayıran belki de Alman genlerinde aramamız gereken nev-i şahsına münhasır özellikleri var.




Tobias Fünke, kalp krizi geçirmeyen birine kalp masajı yaptığı için elinden alınan tıbbi lisansın ardından çeşitli işlerde çalışmaya başlar. Oyuncu olmak asıl hedefidir ama bu yolda güvenlik görevlisi, dadılık vs. gibi işler de yapar. Sadece ailesine karşı çıkmak için kendisiyle evlenen eşi Lindsay Bluth - Fünke ile de bir sürü problemi vardır. Mesela en basitinden çıplak kalamaz Tobias Fünke. Yıkanırken bile kısa kot şortunu üstünden çıkarmaz. Bu sorununu aştığında ise bu defa bir şey giymeden etrafta dolaşmaya başlar.


Buna benzer bir karakteri sinemada bile çok az gördük, belki Bottle Rocket’teki Dignan ya da Big Lebowski’deki Walter. Ama Fünke, Tobias Fünke özellikle masmavi geçirdiği ikinci sezonun ardından bir tür doruğa ulaşıyor.


Tobias Fünke’nin bir başka özelliği de aşırı yeteneksizliğinin yanındaki aşırı kıskançlığıdır. Ama bu aşırı kıskançlığını belli etmemek için de aşırıya kaçan bazı davranışlarda bulunur. Mesela “açık evlilik” yaşadığı Lindsay’i sürekli takip eder.  Takip ederken kamufle olmak için çeşitli renklerle kendini boyar. Mesela bir çöp bidonunun rengine ya da mavi bir arabanın rengine bürünerek kamufle olur.  Bütün bunlara rağmen Bluth ailesinde Tobias’a karşı sevgi duyan tek bir kişi vardır, o da Michael Bluth’tur. Michael, Tobias’ı bazen kendi işleri için kullanır. Bir tür ajanlık diyebileceğimiz bu işlerde Tobias, Michael’in güvenemediği sevgilisi Maggie (Julia Louis- Dreyfus)’nin evini ziyaret eder. Birinci ziyaret Maggie’nin Bluth ailesine açtığı davaların dosyaları içindir. Tobias sonradan kör olmadığı anlaşılan Maggie’nin evinde Maggie ile çeşitli maceralar yaşadıktan sonra başarısız bir şekilde eve geri döner. Maggie’nin evine yaptığı ikinci ziyarette ise bu defa sonradan hamile olmadığı anlaşılan Maggie’nin tuvaletinde hamilelik testi uygulamaları için veri toplar.




Bunlarla beraber talihsiz bir adamdır Tobias Fünke, Gob Bluth’un gösterisine gitmeye çalışırken aktivist geylerin arasında buluverir kendini. Ya da yanlışlıkla bir spor salonu satın alır.  Bazen kayınvalidesinin arabasının altında kalır bazen de kayınbabası zannedilerek şiddete maruz kalır.





David Cross Tobias Fünke rolünü kapmadan önce başka yerlerde de şansını denemiştir. Mesela Dr. House rolü için ilk düşünülen isimdir. Ama sonra çeşitli şeyler olur ve rol Hugh Laurie’ye gider. 

Arrested Development’ın ikinci sezonunun bir yerinde Tobias Fünke’nin kaçırdığı rollerin plakalarını görürüz. Bir ara Dr. House ismi de çıkar. Ama nasıl da ferahlarız o rolü kapmadığı için. Yani düşünsenize bir Dr. House için bir Tobias Fünke’den mahrum kalabilirdik. O zaman burası kuşkusuz daha da acımasız bir dünya olurdu.




* Gob Bluth ve kardeşi Lindsay'in bir "chicken" performansını şuradan görebiliriz: http://www.youtube.com/watch?v=k4qOKybOKXs

- Şuradan da kimi Fünke anlarına tanıklık: http://www.youtube.com/watch?v=5posU08HjXg



2 Kasım 2012 Cuma

O Kadar Bazı ki Şeyler Bilemezsiniz Şebnem


Sevgili Şebnem, hani sen Murat Başoğlu ile Kanal D’de Sabah Şekerleri’ni sunardın hatırlıyor musun? İşte o yıllarda biz de seni izlerdik sabahları. O zamanlar Sabah Şekerleri ne güzeldi bilirsin. Arada böyle fax falan okurdunuz. İbrahim Erkal vb. konuklarınız olurdu. Biz de beklerdik ekran karşısında, beklerdik ki Çelik’in Yaman Sevda albümünden herhangi bir şarkıya çektiği klibi koyun, beklerdik ki Mustafa Sandal’ın müthiş albümü Gölgede Aynı’dan bahsedin. Ama bahsetmezdiniz anasını satayım. Giderdiniz Emel’in Hovarda klibini koyardınız. Ece Erken diye bir şahıs olduysa bu sizin koymadığınız o klipler sayesindedir. O kız gitti Show Tv’de Klip 98- 99- 2000 diye programlar yaptı sizin yüzünüzden.


