Bugün
gerçek mesele var olmak değil. Varlığın ne olduğu, ya da varlık için aranan töz
vs. bin yıl boyunca konuşuldu. Gelinen nokta rasyonel felsefenin de yerle
yeksan olduğu ikinci dünya savaşıydı. Ardından Frankfurt Okulu vs. çıkıp
aydınlanmanın eleştirisini falan yapsalar da vakit artık çok geçti. Adorno da
zaten en fazla “Auchwitz’den sonra şiir yazılamaz” falan diyebildi. Yok olma,
yok kılma, yoklaşma ya da siz ne demek isterseniz öncelikle edebiyatın
meselesiydi. Bunu Kafka ile başlatmak mümkün. Ama işi daha eskiye götürürsek, fişi James Joyce’a takıp olayı başlatabiliriz. Ama o kadar eskiye gitmeden,
Kafka’nın yokluğu ile yetinelim.
Kafka’nın
şu bilinen kasvetinin, ironikliğinin falan yanında bir de beden üzerinden kurduğu
bir yoklaşma “parodisi” vardır. Akla hemen Dönüşüm gelebilir. Orada bir yok
olma üzerinden işleyen bir parodi mevcuttur. İnsanın ruhsal boşluğunun,
bedensel bir yok oluşa “dönüşmesi” ve bunun parodisi olarak da böceğin
sunulması Kafka’nın yok kılma edimini edebiyata şarj ettiği örneklerden
biridir. Kitabı sadece Kafka’nın babası ile kurduğu “ödipal” ilişki ile
sınırlayanlar bunu ıskalasa da, “yok” edebiyata gerçek anlamda Kafka ile
girmiştir.
Kafkaesk
denen şeyin bir boyutunun da bu “yok” durum olduğunu kabul edersek, diğer sanat
eserlerinde karşılaşılan ve hep Kafka’ya yorulan Kafkaesk üslubun yeniden
tanımlanması gereken bir kavram olduğunu iddia edebiliriz.. Steven
Soderbergh’in Kafkaesk olmak için ölümüne kastığı, siyah-beyaz çekerek mutlaka
kasvetli bir ortam yaratacağına inandığı “Kafka” adlı filmi “Kafkaesk” bir
durum yaratmak konusunda kesinlikle başarısız olmuştu. Çünkü “Kafkaesk” bir
durum yaratmanın en kolay, aynı zamanda en faydasız yolu direk Kafka’ya
yönelmektir. Steven Soderbergh de Kafkaesk’i bizatihi Kafka biyografisinden
çıkartmaya çalıştığı için yavan bir film çıkmıştı ortaya.
Bu
kötü tecrübeye rağmen Kafka’nın edebi bir mesele haline getirdiği “yok”
durumunun sinemada bir karşılığı vardır. Bu karşılık için de Coen kardeşleri
bir teşekkür borçlu olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. 2001 yapımı “Orada
Olmayan Adam” (The Man Who Wasn’t There) sadece adında barındırdığı “olmayan”
kelimesi nedeniyle değil, Ed karakterinde vücut bulmuş Kafkaesk “yok” ya da
“artık olmayan” kavramları nedeniyle de Kafka’nın “yok” edebiyatının sinemasal
karşılığıdır.
“Yok”
un edebiyattaki mucidi Kafka’dır evet. Ama “Artık olmayan insan” kavramı için
Kafka ya da Coen kardeşlerden çok daha öncelere, 19.yüzyıla dönüp nev-i şahsına
münhasır bir Alman ile tanışmak zorundayız.
..
And
Never Be Found Again
“Olmayan”ın
insanın bir tanımına dönüşmesi Nietzsche’nin ortaya koyduğu bir durumdu. Onun
ünlü “Tanrı öldü” önermesi, devamında dile getirdiği “bununla beraber tanrının
bileşkesi, onun ürünü olan insan da öldü” sözleriyle anlam kazanır. Nietzsche
daha çok teolojik düşüncenin, bilimsel ilerleyişler karşısındaki acizliğinden
yola çıkar ve Hıristiyanlığın yönlendirdiği, batılı, prototip insan modelinin sonunu
haber verir.
