27 Aralık 2012 Perşembe

Mâni Oluyor Hâlimi Takrire Hicâbım

O Boliç formasını gerçekten istiyordu çocuk. Mahalle takımının yıldızı olması biraz da o formaya bağlıydı. Ama bir çocuk için de, orta halli bir memur ailesi için de pahalı bir formaydı Boliç forması. Ama bir insan Boliç formasına sahipse bütün mahalle takımlarının vazgeçilmez forveti olur diye düşünüyordu çocuk. Ve epey haklıydı.
Her gece o forma, her gece Boliç, her gece mahalle takımı.
11 numaralı bir Aykut forması vardı çocuğun. Ama o yıllarda Emlak Bankası reklamlı Aykut forması istediğini elde etmesi için yeterli değildi. Bir de Sony reklamlı bir Del Piero forması vardı. Ama mahallenin topçuları Del Piero’yu hiçbir şekilde takdir etmiyordu. Boliç Boliç hep Boliç. Elvir Boliç. O yıllarda yaşadığı yerlere yakın bir yerde tatil yaptığını duymuştu Boliç’in. Bu haberi aldığı zaman da daha bir dikkatle bakmıştı sokaklara. Sonra mucize gerçekleşmiş ve Boliç’i bir gece vakti barlar sokağında görmüştü. Gördüğüne elbette inanmayacaktı ama Boliç’in yanında Behzat Uygur’u görünce rüyada bile böyle saçmalık olmaz diyerek gördüklerine inanmıştı. O formayı o günden sonra daha da çok istemeye başlamıştı. Hele bir de o sezon Boliç’in Manchester’a attığı golü de görünce hayatındaki ilk hırsızlık eylemini gerçekleştirmeye çok yaklaşmıştı çocuk.
Birinci derece akrabalarından bir şey çıkmayacağını çok iyi biliyordu. O yüzden neredeyse her gün bisiklete biniyor iki üç mahalle aşıp babaannesinin evine varıyordu. Babaannesi onu salona alıyor, adına hiçbir anlam veremediği bir topçunun formasından bahseden torununa hep iyi davranıyor ama bu isteğini gerçekleştirmeye de pek yanaşmıyordu. Babaanne zengindi. Daha doğrusu babaanne hep “zengin” imajı yaratmıştı çocukta. O yüzden ona gidiyordu, o yüzden Boliç forması babaannesinin yüzüyle birlikte beliriyordu düşlerinde.
Çocuğun annesi ve babası aralarında konuştuklarında babaannenin ekonomik durumundan sık sık bahsederlerdi. Son aylarda bu bahislere “zor durumda galiba” “eskisi gibi değil galiba” “bize söylemiyor galiba” gibi lafların da karıştığını işitiyordu çocuk. Ama onun için fark etmezdi. Zira babaannesi yüzlerce plak ve bu plaklara eşlik eden kocaman, gümüş bir gramofon’a sahipti. Ayrıca evi de bahçeliydi. Bunlar yeterliydi çocuk için, ne yaparsa yapsın bababannesi zengindi onun gözünde.
Çocuğun Babaanne Seferleri Osmanlı’nın yüzyıllar içinde sık sık yaptığı Eflak ve Boğdan seferlerini andırıyordu. Her seferde sanki işler hallolmuş, o formaya o Eflak’a, o Boğdan’a sahipmiş gibi hissediyordu kendini. Ama evine döner dönmez başarısız olduğunu fark edip yeni sefer hazırlıkları yapıyordu.
Bu sırada mahalle takımını da hiç ihmal etmiyordu çocuk. Mahalle terzisine yaptırdıkları atletten formalar çok dandikti elbette. Ama takımı ciddiye almalarını engellemiyordu. Bisikletlere binip diğer mahalleleri ziyaret ediyor orada gördükleri çocuklara “Sizin mahallenin takımı var mı?” diye soruyor, varsa anında maç yapıyor, yenerlerse bisikletlerine binip mahallelerine geri dönüyor, kaybederlerse de bir iki kavga çıkarıp, taş atıp, yine mahallelerine geri dönüyorlardı. Çocuk mahalleye her dönüşünde yeni açılan spor mağazasının önünde bir müddet duruyor ve Boliç formasına bakarak efkârlanıyordu. Bu efkârlanma spor mağazasının tam karşısında duran Antikacı Hüseyin’in çocuğu çağırıp oralet ısmarlamasıyla sona eriyordu. Seviyordu Antikacı Hüseyin’i, mahalle takımına sahip çıkanlardan biriydi o. Bütçeye destek vermiş, mahalle formalarını yapan terzinin indirim yapmasını sağlamıştı. Çocuk o dükkânda durup ne kadar önemli olduğunu hiç anlayamadığı vazolara, koca koca saatlere bakar, kısa süren bu ilginin ardından başını uzatıp tam karşıdaki spor mağazasına bakmaya devam ederdi.

O cumartesi babaannesi biraz tuhaftı. Ne çocuğu geçiştirip evine yollamıştı ne de önceden yaptığı gibi çocuğun ikna çabalarını gülerek izlemişti. Onu yine salona almış, başını okşamış, ama hiçbir şey söylememişti. Gerçekleştirdiği tek eylem ise gümüş gramofon’a ilerleyip titiz bir şekilde, yavaş yavaş kutusundan çıkardığı bir Safiye Ayla plağını çalmak olmuştu. Çocuk babannesini fazla yorduğunu düşünüp utandı. Özür de dilemek istiyordu ama Safiye Ayla’nın sesi ortamı daha da ağırlaştırmıştı. Tek bir söz bile söyleyemedi. Babaannesinin o güzel zencefilli ve limonlu çayını içip susmaya devam etti. Arada sesin yükseldiği tertemiz gramofon’a bakıyor ve o gümüş aletin üzerine özenle yazılmış babaannesinin parlayan adını okuyordu: Dilistan.
Mahalle takımında ise işler hiç iyi gitmiyordu. Kaçırdığı golleri de, kaybedilen maçları da bir türlü sahip olamadığı Boliç formasına bağlıyordu çocuk. Bütün bunlar yetmezmiş gibi mahalle takımının kaptanlığını da atılan penaltılar sonucu Alper adlı mal bir çocuğa bırakmak zorunda kalmıştı. 11 yaşında bir çocuk ancak bu kadar mutsuz olabilirdi.
O gün yine maç vardı. Takım kaptanı olmadan çıkacağı ilk maçtı. Hatta Alper denen mal büyük ihtimalle onu forvetten alıp ofansif orta saha oyuncusu olarak kullanacaktı. Ne kötü bir dünyaydı bu böyle. Hayat ne boktandı. Balkondan mahalleye bakıp bunları düşünürken annesi geldi yanına. “Babaannen aradı. Seni çağırıyor” dedi. Çocuk babaannesinden bir forma haberi duyma ümidinden çoktan vazgeçmişti. O yüzden pek heyecanlanmadı. Büyük ihtimalle yine başını okşayıp onun gönlünü alacaktı. “Ne fark eder. Hayat zaten boktan” diye düşündü çocuk. Aşağı inip bisikletine bindi. Babaannesine giderken aklında hep o günkü maç vardı. “Kesin koyacaklar bize. Hele o Almancı çocuk da geldiyse var ya, yıllarca unutulmayacak bir hezimetle karşı karşıya kalırız. O çocuk da Kaiserslautern yıldız takımından mı gelmiş nedir, her seferinde bilmediğimiz çalımlar atıyor, ayak dışıyla vurmak diye bir şey yapıyor. Koduğumun artisti. Defans hattımıza hiç güvenmiyorum o çocuk karşısında” diye düşünüp efkârlanmaya devam etti çocuk.
Babaannesine vardığında büsbütün çökmüştü. Yavaş yavaş merdivenleri çıktı. Babaannesi gülümseyerek karşıladı onu. Her zaman olduğu gibi salona almak yerine mutfağa götürdü çocuğu. Yine zencefilli – limonlu çay biraz da kek verdi ona. İkisi de bir önceki ziyarette olduğu gibi hiç konuşmuyorlardı. Aralarında 60 yaş fark olan iki insan ancak bu kadar birbirini tamamlayabilirdi. Çocuk çayını bitirince babaannesi ona yaklaştı ve başını okşamaya başladı. Sonra fısıldar gibi “Git benim yatak odama bir bak bakayım. Orada bir şey var senin için” dedi. Çocuk cümleye nokta konmadan koştu babaannesinin odasına. Sonra o gömme dolaba asılmış formayı gördü. Dünyanın bütün havai fişekleri patladı çocuğun sesinde. Sadece forma olsa bile yeterdi. Ama babaannesi şortuyla, dizlikleriyle, çoraplarıyla tam bir Boliç forması almıştı çocuğa. Anında giydi formasını çocuk. Şortuyla, dizlikleriyle, çoraplarıyla komple bir topçuydu artık.  Sonra ayna karşısına geçip baktı kendine. “İşte şimdi dağıttım ulan hepinizi” dedi dünyanın tüm mahalle takımlarını kastederek. Mutfağa koştu. Babaannesine sarıldı. “Giysilerimi burada bıraktım. Maçtan dönünce alıcam” dedi. Babaannesini öperek evden çıktı.
Mahalleye geldiğinde takım arkadaşları bisikletleri üzerinde onu bekliyordu. Kimse neden geciktiğini bile soramadı. Alper büsbütün morarmıştı. Bir üstündeki mahalle takımının dandik ve atletten formasına bakıyor bir de çocuğun parlayan Boliç formasına bakıyordu. “Hadi gidelim” dedi çocuk. Bisikletlilerin en başında gitme işi kaptanlara has bir durumdu. Ama o maça giderken herkes kaptanın Alper olduğunu unutmuştu. Çocuk parlayan Boliç formasıyla en önde sürüyordu bisikletini. Dönülecek sapaklarda eliyle işaret yapıyor, yavaşlamalarını istediğinde ise yine eliyle “sakin” işareti yapıyordu. Bu kez hem Eflak hem Boğdan hem de o Almancı çocuk babayı yiyecekti. Bundan emindi. Spor mağazasının önünden geçerken bu kez hiç o tarafa bakmadı. Antikacı Hüseyin tarafına dönüp bir selam çakacaktı. Biraz yavaşladı ve “Maça gidiyoz Hüseyin amca” diye bağırdı. Dükkânın önündeki Antikacı Hüseyin de “Yenmeden gelmeyin çocuklar” diyip alkışladı onları. Çocuk bu alkışa karşılık vermek için zilini çaldı ve Antikacı Hüseyin’e selamını çaktı. Bu hareketi yaparken vitrinde tanıdık bir şey gördü. Daha da yavaşladı ve en sonunda durdu çocuk. Arkadaşları ne olduğunu anlamadılar ama onlar da durdular.
Bisikletinden inip vitrine doğru yaklaştı çocuk. Attığı her adımda o günün futbolu bıraktığı gün olacağından emin oluyordu. Vitrinde dünyanın en güzel isminin parladığı gümüş bir gramofon duruyordu. 