Peki bütün bu istediğimiz klipleri koymadığın halde seni neden izlerdik bilir misin Şebnem? Çünkü allahıma yemin ederim beğenirdik seni. Çok beğenirdik. “Yüzü güzel lan” derdik. Direk aşık olunacak kız modeliydin sen Şebnem. Bebeksi, çocuksu ( Biz de çocuktuk ondan çocuksu tipleri beğeniyorduk). Ama kadınsı değil lan valla değil. Saçlarına falan bakardık. Peki sen ne yaptın hatırlıyor musun Şebnem? Hatırlıyorsun tabi. Neredeyse her gün “Üzülme” adlı şarkısını çok sevdiğini beyan ettiğin Ferda Anıl Yarkın’ın aynı adlı şarkısında o yamuk herifle kamera karşısına geçtin. Bizim seninle yapmak istediğimiz her şeyi o klipte Ferda ile yaptın, Anıl ile yaptın. İkisini ayrı adam sayacak kadar üzdün bizi. Sonra da duyduk ki klipteki yakınlaşmalar normal hayatınıza da sirayet etmiş. Akabinde de Ferda ile ilişkisi var konumuna geçmişsin. Bunlar yetmezmiş gibi Sabah Şekerleri’ni de bıraktın. Ferda için mi yaptın Şebnem? Ne buldun lan onda. Bunca çocuğu üzecek ne vardı o adamda.



Bir şey yoktu anlaşılan. Çünkü Ferda’nın Ferda olduğu 90’lı yıllar bitince Ferda dahil herkesi doksanlarda bırakıp 2000’lere açtın kollarını. Biz o zamanlar hâlâ 1989’da ya da başka bir 13 aylı yıldaydık. Bir baktık sen Kolay Para adlı kötü bir filmdesin. Orada memelerin falan görünüyor dediler. Toplanıp karar aldık çocukluk arkadaşlarıyla, “Bakmıycaz” dedik ve bakmadık. Bak mesela o çocuklar içinde Soner vardı. Şöyle demişti bir keresinde “Var ya Şebnem karşımda çırılçıplak dursa ben yine onun yüzüne bakardım” 8 yaşındaki çocuklar bu durumdaydı senin için.

Neyse. Kolay Para’nın ardından Neredesin Firuze’de gördük seni. Bak var ya Özcan Deniz’i hayatımızda ilk kez anladık. Ne ilk albümündeki “Aman Aman” şarkısıydı Özcan’ı Özcan yapan ne de “Ya Sonra” adlı tarak gibi filmi. O çocuk da aynen bizim gibi sevdi lan o filmde seni. Bizim bu memleketin sinemasında en ciddi empatiyi kurduğumuz karakter Neredesin Firuze’deki Ferhat oldu bu yüzden. Yani senin yüzden.



Sonra yine duyduk ki o filmin yönetmeni ile evlenmişsin. Bizim de yaş itibarıyla sana olan ilgimiz azalmışken yaptın bu hamleyi ( Sana bağlanma yaş aralığı 8-16’dır Şebnem, sonra gerçek kadınları tanıyorsun zira. Onlar ne “Üzülme” klibindeki sen kadar duygusal ve şefkatli ne de Sabah Şekerleri’ndeki sen gibi tatlı ve sempatikler. Onlar öyleler işte. Ne yapacağını bilemediğinde soyunan, ayna karşısında çok zaman harcayan insanlar). Mutluluklar diledik sana. (Bir ara boşandığını da duyduk ama çok da sallamadık. Ne fark ederdi ki artık?) Sonuna kadar zorladığın oyunculukta elbette başarısızdın. Dizilerde ya da Hacivat ve Karagöz’de de gördük bunu. Ama biz zaten oyunculuk aramıyorduk ki sende Şebnem. Sen arıyordun. Biz seni ne Ferda’ya gittiğin için ne de ünlü ve oyuncu kalmak için bu kadar çaba sarf ettiğin için sevdik. Biz seni sadece göt kadar stüdyoda o çatlak ve şahane sesinle fax okuyup öpücük gönderdiğin için sevdik. Sen gittin, hep onlara gittin. Ama biz seni o ekranda, o öpücükle bıraktık ve unutmadık Şebnem, hiç unutmadık.