Bu
haberi bazıları İkinci Dünya savaşıyla, bazıları Soğuk Savaş’la bazıları da
başka bir sebeple bir şekilde aldı. Ama konunun yani “insanın ölmüş olduğu
gerçeğinin” yarattığı boşluk ya da yokluk hâlâ dolmuş değil. Nietzsche “yeni
insan“ konusunda bazı önerilerde bulunmuş olsa da (Üst İnsan vs.) bugün
Nietzsche’nin iyimserliğine denk düşen bir model de yok. Bir modeli bırakın
başka bir şey de “yok”. İnsanın yeni bir tanımı yok. (İnsanın bu “yokluğunu” en
iyi fark edenlerden Foucault ne diyordu: İnsan zaten yeni bir icattır, bütün
ömrü iki asrı bile bulmaz; bilgimizde yeni bir izdir ve bu bilgi yeni bir form
keşfeder keşfetmez yeniden kaybolacaktır.”)
Bu
yokluğu edebiyat üzerinden yorumlayan, hatta dalgasını geçen ikinci mühim ise Samuel
Beckett’ti. “Adlandırılamayan”da sadece bir “ağız”a dönüşen insan, “Acaba
Nasıl”da ise sadece bir “düşünme potansiyeli, olma potansiyeli” olarak
sunuluyordu. Beckett da Foucault’ya yakın durur: İnsan zaten hiçbir zaman
varolmadı ki!
Yokluğun
bir estetiğe, bir akıma dönüşmesini engelleyen şey ise göstergesel bir kodunun
bulunmamasıdır. Yokluk ancak bir “fark-ediş” ile sanatın bir meselesi olur.
Bunu Kafka ya da Beckett kendi üsluplarında keşfetmişti. Ama mesela bir
Fassbinder’in bunu fark edişi çok somut ve çok kişiseldir. Yokluğu, yok kılmayı
kendi bedeni üzerinden fark eden Fassbinder, kendi hayatını bu yokluğun
parodisi haline getirmiştir. (Parodinin hiç de mizahi olmayan, ciddi bir tarafı
olduğunu da yazmıştık zamanında buralara)
Beckett
“Ölmek değil de, şöyle bir yok olup gitsem hiç fena olmazdı” derken neyi kast
ediyorsa, Thom Yorke da bir Radiohead şarkısına “How To Disappear Completly And Never Be Found Again”
ismini koyduğunda aynı şeyi kastediyordu. Yokluğun fark ediliş biçiminin sanatsal bir
hiyerarşi içinde olmaması onu daha da değerli kılar. Bir müzisyen, bir ressam
ya da bir yazar “yok”u nasıl fark edebilirse, bir manav, berber ya da ne bileyim astronot da da bunu fark edebilir. Düşünce aşamasında tamamen pratik, tamamen anlaşılabilir
bir şeyden bahsediyoruz: İnsan yok! Bu insanın yeniden tanımlanmasıdır bir
bakıma. Bir olmayan üzerinden tanımlanması (Ama Hegelci bir “olmayan” değil bu
kesinlikle. Şu an için “var olmayan” bir tarihsellik içinde kendini
tamamlayacak ve var edecek insandan bahseder Hegel, biz burada öteki Alman’a
güvenip “zaten-olmayan insan”ın tanımına giriyoruz)
Evet,
tanı yaklaşık 250 yıl önce kondu, şimdi bunu fark-etme üzerinden, bir üretim
biçimine dönüştürme zamanı. Coen kardeşler, Antonioni ve Resnais’nin bazı
filmlerini, Francis Bacon’un resimlerini ya da Saul Bellow, Nabokov, Philip Roth ve
Kafka’nın kitaplarını biraz da bu gözle değerlendirirsek biz de bu fark-ediş’e
erişip mutlu geceler yaşayabiliriz.
Paris’te
bir takım adamlar tuhaf şeyler yapıyorlar.
Aslında
bunu uzun süredir yapıyorlar da yeni yeni popüler olmaya başladılar. 30 kişi
ile yola çıkan “Urban Experiment” adındaki sanat eserlerini koruma timi
yaklaşık bir yıllık çalışmanın ardından Paris Belediyesinin bodrumunda bulunan “Paris
Yeraltı Haritası”nı çaldıklarında ilk büyük eylemlerini de gerçekleştirmiş
oldular.