20 Aralık 2012 Perşembe

Bu Kahkahalar Hep Yeraltı'ndan


Sık sık tekrarladığımız bir tümce var: Biz bu işten bir şey anlamadık. Ya da şöyle: Biz bu ülkeden bir şey anlamadık. Ve son tahlilde de şöyle: Biz bu hayattan bir şey anlamadık.


Şimdi bu cümleleri bu kadar sık tekrarlayınca doğal olarak “E tamam anladık” ya da “E ne yapayım anlamadıysan” şeklinde cevaplar verebiliyoruz kendimize. Ama bazı gelişmeler oluyor ki –özellikle sinema konusunda- şu ilk paragraftaki cümleleri bi yüz kez daha söyleyesi geliyor insanın. Geçtiğimiz günlerde böyle bir olay oldu mesela. Olayın adı Demirkubuz’un “Yeraltı” adlı filmiydi.


Nisan’dan beri takip ediyorum gelişmeleri. Ve şu son günlerdeki durumun gerçekleşeceğini bildiğim için de tek kelime ağzımı açmadım. Ama artık zamanı geldi. Biliyorsunuz söz atılmazsa zehirdir.


Bir kere en başta direk şöyle girişmek istiyorum: Bu Yeraltı var ya? Hah işte bu Yeraltı. Orada, burada, festivalde, gastede, izleyicide genel bir: “Kötü” intibası bıraktı ya (İnanmayan eleştirileri okusun ya da Demirkubuz’un tek bir ödül bile alamadığı festivallere Twitter’dan ettiği küfürlere baksın). İşte bu kötü Yeraltı, Demirkubuz’un belki de en iyi filmidir. Bir Başyapıt olmanın ötesinde, Yerli Sinemada bir “Karakter” oluşturabilen ender yapımlardan biri, bir köşe taşıdır. Hepsinden önce de olağanüstü bir edebiyat – sinema ilişkisi örneğidir.


Demirkubuz’un özellikle filmin tanıtımı sırasında yaptığı bazı yanlışlar oldu. Yaratılan acayip beklentiye çıktığı onüçbuçukmilyon adet tv programı ya da verdiği bir o kadar röportaj sayesinde katkıda bulundu. İnsanlar zaten Kader ya da Masumiyet kafasında oldukları için bu beklenti büyüdü de büyüdü. Demirkubuz için zamanında Fatih Özgüven şöyle bir şey demişti: “Toplasan 10 bin tane izleyicisi var, onların da 8 bini asistanı olmak istiyor”. Hakikaten de böyle bir yönetmendi Demirkubuz. Kader öncesi filmleri (Yazgı, İtiraf, Bekleme Odası, Üçüncü Sayfa vs.)  bir salonda toplamda 8 kişiye oynardı. Her bir salondan sekiz sekiz toplardı izleyiciyi Demirkubuz. (Ki filmleri de üç büyük kent dışında ancak şans eseri Anadolu’da salon bulurdu).


Kader vesilesiyle Demirkubuz’u Ege Üniversitesi’nde ağırlamıştık. O 700 kişilik salonun dolu olduğunu görünce “Keşke bir sınıf ayarlasaydınız. Daha rahat olurdu” demişti bize. O ilgiye de baya şaşırmıştı “Benim filmlerimi kimse izlemez ki, bunlar nereden çıktı” demişti. İşte böyle bir adamın Dvd çılgınlığında yeniden patlayan Masumiyet ve bu patlamaya eşlik eden Kader’in o dönem gösterime girmesiyle tuhaf bir popülaritesi oldu. Demirkubuz da egoist bir adam olduğu için bu ilgiden memnundu. Zira onca yılın ardından yaptığı şeyler en azından bir kitlede ilgi görüyordu. Filmleri daha çok gösterim şansı buluyor daha çok tartışılıyordu. En sevdiği şey de bu zaten Demirkubuz’un “Filmlerini tartışmak”. Bir tür Antonioni sendromu. O da filmlerini hep açıklamak isterdi. İnsanların mesajı almamasından korkar bu amaçla sürekli filmlerini anlatırdı.


Her neyse böyle bir popülarite oluştu sonuç olarak ve Demirkubuz bir tür yıldız yönetmen oldu. Kader’in ardından çektiği Kıskanmak ile beklentileri (Yeraltı kadar değilse de) az da olsa düşürdü. Ama bu Yeraltı fenomeni “Sonunda Demirkubuz bir Dostoyevski uyarlaması yapıyor” gazıyla bir olaya dönüştü. Herkes hatta gereğinden fazla “herkes” filmi bekliyordu. Ülkemiz bir Dostoyevski okur kitlesine ilk kez bu kadar yakından tanık oluyordu. Dostoyevski – Demirkubuz ilişkisinden çok felsefik ve duygusal şeyler bekleniyordu anlaşılan. Ama yukarıda belirttiğimiz bir durum var ki o ısrarla gözden kaçıyordu. O cümleyi tekrar etmekte fayda görüyorum: Demirkubuz egoist bir adamdır.


Ama şu var, bu egoistlik Demirkubuz’un sanat yapmasını sağlayan tek şeydir. Bir film kendi istediği gibi olmadığı sürece o filmi isterse milyonlar izleyecek olsun, aldırmaz Demirkubuz. Ve genelde “onun istediği gibi olan şey” izleyicilerin görmek istediği şeylerle farklı bir güzergâhta seyreder. Buluşma anları da elbette vardır (Kader ve Masumiyet gibi istisnalar). Ama genel seyir her zaman ayrı yollara çıkar (Demirkubuz’un diğer tüm filmleri buna örnektir).


Yeraltı ise bu ego – seyirci buluşmasına örnek teşkil edebilecek dünya üzerindeki en son filmlerden biridir. Demirkubuz’un talihsizliği de burada başlar. O görüp geçirdiği birçok şeyin ardından, o oldukça zedelenmiş egodan müthiş filmler yaratmayı başarmıştır. Ama bu egonun medceziri (Demirkubuz’un hayatına baktığımızda bu medcezirlerin oldukça doğal olduğunu söyleyebiliriz) izleyici ve eleştirmende –özellikle de bu Yeraltı örneğinde- ters tepmiştir. Demirkubuz da hepsine kısaca siktiri çekmiştir. Demirkubuz’un ikinci talihsiz tarafı da şu ki, o “siktir” aslında Yeraltı filminin bizatihi kendisiyle hem seyirci hem festivalci hem de geri kalanlara zaten çekilmişti. Ama Demirkubuz’un egosu yine devreye girdi ve filminde 100 dakika anlattığı şeyi bir de kendi ağzından festival jürilerine ve eleştirmenlere söyleyiverdi. Ama iş burada da bitmedi. Demirkubuz’un öfkesi bir “Kıskançlık” olarak yorumlandı. Son iki filminde üzerine derinlemesine giriştiği bu tema bir anlamda Demirkubuz’un karakteriyle özdeşleştirildi. Yeraltı’ndaki Muharrem’in Demirkubuz, “hırsız” ve ödül sahibi Cevat’ın ise Nuri Bilge Ceylan olduğu bile söylendi. Sürekli ödüller alan ve uluslararası arenada en çok tanınan yerli yönetmen olan Ceylan’ın karşısında, filmleri değer görmeyen, ödüller alamayan ve lokal bir konumda kalan Demirkubuz’un bu kıskançlıkla filmler yaptığı söylendi, tartışıldı.


Bunların gerçekliği de değil mühim olan. Asıl önemli olan –eğer gerçekten böyle bir kıskançlık varsa bile- bunun “Yeraltı”na nasıl yansıdığıdır. Kendi adıma şöyle diyebilirim: İyi ki Demirkubuz Ceylan’ı kıskanmış ve böyle müthiş bir film yaratmış. Keşke hep birilerini kıskansa ve böyle olağanüstü şeyler yapsa.


Yine atlamamak gerekiyor ki Demirkubuz şu veya bu şekilde bir sanatçıdır. Ve belki de en kişisel filmi olan Yeraltı bunun en büyük kanıtıdır. Muharrem karakteri bir anti-anti-anti kahraman olma özelliğiyle izleyicide genel bir tiksinti yaratmış olabilir. Bugüne kadar Yeraltı’ni izleyip de “Yea ben Muharrem’i çok sevdim. Ne güzel adam” diyen birini duymadım. Filmin yüzde doksanında suratını gördüğümüz ve biz sevmeyelim diye yaratılmış bir karakteri ancak Demirkubuz oluşturabilirdi. Ama Dostoyevski bir illüzyon yarattı. Herkes Dostoyevski’yi, onun yaptığı türden iyilik ve kötülük tartışmalarını bekliyordu filmden (Ki Demirkubuz’un uzak olmadığı tartışmalardır bunlar). Ama gözden kaçan bir başka yazar vardı filmin içinde. Demirkubuz daha çok o yazarın etkisi altında gibiydi Hatta belki de Dostoyevski’den fazla o yazarın izleri var bu filmde: Samuel Beckett.

Muharrem’in hem zihnen hem de bedenen yavaş yavaş çökmesi ve film ilerledikçe (İç ses film ilerledikçe çoğalıyor) daha çok zihinsel bir karaktere dönüşmesi, beden yerine sesin öne çıkması, hiçbir yere varmayan bir döngüde elinde bir patatesle dolanıp durması, hayatının yavaş yavaş bir “oyalanmaya” dönüşmesi ve son tahlilde bütünüyle zihinsel bir karaktere dönüşmesi bizim Beckett’tan tanışık olduğumuz durumlar.


Muharrem bir Raskolnikov, Kolarov, Mişkin değil de, Molloy, Watt ve ismi bile olmayan bazı Beckett karakterlerini andırıyor. Muharrem’in patates ile kurduğu ilişki Molloy’un taşlarla kurduğu ilişkiyi ya da Acaba Nasıl’ın isimsiz “karakterinin” poşetlerle kurduğu ilişkiyi çağrıştırıyor. Muharrem’in zihinsel çöküşü de Malone’un bir çukurun başında ölümü beklemesini, beklerken de sürekli kendini oyalamasını hatırlatıyor. Muharrem’in durumu da bu aslında; çoktan yitip gitmiş bir beden ve sürekli çöküşü erteleyen oyalanmalar. Ama çok geçmeden bazı karşılaşmalar vesilesiyle – Hizmetçi Türkân ile karşılaşması ya da Fahişe ile karşılaşması- bu zihinsel çöküş hızlanıyor.


Ama Demirkubuz’un bu “etkilenmeler” haricinde bütünüyle özgün bir sinema yaptığını da atlamamak gerekiyor. Beckett’te bulunan kara mizah ve ironinin karşısında Demirkubuz daha katı ve pesimisttir. Muharrem’in bütün oyalanmalarına rağmen hizmetçiyi kıskanmaktan bir türlü vazgeçememesi, ödüllü yazar arkadaşına duyduğu öfkeyi bir türlü kendi istediği şekilde haykırıp yüzüne vuramaması vs. bunlar hep Demirkubuzvari etmenler olarak karşımıza çıkıyor. O alttan alta ilerleyen öfke ve kıskançlığı bir özyıkıma çeviren Muharrem, Demirkubuz dışında birinin elinde parodiye dönüşebilirdi. (Filmin sonlarında Muharrem’in evini darma duman etmesi Yedinci Kıta’yı hatırlatıyor elbet. Hatırlattığı adam Haneke yani Demirkubuz’un. Ama böyle bir karakterle –öyle sanıyorum- Haneke  bile baş edemezdi)


Ama bunlar tartışılmadı tabii ki. Demirkubuz’un ego problemleri nedeniyle yavaş yavaş dengesizleştiğini –Geçenlerde Sinema dergisinde Uygar Şirin yazdı böyle şeyler. Açık açık söylemese de bu egonun Demirkubuz’un akli dengesini bozduğunu ima etti- filmlerinin de bu dengesizlikten dolayı saçmaladığını söylediler.

Bunların hepsi doğru da olabilir elbette. Ama işte biz böyle bir ülkede yaşıyoruz. Ne bileyim mesela Lars Von Trier çıkar açık açık “Ben kafayı yedim. O yüzden böyle filmler yapıyorum” der (Antichrist’tan sonra demişti bunu) alkışlanır. Werner Herzog raporlu delidir, alkışlanır. Ama bizim Zeki abimiz en ufak bir dengesizlik gösterdiğinde ortaya çıkan Başyapıt’a bakılmaksızın “Kıskanç Adam” yaftalamasıyla karşılanır. Ne diyelim? Küfür mü edelim? En iyisi bunları kahkaha tarihimize ekleyip Muharrem’in tek başına dans ettiği ve arkadaşlarının gülüşmelerine hiç aldırmadığı o sahneyi bir daha izleyelim.

17 Aralık 2012 Pazartesi

Kahverengi Bir Gömlek Giyerim Barbara'ya Doğru


Barbara için şöyle şeyler söylüyor Petzold:  Barbara ile Andre arasındaki yakınlaşmalar, gerginlik ya da güvensizlikler, bir kurgu gereksinimi değildi. Ya da senaryo gereği olması gerekenler şeyler de değildi. Burada söz konusu olan bir danstı. Ben onların sadece dans etmesini istedim. Onlar işte bunu başardı (Oyuncuların yeteneğinden bahsediyor) Hem de hiç dans etmeden.


Christian Petzold filmleri bir melankoliyi temellük eder. Bu melankoli bazen bir araba kazasıyla trajediye dönüşür bazen de Gespenster (Hayaletler)’in sonunda Annesini gerçekten bulup bulmadığını bile bilmeyen Nina’nın gülümsemesinde ortaya çıkar (Mutsuzluk gülümseyerek gelir). Fakat Petzold’da her zaman iyimser bir şeyler bulunur. Jerichow’un sonunda arabasıyla ölüme uçan Ali’de bile vardır bu iyimserlik. O ölüme giderek bir anlamda “kalanların” yaşamak denen utançla baş başa kalmalarını sağlamıştır. Barbara ise bu iyimserliğin başucu örneklerinden biri olarak karşımızda duruyor.