Bu
eylemin ardından Urban ekibi, Paris’in bütün yeraltı kanallarını, bölgelerini
teker teker ele geçirip orada çeşitli etkinlikler yapmaya başladılar. Yaptıkları
eylemlerden biri de “Yeraltı Film Gösterimleri” adını taşıyor. Herhalde adının
hakkını veren tek oluşum olan “Yeraltı Film Gösterimleri” Urban üyelerinin film
üzerine konuşması ardından da bütün teçhizatı toplayıp ortalıktan kaybolmasıyla
sona eriyor.
Urban’ın
“Koruyucu Tim” özelliği ise çeşitli sanat eserlerini müzelerden çalıp,
yeraltında onardıktan sonra tekrar yerine koymasıyla gerçekleşiyor. Aralarında
paha biçilmez tabloların da bulunduğu bazı eserleri (Rembrandt ya da Schiele
eserleri de bunlara dâhil) yine yeraltından bir şekilde girdikleri müzelerden
çalıyorlar, daha sonra birkaç hafta boyunca bu eserlere gerekli onarım ve
restorasyonu yaptıktan sonra geri yerine koyuyorlar.
Urban’ın
asıl amacı bu eserlerin bulunduğu müzelerin güvenlik zafiyetini gündeme
getirmek. Bazen girdikleri müze ya da sanat evlerine güvenliği nasıl daha sıkı
hale getireceklerine dair öneri yazıları bırakıyorlar. Grubun bazı üyeleri bu
eylemler sırasında gözaltına alınmış olsa da, ortaya çıkan popülerlik ve ekibe
duyulan saygı ve sevginin de etkisiyle hiçbir gözaltı hukuki bir boyuta
taşınmamış.
Restore edilen bazı eserler
Kimilerine
göre “elit sanat sevicileri” olan, kimilerine göre de 21. yüzyılın gizli sanat
kahramanları olan Urban üyeleri bugün eskiye nazaran daha az eylemde bulunsalar
da çok özel bir konumda bulunmaya devam ediyorlar.
Yaratıcı
eylem biçimleri üzerine yeniden düşünmeye sevk eden bu oluşum bulundukları
siyasi konjonktürde “cesur” davranabilme rahatlığına da sahipler (Yani,
Demokratik ve Sanatsever Fransız toplumu “cesur” olmaya elverişli bir ülke
yaratmıştır demek istiyorum). Ama benzer muasır medeniyet seviyesine henüz ulaşamamış
ülkelerde (Örneğin Türkiye Muz Cumhuriyeti’nde) böyle bir tim olsaydı
sonuçları ne olurdu o da ayrıca tartışılması gereken bir konu. Biz şimdilik
Urban’ı uzaktan sevmeye devam edeceğiz gibi görünüyor.
Ressam,
yazar ya da şairlerin hayatlarını film yapmak çoğu zaman sıkıcıdır. Çünkü
yaptığınız şey -genelde- o insanın başından geçenleri sine-hikâyeleştirme
çabasıdır. Bu çabada ön plana çıkan şey, hakkında film yapılan sanatçının
sinema üzerinden yeniden yüceltilmesi ya da sadece, basit şekilde, neredeyse
eğitim amaçlı olarak, hayatının anlatılmasıdır.
Burada
unutulan nokta ise sinemanın da bir sanat olduğu gerçeğidir. Bir yönetmen
sinematografi oluşturma gerekliliğini bir kenara bırakıp, sinemayı araçsal bir
hale getirdiği takdirde sinemadan ziyade uyarlama sanat yapmış olur. Ressam ya
da edebiyatçıların hayatlarını anlatma görevi sinemacıdan çok biyografi
yazarının meselesidir. Bu biyografiyi sinema üzerinden oluşturmak
kolaylaştırıcıdan başka bir şey değildir. Bir yazarın hayatını anlatan
biyografi kitabından önce bu konuda yapılmış bir film aranıyorsa, bunun sebebi
sinematograf olmayı başaramamış yönetmenlerin kolaycılığıdır.
Öpmek
Caravaggio’yu Derek ile Öpmek
Derek
Jarman uyarlama sanattan kaçınan bir yönetmen. Onun “biyografik” filmleri
yukarıda bahsettiğimiz kolaycılığa kaçmaz. Mesela Caravaggio hakkında bir film
yaparken onun hayatını anlatmak yerine onun hayatından yola çıkmayı tercih eder.