Doğu Almanya (Orijinal adı: Demokratik Almanya Cumhuriyeti) bizim pek ilgilendiğimiz bir coğrafya değildir. 1989 yılında da ortadan kalkmıştır zaten. Fakat bu ilgisizlik bize özel bir konum değildir. Almanlar da epeyi “yakın dönem” olan bu anomali ile pek ilgilenmezler: Bu filmleri yazan kişi Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde değil de, Batı’daymış gibi, Batı’dan yazıyor. Ve aynı zamanda şimdiki zamandan yazıyor. Petzold’un kastettiği kişi Good Bye Lenin ve Das Leben Der Anderen’in senaristi.


Doğu – Batı ayrımının hiç de oryantalist olmayan bir bakış açısıyla hem de Almanya’da bile geçerli olduğu bir dönemden bahsederken, bu işe bugünden bakmak yapılacak en büyük hata gerçekten de. İnsanlar hataları bir kusur saymaz. Aksine onları görmezden gelir ve kitleler halinde o filmleri severler. (Good Bye Lenin’in buralarda bile fazlasıyla sevilip izlendiğini hatırlayalım)


Ama Petzold’ün vurguladığı şeyi özetlemek gerekirse şöyle bir durumdan bahsedebiliriz: Orada (Doğu Almanya’da) insanlar hiç de kısa sayılmayacak bir süre yaşadılar ve orada başka türlü hayatlar, başka türlü odalarda sürüp gitti.  Ve biz bu hayatları anlatabilmek için buradan, bugünden bakmak yerine orada olmaya, arada kalıp bakmaya karar verdik. İzleyici de bir anlamda buna yönlendirdik.

Petzold’ün de kurabileceği bu cümlenin ardından Barbara’nın ne anlattığına geçebiliriz.

Film Barbara’nın bir taşra bölgesine çocuk hekimi olarak gelmesiyle (sürülmesiyle) başlıyor. Hayatın her noktasında bir denetimin olduğu bu bölge Barbara için kaçıp kurtulması gereken bir yerdir. O da bu amaçla, epeyi gizlenerek (Çünkü rejime karşıt olduğu bilinmektedir. Bu yüzden de sürekli bir takip edilme hissiyle yaşamak durumundadır) “Batı”ya kaçma planları yapar. Batı Almanya’da bulunan sevgilisi de (Klaus) Barbara’ya yardımcı olacaktır. Bütün bunlar olurken Barbara hastanede bir başka hekimle (Andre) başka tür bir yakınlık kurmaya başlar. Güvensizlik üzerinden başlayan Barbara ve Andre ilişkisi zamanla bir tutkuya dönüşecektir.


Barbara’nın Batı Almanya’ya kaçma macerası yarı polisiye hatta Film Noir kalıpları içinde karşımıza çıkıyor. Melodram diyebileceğimiz bir filmde diğer taraftan da bir polisiyenin sürmesi tuhaf karşılanabilir. Ama bu noktada Petzold önemli bir hatırlatmada bulunuyor: Film Noir bir yanıyla her zaman melodramatiktir.


Barbara mutluluğun da hayatın da batıda olduğunu düşünüyor. Ama iki olay var ki bu “güzel batı” düşüncesini yerle bir ediyor. Bu olaylardan biri Barbara’nın Batı Almanya’daki sevgilisinin (Klaus) “tüketim” üzerinden şekillendirdiği hayatı. Barbara sevgilisinin vaat ettiği lüks hayatın öyle sandığı kadar güzel bir şey olmadığını, eksik bir şeyler olduğunu fark ediyor. Bu düşüncesini olumlayan ikinci olay ise otel odasında tanıştığı bir genç kız: Steffi. O da Barbara gibi Batı’ya kaçmak istiyor. Bazı moda dergilerini gösteriyor Barbara’ya. Batı’ya gidince onlara sahip olacağından bahsediyor. Evleneceğinde takacağı yüzüğü bile o dergilerden gösteriyor. Barbara yine eksik bir şeyler olduğunu fark ediyor.


Olay örgüsü ve dramatik yapı Film Noir ritmine ve akışına uygun bir şekilde ilerlese de, filmin Almanya’ya bakan gözünde bir başka güzel adam beliriyor (Filmin bir döneme odaklanması ve Almanya Tarihi ile ilgili olması üzerine bir soruya cevaben): Bunun Rainer Werner Fassbinder ile ilişkili olduğunu söyleyebilirim. Çünkü bana göre onun bütün filmleri Almanya’yı inceliyor.(….) Almanya’nın şimdisini ele alan filmler yapıyor ama onbirinci filminden itibaren bir yandan da dönem filmleri çekmeye başlıyor. Çünkü günün gerçekliğiyle geçmiş arasındaki bağların farkına varıyor. (Petzold – Fassbinder ilişkisi şöyle bir noktada sona erer: Petzold son tahlilde “İyimser” kalır ve bir gülümseme ile de yetinebilir -Barbara’nın son karesi- Fakat Fassbinder bütünüyle kötümser ve umutsuzdur. Onda gülümseme bile bir felaketin habercisidir)


Fimin bir dans ritminde ilerlemesi, karşılıklı gerilimlerin bir tür dansa dönüşmesi belli ki Petzold’ün amaçladığı ve sonuçta başardığı bir şey. Bir hız ya da duygu patlaması yerine sakin bir dans haline gelen Barbara “bedenlerin arasında dolanan bir kamera” eşliğinde yavaş yavaş bir karşılaşmaya dönüşür. Bu karşılaşma en başta bedenlerin karşılaşmasıdır (Barbara ve Andre) daha sonra Dışarı’nın sunduğu ve bütünüyle bir denetim ve kapanmışlığa imlenen başka bedenler ve şeylerle karşılaşmalar oluşur. Bütün bu karşılaşmalar (Eş değişmeler de diyebiliriz. Barbara’nın ara sıra sevgilisiyle buluştuğu anlar gibi) sonunda Andre ve Barbara Dışarı’da olmayan ve sadece kendi karşılaşmalarında ortaya çıkan bazı şeylerle tanışmaya başlarlar: Sevgi, Güven, Şefkat ve bir aşamada Tutku.


Petzold’ün iyimserliği biraz da budur. Büyük mutluluklar değil. Daha küçük ama yoğun bir takım duygular.


Bir yerden sonra Batı’nın sunduğu ve aslında herhangi bir gerçekliği olmayan Cennet tasviri Barbara’nın düşüncesinde sona erer:  Barbara’nın sevgilisi de bu yanılsamanın ortaya çıkmasını sağlıyor. Diyor ki; “Yeterince para kazandım. İstediğimiz gibi çalışmadan yaşayabiliriz.” Sanki orada,  Batı’da, etler daha lezzetli, sigaralar daha kaliteli, sömürü yok, herkes sokakta gönlünce yaşıyor. Oysa biz kapitalizmin böyle bir şey olmadığını biliyoruz. Ve diğer filmlerin yaptığı gibi bu yanılsamayı yeniden üretmek istemedik.


Film Noir, Fassbinder’in Gözü, Petzold’ün İyimserliği maddelerine bir de dördüncü madde ekleyebiliriz: Barbara bir anlamda (ama sadece bir anlamda) tam bir Kadın Filmi. Bu özellik de Romy Schneider ve biraz da Ava Gardner’dan geliyor (Petzold Barbara’yı canlandıran Nina Hoss’a sık sık Çıplak Ayaklı Kontes’i izletmiş). Romy Schneider, Demokratik Almanya Cunhuriyeti’nde sevilen tek yıldız oyucuydu. Barbara sarışın ve uzun bacaklı kadınların pek sevilmediği (Böyle kadınlar daha çok Amerika’da sevilir. Rita Hayworth ya da Marilyn Monroe gibi) bir coğrafyada bütün küstahlığı ve umursamazlığıyla ortaya çıktığında pek sevilmez ve ukala bulunur (Hastane çalışanlarının Barbara hakkında söyledikleri buna bir örnek teşkil eder). Ama o bu duruma da aldırmaz. Çünkü yalnızdır ve bu tip durumlarda sıkça görülen bir durumun aksine güçlüdür. Yalnız ve Güçlü bir sarışın. Andre ile ilişkisi de böyle bir zeminde ortaya çıkıyor. Andre ne bir Baba ne de güçlü ve taşıyıcı bir erkek modelidir. O daha en başta Barbara’ya hayrandır. Barbara da güç vs. gibi şeyler değil, o ülkede ve gitmek istediği yerlerde hiç olmayan bir “güven” arayışındadır. Andre’de gördüğü ve ne olursa olsun değişmeyeceğini bildiği şey de bu güven duygusudur. Barbara’nın bu duyguya karşılığı ise bir tür şefkattir.


Barbara çok istediği halde hem Andre hem de kafasını karıştıran bir sürü düşünce nedeniyle (Batı’nın o kadar da” Cennet” olmaması meselesi) Batı’ya gitmek konusunda kararsızdır. Tam da bu sırada bir başka karşılaşma onun bir karar almasını sağlar. Çok ilgilendiği ve durumundan endişe ettiği bir çocuk hastası (Karin) perişan bir halde Barbara’nın kapısına yığılır ve ondan yardım ister. Barbara’nın “gücü” dediğimiz şey burada bir fedakârlık duygusuyla birleşir ve Karin’i Batı’ya yollayarak Andre ile kurduğu belki mutsuz (Çevreden kaynaklı bir mutsuzluk) ama güven dolu ilişkiyi seçer. Yine bir illüzyon üzerine kurulu “mutluluk” kavramı Batı ile özdeştir Barbara için. Ama Andre’de gördüğü şey belki de hiç olmayan bir mutluluk durumundan farklı ve daha yoğun bir şeydir. Sürekli denetlendiği ve kısa süre sonra sona erecek mutsuz bir ülkede Andre ile kalmayı seçen Barbara bişeylerden vazgeçmenin azametini ortaya çıkarır. Sunulan “rahat” yaşam ya da müşterek bir hayatın sağlayacağı avantaj ve bu avantajların med cezirinde şekillenen bir dünya (Bir bakıma bugünün dünyası) cezbedemez Barbara’yı.

Hayatta olmayan bir Barbara hayata inanmamızı sağlayabilir mi? Bilmiyoruz. Ama biz Barbara’ya, -gerçek ya da değil ne fark eder- sadece Barbara’ya, ayağa kalkıp inanıyoruz.




12 Aralık 2012 Çarşamba

Gelin Ben Size Bir Behçet Abiyim (2)


Çocuklar, hatırlarsınız, şöyle demiştim: “O kadın hep gelir”.

Şimdi ikinci yazıda cümlemizi bir “ama” ile tamamlayalım (Bilirsiniz her zaman bir “ama” vardır). Neyse. Evet, O kadın hep gelir çocuklar ama şu da var: O kadın hep gider.

O Kadın Hep Gider Çocuklar



Şimdi önceki yazıda kaldığımız yerden devam edelim. Demiştik ki arzularımız yönlendiriliyor. Bize ne istediğimizi söylüyorlar, istediğimiz şeye nasıl sahip olacağımızı söylüyorlar, istediğimiz şeyi gerçekten de istediğimize inandırıyorlar (En büyük başarıları da bu).


Peki bundan nasıl kurtulacağız? Onun cevabını vereceğiz korkmayın. Ama izninizle bazı deneyimlerimi paylaşacağım önce. Bu yazı dizisini bir sosyal sorumluluk projesi olarak gördüğüm için epeyi değerli buluyorum. O yüzden oturduğum yerden ahkâm kesmek yerine bazı saha araştırmalarında bulunup ardından ahkâm kesmeye karar verdim. İlk yazımdaki tartışmaya açık ve teorik meseleleri biraz da yerinde görüp, pratikte test etmeye karar verdim.


Sevgili çocuklar, ben mümkün olan bütün kadınlarla yattım. Fakat bir süredir böyle şeylerden elimi eteğimi çekmiştim. Çünkü ilk yazıda da belirttiğim gibi, bu cinsellik işlerinde başka dalavereler var. Bazı yanlışlıklar, bazı hatalar var. Ama madem bu konuya girdim, madem genç erkeklere Behçet abeileri olarak yol göstermek için yola çıktım, o halde elimi taşın altına sokmalıydım.




Bu amaçla geçtiğimiz cumartesi günü uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımı aradım. Çeşitli cümlelerin ardından kendisine projemi ve sorumluluklarımı anlattım. O da bana her konuda destek verebileceğini hatta lojistik desteği bile sağlayacağını söyledi. Ben de madem öyle diyip bindim otobüse ve Alsancak’a doğru yola çıktım. Arkadaşla orada buluştuk ve telefonda konuştuklarımızı bu defa yüz yüze görüştük. O bütün söylediklerimi sessizce dinledi ve bu güzel sessizliğin ardından güzel bir ses tonuyla şöyle dedi: O zaman bize gidelim Behçet. (Bu cümlenin ilkbahar cıvıltısı halini bir başka yazıda tartışacağız.)


Olayın ayrıntılarına çok girmeyeceğim. Ama hepinizin bildiği vücut hareketlerini çeşitli nefes alış verişleri eşliğinde bir süre yaptık. Bir süre sonra kesin bir sonuca ulaşmak için ikinci bir yönelimde bulunduk. Daha sonra da, insanlık için yaptığımız bu eylemin verdiği huzurla uyuduk. Sabah olunca bir kahve içip vedalaştık. Ben ona katkılarından dolayı teşekkür ederken o güzel ve tatlı sesiyle: “Rica ederim Behçet, katkım olduysa ne mutlu bana” dedi. Bu zarif kadının eline ufak bir öpücük kondurup şık bir reveransla evi terk ettim. Evden çıkar çıkmaz denizle karşılaştım. Güzel bir Pazar sabahıydı. Görebildiğim kadarıyla gemi ve vapurlar bu güzelliğe eşlik ediyordu




Otobüse biner binmez siz değerli okuyucularım için tek tek notlar aldım. Notların bazıları şöyle:


Madde 1: Aradan geçen zamanda cinsellik konularında değişen bir şey olmamış. Bazı pozisyon değişiklikleri söz konusu.

Madde 2: Öncesinde izlediğimiz Coppola filmi gece rüyama girdi. Rüyamda hep Mickey Rourke’u ve Siyam Balıklarını gördüm. Bir de İlber Ortaylı’yı. Tuhaf. Bunların nedeni üzerine düşün.

Madde 3: İkinci hamle biraz daha hızlı ve hareketliydi. Demek ki ilk girişim bir tür tanıma, tanışma işlevi görüyor. İkinci hamle ise ana yemek gibi bir şey. Bunu hep hatırlamalıyım.

Madde 4: Yatakta fazla rahat olmak iyi. Her iki tarafta kendini iyi hissediyor. Erkekliğin ve kadınlığın dışarıda bırakılması gerekiyor. Asıl cinsellik böyle mümkün. Bunu da unutmamalıyım.

Madde 5: Boyun bölgesinden işe başlamak en iyisi. Bu bölgeye konacak iki adet ıslak ve sıcak öpücük iyi bir şeylerin habercisi olabiliyor. Gök gürültüsü ise sadece bir irkilme yaratıyor. Bu irkilmenin pratiğe yansıması da olumlu.

Madde 6: Her zaman yavaş başla

Madde 7: Geçişler ve değişiklikler de yavaş olmalı.

Madde 8: Her zaman hızlı bitir.

Madde 9: Olayın sonuç yerini iki dakika önceden belirle. Hedefe odaklan. (Çocuklara coitus interruptus notu: Bu işlerde orta çağdan beri değişmeyen bir geleneği mutlaka sürdürün. Yazık etmeyin kendinize.)

Madde10: Öpücük ile başlayan her şey öpücükle bitmeli.

Behçet Otoportre


Böylece devam eden onlarca not var. Hepsini yazmıycam. Ufak bir özet geçip arzularımıza geri döneceğim ve kurtuluşu açıklayacağım.

Ama Behçet abiniz yoruldu çocuklar. Yarına yetiştirmem gereken mühendislik işleri var. Bir sonraki yazıyı bekleyin çocuklar. Unutmayın: Huzur Behçet’te.


Sorularınız ve sorunlarınız için beni şurada bulabilirsiniz: macarbitti@gmail.com

10 Aralık 2012 Pazartesi

Bu Denizi Barbara Ayaklarını Soksun Diye Getirdim


I

Bütün bunlar bittiğinde bütün bunlar böylece bittiğinde. Hepsi için, Annie Hall için Dreamers ya da Vivre Sa Vie için. Yemekten sonra hemen yatıverdiğimiz. Kapı aralıklarından, duvarlardan bütün duvarlardan biliyorsun bu duvarlardan, hepsi bittiğinde hiç olmadığı kadar duvarlardan. Zincirlerden halkalardan biri. Evet işte böyleymiş dendiğinde. E ne olabilirdi ki dendiğinde. Aklın yine balıklara takıldığında. Kesilmiş saçlar için başlamadı bile. Ne nerede hepsi göremediğimiz. Hem sonra neden görelim. Hiç görememekten aşındığında. Kaldığında o bitmemiş. Hiç mi evet hiç. Yürüyüşlerle durmalarla o çocukları çağırınca. Hepsi için Barbara izle.