Bu tercihin sebebi ise Caravaggio’nun resmine yaklaşmak. Derek Jarman elindeki
bir başka sanat olan sinemayla yani kendi eylem düzeneğiyle Caravaggio’ya
yaklaşıp onu öpmeyi yani anlatmayı deniyor. Neredeyse bütün sahneleri
Caravaggio’nun sahnelerine benzeterek kuruyor. Aynı ışığı yakalamaya çalışıyor,
Caravaggio’nun 400 yıl önceki modelleriyle kendi modellerini (oyuncularını)
birbirine yaklaştırıyor ve ortak bir zeminde özdeşleşmesini sağlıyor. Ortak
zemin ise Sinema ve Resim arasında bir farkın kalmadığı içkin bir alanı mesken
tutuyor.
Orijinal Caravaggio (Konser-1595)
Derek Jarman, Caravaggio 1986
Caravaggio’nun
Medeni Hali Bekârdır
Caravaggio
kendi resminden neşet eden “Tenebrizm” akımının öncüsüdür. Tabii ki Caravaggio
yaşarken böyle bir akım başlatıp onun öncüsü olmamıştır. Sanat Tarihçileri Caravaggio’dan
sonra, onun gibi, ışık kullanımını resmin en önemli meselesi haline getiren ve
somut şiddeti olabildiğince gerçekçi yansıtan resimleri “Tenebrizm” akımının
bir parçası olarak adlandırmıştır. (Tenebrizm akımının diğer adı da
“Caravaggioculuk” gibi bir şey zaten)
Caravaggio
(Asıl ismi: Michelangelo Merisi’dir) ne
zaman öldüğü ve nasıl öldüğü kesin olarak bilinen bir ressam değil. Hayatı
hakkında da kesin olarak bildiğimiz şeyler sınırlı. Bildiklerimiz arasında, memleketi
Milano’da bir memuru yaraladığı, bu olayın ardından Roma’ya kaçtığı; fakat
Roma’da yine bir kavgaya karışıp yanlışlıkla genç bir adamı öldürdüğü, bu
olayın ardından ise Napoli’ye, oradan da Malta’ya kaçtığı ama Malta’da da rahat
durmayıp bir şövalyeyi yaraladığı için zindana atıldığı ve Malta Şövalyeleri
tarikatinden kovulduğu gibi bilgiler var. Bu bilgiler ışığında Caravaggio’nun
resmine yansıyan şiddetin kendi yaşam tarzına da bire bir uyduğu gibi bir
çıkarım yapabiliriz. Yeterince “rahatsız” bir karakter olan Caravaggio böyle
bakıldığında tam da filmi yapılacak ya da belgeseli çekilecek bir sanatçı
özellikleri barındırıyor. Ama bu filmler ya da belgeseller içinde bu maceralı
hayatın ekmeğini yemeye kalkışmayan, Caravaggio’nun hayatın da sanatını da bir
başka sanat eserine dönüştürebilen tek adam Derek Jarman’dır.
İlahi
Derek, Ölme Emi
Derek
Jarman “Caravaggio” (1986) adlı filminde, Caravaggio’nun bütün hayatını
kesitler halinde karşımıza getiriyor. Film içinde Caravaggio’nun resme nasıl
başladığını da, klise ile yaşadığı gerginlikleri de, zor şartlar altında
geçirdiği ömrünün son günlerini de kesitler halinde anlatıyor. Fakat Derek
Jarman tek tek bu meselelere girmek yerine 3-5 dakikalığına bu meselelere
değinip geçiyor. Zaten filmde de kronolojik bir durum yok. Bir sahnede ölüm
döşeğinde gördüğümüz Caravaggio’yu bir sonraki sahnede gençliğinde yaptığı ilk
resimlerin düşünce aşamasındayken görebiliyoruz. Film bu haliyle dağınık bir
yapıya sahip olabilirdi. Ama Jarman ipleri elden bırakmayıp homojen bir yapı
kurmak için tek bir dramatik yapı ouşturuyor. Bu dramatik yapının temeline ise
Caravaggio’nun modelleriyle kurduğu ilişkileri koyuyor. Bu ilişkiler bazen
Caravaggio’nun güç odağı olduğu, bazen de çok güçsüz bir konumda kaldığı
durumlarla filme yansıyor. Her modeliyle yakından ilgilenen Caravaggio bir
taraftan onlara hayran olurken bir taraftan da modellerini aşağılamayı ihmal
etmiyor. (Caravaggio’nun dengesizliği için bkz: “Caravaggio’nun medeni hali
bekârdır” )
Tilda
Swinton’la Ciddi Düşünmek
Caravaggio’nun
modelleri içinde en çok ön plana çıkan ise ünlü Bakire Meryem tablosunun
modelliğini yapan Lena (Tilda Swinton) oluyor. Caravaggio bu tabloyu yaptığında
bir infial yaşanıyor zira Caravaggio’nun Bakire Meryem tablosunda model olarak
kullandığı kadının zamanının en önemli fahişelerinden biri olduğu ortaya
çıkıyor. Bu nedenle de Caravaggio kliseden bir kere daha kovulup hayatının son
günlerine yaklaşıyor.