Peter Handke- Solak Kadın









II


“Su böyle işte, başka türlü değil”. (Vermeer’in bir bilim adamı olan arkadaşı etmiş bu lafı. Mikroskop ile arkadaşının iddiasını inceleyen Vermeer bu lafın ardından sarıya yönelir ve su ile ilgili şaka ve resim yapmaktan vazgeçer)





III


Bir koluma n’aber yazdım öbürüne Wes Anderson



Wes Anderson’a karşı hissettiğimiz şey bir sevgi ya da saygı değil aslında. Tamam filmlerini seviyoruz. Onları bekliyoruz.  Ama bizim hissettiğimiz şey bir imrenme, hatta kıskançlık. 

Neden böyle derseniz cevabı çok basit: Çünkü Wes Anderson çoğumuzun aksine hayal ettiklerini gerçekleştiren bir adam. O da çocukken okumuş bişeyler. İşte Küçük Prens’i ya da Alice Harikalar Diyarında’yı. O da büyüyünce dalmış Godard’a, Satyajit Ray’e ya da Ozu’ya. Yutmuş Fitzgerald’ı da, Salinger’ı da.. Arada Felsefe falan da okumuş. Jason Schwartzman, Owen Wilson gibi dostlar edinmiş.

Bunları birçoğumuz da yapabilirdik. Ama Wes Anderson başka bir şey yaptı. Bu izlediklerini, okuduklarını falan hiç unutmadı. Ve onlardan aldıklarıyla, biriktirdikleriyle öyle filmler yaptı ki bizler evlerimizde pencereleri açtık. Hepimiz hayal ediyorduk bunları, yani işte çocukken bir izci kampından bir kızla birlikte kaçmayı, acayip aşklar yaşamayı. Biz de New York üst sınıfından bir ailede büyümenin nasıl bir şey olduğunu merak ettik. Biz de üvey bir kız kardeşle birlikte büyüsek nasıl olur diye düşündük. Biz de denizlere açılıp çeşitli maceralar yaşamayı, Hindistan yollarını trenle aşıp çeşitli badireler atlatmayı istedik. Ama hepsini evimizde ya da yolda yürürken hayal ettik. Bu Wes Anderson denen adam ise geldi ve hepimizin hayallerini harika filmlere çevirdi. Hâla muallaktayız. Bu işe sevinmemiz mi lazım üzülmemiz mi. Belki de ikisi birden.

Moonrise Kingdom mesela. Şimdilik son filmi.  Bir Pazar akşamı nasıl daha güzel olabilirdi bilemeyiz. Ama bizim filmi izlediğimiz Pazar akşamı çok güzel bir akşama dönüştü. Biz bu filmdeki çocukları biliyoruz. Bazılarını Salinger’dan, bazılarını başka Wes Anderson filmlerinden. İzci kampında kaçmaya karar veren iki çocuk var bu filmde. İzci kampının yeteneksiz ve hüzünlü Oymakbeyi (Edward Norton) kendi sorumluluğu altında olan Sam’in kaçtığını fark edince bölge şerifini arar (Bruce Willis) araya Sam’in sevgilisi Suzy’nin avukat anne babası (Bill Murray ve Frances Mc Dormand), Sam’in  kimsesizler yurduna iadesini isteyen bir sosyal hizmetler görevlisi (Tilda Swinton) ve başka bir izci kampının Oymakbeyi de girer (Harvey Keitel) vs vs.

Bu kadar oyuncu ismi yazmamın nedeni şu: Yukarıda adını saydığım isimlerin Bill Murray haricinde hepsi ilk kez Wes Anderson ile çalışıyor. Wes Anderson’un başka bir özelliği de burada ortaya çıkıyor. Siz isterseniz çok ünlü bir oyuncu olun, isterseniz kendinize has bir oyunculuk yeteneğiniz olsun ya da ne bileyim Bruce Willis gibi macera filmleriyle özdeşleşmiş bir oyuncu olun. Kim olursanız olun. Onun filminde ona ait bir şeyin parçası olmak zorundasınız.. Sen orada vay efendim Edward Norton ya da Bruce Willis değilsin. Tamamen bir Wes Anderson karakterisin. Adının hiçbir önemi yok.

Wes Anderson’ın arkadaş tayfasından Jason Schwartzman ise küçük ama müthiş bir rolle çıkıyor karşımıza (Ben). Belki karakteri de bizzat Schwartzman yazmıştır bilemeyiz. Ama acayip bir kıyak var ortada. Filmin en küçük ama en etkili, en komik ve en dikkat çekici karakteri Ben, Schwartzman’ın elinde unutulmaz bir hale geliyor.






IV


Özentilik boyutunda olan Fransız Sineması sevgimiz tabii ki bir tür yalandır. Ama burada ne bileyim, bu sinemada unutulmuş çok şey var gibi geliyor bize. Bu eksiklik Türkiye nüfusunda oldukça az sayıda bulunan ve bir an evvel çoğalması gereken alkolik miktarına eşit bir seviyede.

Böyle bir dünyada, böyle bir ülkede, zamanında Lübnan’da bir Ermeni Yetimhanesinde “Türkleştirme” politikası dahilinde bir sürü çocuğun yalan edildiği, Siirt adlı ilinde 15 – 16 yaşındaki çocukların 2 ve 3 yaşlarındaki iki çocuğa tecavüz edip akabinde de kafalarını kesmek suretiyle öldürdüğü, Kütahya’da iki lezbiyen ortaokul çocuğunun ormana gidip intihar ettiği bu ülkede, Fransız Sineması ile ilgili ahkâm kesmeden önce az da olsa Max Linder’i hatırlamamız gerekiyor.

Charles Chaplin, daha sinema dünyasına girmeden önce çeşitli işleri vesilesiyle Paris’e gider. Orada gittiği bir sinemada, daha önce Cabaretler ile ün salmış inanılmaz bir adamın filmlerine rastlar. Bu adam Slapstick’i daha 1904’te sinemada başlatan Max Linder’dir. Chaplin onun için “Hayatımda gördüğüm en olağanüstü şey. Bir ihtişam. Yıkılmış bir imparatorluk gibi. Yıkılmanın muhteşemliği!” der.

Max Linder bir avuç sessiz sinema dönemi filminin ardından tam da şöhretinin doruklarındayken bir gün karısıyla birlikte intihar ermeye karar verir ve bu isteğini de pratiğe yansıtarak muvaffakiyete erişir.

İşte bütün o hüzünlü dediğimiz, öyle olduğunu düşündüğümüz Fransız sineması belki de bu hüzünlü hikâyenin ardılıdır. Ya da değildir. Zaten bunları yazdığımda akşamdı ve yavaş yavaş hava kararıyordu. Ya da şöyle diyeyim bunları yazdığımda akşam değildi ve hava yavaş yavaş kararmıyordu.




V

Aşk-ı Memnu körpe dimağları nasıl kirletti?

Olacak şey değil! Neredeyse kendimi elliycem şaşkınlıktan. Bu kadarı olur mu Sayın Türkiye yaşayanları! Bu kadar alttan alta politika yürütülür mü? Aslında bu gerçeğin yıllar evvel ortaya çıkması gerekiyordu ama kimse cesaret edememiş sanırım. Demek oluyor ki iş başa düştü, halkı yine biz, yani bu ülkenin aydınlık yüzleri bilgilendireceğiz.

Şimdi, Tanrı parçacığı çarpsın ben bu Aşk-ı Memnu’yu izlemiyordum ilk yayınlandığında. Ama şimdi pişmanım. Keşke izleseymişim. Keşke gerçekleri siz değerli turp halkına anlatabilseydim. Ama zararın neresinden dönülse kârdır?

Youtube’dan bir adet Aşk-ı Memnu bölümüne denk geldim. Kitabı biliyordum. Halit Ziya ve Uşaklıgil bir Edebiyat-ı Cedide’ci olarak zaten bizim çimlikte sevilir. Yıllar evvel Trt’de yayınlanan Müjde Ar’lı Kenan Kalav’lı Aşk-ı Memnu’yu ise küçüklüğümün oralarda izlemiştim. Bu yeni Beren’li Kıvanç’lı Aşk-ı Memnu ise yüz kaç bölümlük bir şey olduğu için, yani ne izliycem yea.

Neyse, Youtube’dan denk geldim işte bir bölüme. Bölüm ilerledikçe duyduğum şoktan Serdar Ortaç’ın bir şarkısını hatırladım ( Şarkı şöyleydi: Buralara yaz günü kar yağıyor canım ölene kadar seni bekleyemem) Sonra birkaç bölümüne daha baktım. Bu şekilde yaklaşık 10 – 15 bölümü inceledim. Ve sevgili dostlar ben böyle bir şey görmedim. Böyle bir rezillik, kepazelik olur mu dedim. (Hatta şöyle dedim, “Böyle bir rezillik, kepazelik olur mu?”)

Olay şu ki, Aşk-ı Memnu bu son haliyle tam bir Gox Studio ( Ekseriyetle irikıyım erkeklerin arz-ı endam ettiği gey pornoları çeken bir film yapım şirketi. – Bu arada bu bilgiyi nereden bildiğimi bilmiyorum-) senaryosunu andırıyordu. Bakın mesela, dizi boyunca genelde yakın çekim yapılıyor. Karakterlerin yüzünü, en fazla omzunu görüyoruz. Yani ya omuz çekim yapılıyor ya da yakın çekim. Şimdi sorarım size dostlar. Bu sırada bu karakterlerin elleri nerede?

Mesela 9. bölümde Adnan bey ve Behlül aynı kanepede oturuyorlar. Bir Adnan’ın yüzüne yakın çekim Bir Behlül’e yakın çekim. Peki eller nerede ey yönetmen? İşte gerçeği söylüyorum: Eller karşılıklı olarak pantolonun içinde!

Hey yavrum hey. Bir de bize yutturuyorlar. Arkadaşım, bütün hikâye Adnan’ın Behlül’e duyduğu aşk. Behlül de deli gibi hoşlanıyor aslında Adnan’dan, ama bütün hayatı onun gölgesinde, onun tahakkümünde geçmiş. Bir taraftan da özgürlüğünü istiyor. O da Adnan’a tahakküm uygulamak istiyor. İşte Bihter’i de bu amaçla kullanıyor. Sadece Adnan’ı kıskandırmak için yani. Adnan’ın ise Behlül aşkı öylesine büyük ki ne kızı Nihal’in ne de eşi Bihter’in Behlül’le takılmasına ses etmiyor. Sadece kendilerini tutamadıkları zamanlarda bir araya gelen Behlül ve Adnan’ın el üzerinden kurdukları yakınlaşmalar da bu yakın çekimler yüzünden izleyiciye yansımıyor.

Bu gerçeği de siz değerli milletime, halkıma, insanıma, ayağıma aktarmanın verdiği sevinçle mutlu Karataş’lara dönebilirim.


6 Aralık 2012 Perşembe

Gelin Ben Size Bir Behçet Abiyim (1)


Sonra bir kadın gelir ve her şeyi mahveder çocuklar.


Bildiğiniz gibi her zaman bir kadın vardır. Siz evinizde oturursunuz ama o vardır. Siz mümkün olan hiçbir sosyalliğe bulaşmazsınız “Dilden çıkamıyorsam odadan niye çıkayım” diye düşünür odalarda çok geniş olursunuz. Ama o bulur bir aralık ve gelir çocuklar. O kadın hep gelir. Okuldan çıkar gelir, vapurdan iner gelir, damdan düşer gelir, bilgisayardan fırlar gelir, filmden çıkar gelir. Gelir babam gelir.

O Kadın Hep Gelir Çocuklar



Korkmayın bir Kaybedenler Kulübü yazısı değil bu. O adamlardan tiksiniyorum zaten.


Bir çevre yazısı bu, sosyal çevre. Kadınlar tarafından köprü altına düşürülen bir sürü çocuğun yazısı. Onlar hep işlerin belirli bir çizgide gideceğini düşünen saf çocuklar. Onlar kadınların hep kendilerini sevmesini, hep kendileriyle sevişmesini ve hep kendileriyle ilgilenmesini isteyen çocuklar. O kadar acı ki, bütün hayatlarını bu konudaki talihleri belirliyor. Şiire falan bulaşıyorlar, alkol ve tütüne alışıyorlar. O kadınların gelip bişeyleri mahvetmesini de içten içe çok istiyorlar. Çünkü öyle görmüşler filmlerde, kitaplarda öyle okumuşlar. Ama korkmayın. Bu işe son vermenin zamanı geldi. Behçet abiniz yanınızda, hepinizi seveceğim, hepinizi kurtaracağım. Gelin şimdi.


Bundan binlerce yıl evveldi çocuklar. Bundan binlerce yıl evvel kötü şeyler oldu. İnsanlar belirli fikirler edindiler. Bu fikirler çok can yakıcı, insanda rahat huzur bırakmayan fikirlerdi. Sonra bu fikirlerin gerçekliğine inandılar ve alıştılar. Onları kolektif bilinçdışı denen allahın belası bir şeyle bugüne kadar yolladılar. Biz de daha önceden belirlenmiş duygu ve algıları sanki bize ait, bize özelmiş gibi yaşamaya başladık. (Burada biraz durup ağlayabilirsiniz) Akabinde bizi özgürleştirecek olan tek şeyi, yani arzu’yu kaybettiğimizi anladık. (Bunu pek az kişi anladı. Bakın ben de sizlere söylüyorum. Arzu’yu kaybettik, arzularımızı başkalarının eline verdik. Burada da ağlayın).




Peki arzularımızı nasıl kaybettik? Yine bundan binlerce yıl evvel bazı politik dalavereler döndü. Çeşitli güçler ve kurumlar arzularımızı yönlendirmeye başladı. Özellikle Neolitik Devrim’in ardından (İnsan burada başladı. Bütün bokluk tam burada başladı) bazı “güçler” bizlere neyi istediğimizi söylemeye başladı. Dediler ki; Sen yavrucuğum şunu istiyorsun (Misal toprak). Buna “sahip olmak” için şunu şunu yapacaksın, olmadı şuna şuna saldıracaksın ve elde edeceksin.


Yönlendirilmiş arzularımız, yönlendirilmiş toplumlar yarattı. Sanayi Devrimi’ydi, Kapitalizm’di derken geldik bugünlere. Artık ne istediğimizi bize söylemelerini bırakın, istediğimiz şeyi gerçekten de kendimizin istediğine inandırmış durumdalar bizi. O hamburgeri gerçekten yemek istiyorum, o kadına gerçekten “sahip olmak” istiyorum, o ayakkabıyı da çok.


Bütün bu sahip olma yöntemleri bir eksiklikten, bir yanlışlıktan doğduğu için hiçbir tatmin duygusu yaratmıyor elbette. Yırtık büyüdükçe büyüyor. Tatminsizlik de öyle. Ve bu kez daha da iştahla saldırıyoruz. Daha çok iştah, daha çok sahip olma, daha çok hayal kırıklığı. Gördüğünüz gibi bütün bu sahip olma yöntemleri bize ait olmayan bize “verili” olan arzuya yöneliktir.



Yapılan bir araştırma tecavüz sırasında en çok kurulan cümlelerin “sahip olmak” minvalinde ilerleyen cümleler olduğunu söylüyor. Şiddetin dozunun da bu “sahip olma” hissiyatının sonucuna bağlı olarak artıp azaldığı görülmüş.


Geçtiğimiz günlerde bir arkadaştan Yerli Adult film aldım. Gayet amatör olan bu kısa filmde belli ki sevgili olan iki genç sevişiyorlardı. Ben olayın gelişimine, sanat yönetimi ve kurguya odaklanırken erkek olan eleman bazı cümleler kurmaya başladı. Şöyle: “Vildan seni çok güzel becerdiğimi söyle”, “Vildan ben seni şu an ne yapıyorum?” “Vildan ben seni napıyorum?”, “Nereni peki”  “Vildan sana kim sahip?” “Vildan seni benden daha iyi beceren var mı söyle?”


Bütün bu sorulara Vildan’dan erkeğin sahip olma kudretini artırıcı cevaplar geldi elbette. Ama sorunu görüyorsunuz değil mi? Ortada bir cinsellik falan yok. Adamın derdi iyi bir becerici olduğunu kanıtlamak ve bu minvalde çeşitli onaylar almak. Sevmediğimiz Bukowski’nin dediği bir şey var “Onaylanmış si.işler” Yani bir tür günümüzde seks.


Olaya direk cinsellikle başladık çocuklar ama hepinizin bildiği gibi başka bir yerden başlasak saçma olurdu. Çünkü hepiniz, bir kadına sahip olmanın, sevgi, aşk, meşk dışında elbette seksten geçtiğini zannediyorsunuz.


Neyse o konuya da geleceğiz. Şimdi hayal kırıklığından devam edelim. Hayal kırıklığının nedenini anladık değil mi? Neymiş? Kendi arzularımıza sahip olacak bir kudretimiz yok. Bizi bu kudretten mahrum bıraktılar. O yüzden bütün bu sahip olma yanılsamaları bizi tatmin etmiyor. Saldırganlığımız artıyor, yırtık büyüyor.

Korkma John Updike! Behçet Abin Seni de Kurtaracak



Soruyosunuz tabi; Tamam da Behçet abi kendi arzularımıza sahip olma kudretine nasıl erişeceğiz? Nasıl kurtulacağız? Kendimizi ne zaman gerçekleştireceğiz?


Eh bunların cevabı var elbette ama bir sonraki yazıda. Siz şimdilik problemin ne olduğunu iyice kavrayın bakalım. Çözümü de yakında buraya yazacağım hiç merak etmeyin. Bu dünyada yalnız değilsiniz. Behçet abiniz yanınızda.


Şimdi gidin uzanın biraz. Neler getirir bugün otobüste gördüğünüz kızdan başka? Siz onu boşverip Blur dinleyin, biraz da Wes Anderson izleyin. İyi gelir.

4 Aralık 2012 Salı

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku





Bir gün Müzeyyen hanım Samsun, Havza’da bir dere kenarındaki kahveye oturmuş. Birazcık arayıp taradıktan sonra beyaz peynir ve rakısını bulmuş; Fakat kendisi buzsuz rakıdan pek hoşlanmaz. Buz yok diye hayıflanırken bir gök gürültüsü patlamış ardından da dolu sağanağıyla buz gökyüzünden yağmıştır.

…………………………………………………………………………
                                                                                             

Efendim aşağıdaki şarkıdan da anlayabileceğiniz gibi bugün çok muteber bir filmden bahsedeceğiz. Muhterem hanendemiz Müzeyyen Hanımefendiyi de bu vesileyle bir daha dinliyoruz. Filmle neredeyse hiçbir alâkası yok ama biz yazacağımız filmi hep onun şarkılarıyla izledik. Biz Müzeyyen hanımefendiyi ve şarkılarını çok sevdik. Bir yerde şarkısını duysak önümüzü ilikledik, oturuşumuzu düzelttik. Ona en çok yakışan filmin de Ah Güzel İstanbul ve Ah Güzel İstanbul’a en çok yakışan şarkının da bu olduğuna karar verip yazıya böyle bir giriş yaptık.








Geçtiğimiz günlerde şehir fetişistlerine atıp tutmuştuk. Birçok film ve şarkının bu fetişten muzdarip olduğunu savunmuş verip veriştirmiştik. Lakin bugün yazacağımız filmin adı “Ah Güzel İstanbul” (Ki adını bir güzellemeden çok bir musiki parçasından almıştır bu film) olsa da o bahsettiğimiz şehir fetişizmi ile hiç alâkası olmayan, şahane bir istisna ile karşı karşıya durmaktayız.





Bu film bizi düzgün bir insan yapmıştır sevgili dostlar. Neredeyse hiç sevmediğimiz bu ülkede çok güzel şeyler de olabileceğini, çok güzel insanlar, şarkılar olabileceğini öğretmiştir. “Efendilik” lafının Emre Belözoğlulaştığı bir dünya yerine epeyi geçmişte yaşayan ve ölen bazı efendi insanlar olduğunu da öğretmiştir. Biz ne zaman bu filmi izlesek utanmış utanmış utanmışızdır.


Haşmet İbriktaroğlu adlı bir zat-ı muhterem ile de bu film sayesinde müşerref olduk. Bu zarif, kalender, inim inim aşık beyefendinin (Elbette Sadri Alışık. “Maşallah Maşallah”) başından geçenleri izlerken boynumuzu büküyoruz, içecek sudan da başka şeyler arıyoruz.




Ailesinden kalan parayı bir şekilde yiyip bitiren Haşmet İbriktaroğlu kulübeden bozma bir yere yerleşir. Seyyar Fotoğrafçı olarak hayatını sürdüren İbriktaroğlu sabahları çorbasını içen, akşamları da arkadaşlarıyla rakı sofrasında buluşan, azla yetinen bir güzel adamdır. Günlerden bir gün fotoğraf çektirmek için kendisine gelen ve artist olmak isteyen Ayşe ile tanışır (Ayla Algan "Küçük Cezve") ve ona can-ı gönülden aşık olur. Sakin ve yavaş Haşmet’in yanında Ayşe hareketli ve hırslıdır. Değişen bir Türkiye’de yavaş yavaş dibe batan Ayşe güzelliği de, huzuru da Haşmet’in yanında bulur. Lakin artist olma sevdasından da hiç vazgeçmez. Haşmet ise ne yapsın içmeye devam edip güzel şarkılar söyler ve bekler bekler bekler.


Artık müzik değişmiştir, insanlar değişmiştir, İstanbul değişmiştir. Haşmet “Kolaycılık bizde milli hastalıktır” der. Ya da “Anası babası belirsiz kozmopolit çocukları” der yeni ve “modern” Türklere. Batılılaşma düşüncesini bir eziklikle özdeşleştiren “modern”lerin en çok da musikiyi mahvetmeleri Haşmet’i üzer. Daha sonra sırf bu “modern”lerle dalga geçmek için yaptığı bir şarkı çok tutar ve Ayşe’nin ünlü olmasına sebebiyet verir. Olan biteni hiç anlamayan bu “eski” adam, orası neresi burası bir adam Haşmet İbriktaroğlu da Ayşe’den hiçbir şey istemeden köhne hayatına geri döner.





Filmin mesaj verme kaygısı olduğu çok açık. İşte değişen bir dünyaya ayak uyduramayan, “yabancı diyarlardan getirilen bir sürü süslü yalana” inanmakta zorluk çeken, geleneğine, musikisine bağlı insanların yavaş yavaş kaybolması ve yerlerine “kozmopolit çocuklarının” gelmesinden duyulan bir endişe vardır bu filmde. 


Atıf Yılmaz belli ki o dönemlerde Avrupa Sineması ile haşır neşir bir durumda. Bazı sahneler biçimsel açıdan Antonioni’nin elinden çıkmış gibi görünüyor (Aynı yıllarda Metin Erksan’da da bu etkiyi görüyoruz. Acı Hayat mesela). Ama biçimsel etkilenmelerin yanında tamamen “yerli” bir film Ah Güzel İstanbul. Belki de en yerli film.




Tanpınar bir yazısında Dede Efendi’yi ilk kez dinlediği bir andan bahseder. “Yükselen fıskiyeler, zaman içinden geçen bir tren” gibi benzetmelerin ardından şöyle bitirir “Şimdi biz bu musikiye, bu zamana nasıl üzülmeyelim? Geriye ne kaldı? Sadece tozlu raflarda birkaç kayıt ve keder”


Ah Güzel İstanbul da bu “Geriye ne kaldı” sorusunu Tanpınar kadar güzel ve güçlü bir şekilde değilse de sorabilen bir film. Elinden gelen her şeyi yaptıktan sonra istediği kadına kavuşan belki de son erkek olan Haşmet İbriktaroğlu filmin sonunda her şeyi atlattıktan sonra, bütün olup bitenlere, değişenlere rağmen gayet umutlu bir mesaj verir.






Şimdi biz de soralım o zaman sevgili okuyucu. Geriye ne kaldı? Müzeyyen Hanımefendi kaldı mesela.. Birkaç güzel insan da devam ediyor hayatlarına. Birçok güzel yer sona erdi elbette (Mesela bizim köhne Papağan meyhanemiz). Ama Akif''in Taş Plak Meyhanesi duruyor. Vefa Zat yaşıyor. Müzeyyen hanımın yeni toplu kayıtları çıkacak deniyor. Abbas Rakı yaş üzüm rakısı da yapıyor. Bizim mahallede şahane bir mezeci açılıyor. Adam gece 22:00'den sonra Zeki Müren dinliyor. Bize çok güzel Arnavut Ciğerleri veriyor. Evimizde bizi güzelim Sadri Alışık ve güzelim Ah Güzel İstanbul bekliyor. Elbette biraz kederle ama bekliyor ya, o da güzel, güzellik işte.