Filmde
bu fahişeyi Tilda Swinton canlandırıyor. Fakat Jarman filmde Lena’yı bir fahişe
gibi sunmak yerine Caravaggio’nun da âşık olduğu ve en sonunda bir kıskançlık
cinayetine kurban giden bir kadın olarak sunuyor.
Ama
bence asıl infial Tilda Swinton ile çıkmalı. Asıl onu yakmalı. Derek Jarman
Caravaggio’ya yaklaşayım derken yanlışlıkla onu aşıyor sanki. Bunun nedeni de
Muhteşem Swinton. Tilda filmde göründüğü her sahnede her an biraz daha büyüyor.
Bir resim modeli olarak da bir sinema sembolü olarak da 80’li yıllara “Al ulan
al işte” diyerek damga vuruyor.
Derek
canım Jarman yavaş yavaş gösterdiği her Swinton’lı sahnede adeta onu kutsuyor.
Bunun bir benzerini sadece Godard, Vivre Sa Vie filminde Anna Karina’ya
yapmıştı. Ama Godard Karina’ya zaten aşıktı. Bu yüzden bu “yüceltme” normal
karşılanabilir. Ama Jarman bildiğim kadarıyla Tilda’ya aşık değildi (Eşcinseldir
Derek Jarman. Ha yine de aşık olmuş olabilir cinsiyet falan yalan da,
zannetmiyorum işte).
Tilda Swinton, Bakire Meryem
Bakire Meryem, Caravaggio
Biliyor
musun Kollarım Yokmuş ya da Dedem, Caravaggio ve Ben
Caravaggio,
Avangard Sanat şu bu derken epeyi eskimiş, yaptığı resim de nostaljikleşmiştir.
Resimleri Pop ürünler olarak pazarlanmaktadır. Ha 400 yıl önce ölmüş, ne suçu
var adamın diyeceksin belki, sen de haklısın. Ama olan budur, elinde
dondurmayla gezen bebeler bile “Evet ya, Caravaggio” der ve onu beğenir.
Beğenilmesi kolay bir resimdir Caravaggio resmi. Ama işte yenidir de. O yüzden
de 400 yıl sonra kısmen “yılışık” bir sevgiyle de olsa sevilmektedir. Ame Derek
Jarman’ın Caravaggio’su bir anlamda ressamın da şansıdır. Çünkü ona yaklaşmanın
en güzel biçimini bulmuş ve bir anlamda Caravaggio’yu güncellemiştir Jarman.
En
çok kolları severmiş Caravaggio. Bunu ben söylüyorum. Kollar hep fazlalık
gibidir Caravaggio’nun resminde. O yüzden kolları hep bir yere doğru güçsüzce
uzanmış ya da ölmüş bir insanın kolları olarak resmeder. Caravaggio’nun sevdiği
kollar varmış. Ama benim kollarım yokmuş. Dedem Caravaggio ve ben. Jarman
Aids’ten, Caravaggio ise Sıtma ya da frengiden ölmüş. Bir hastalık gelmiş yani.
Hastalık. Ben de hastalığımı keşfettim sonunda: Kollarım yokmuş. O yüzden
sarılmıyorum. Bulaşır bunlar. Bana sarıldığın için bağışla Derek. Sen de
bağışla kadın, Tilda.
Weeds
anti-ahlâki diyebileceğimiz bir noktadan hareket eden bir diziydi. 8 sezon
boyunca olup bitenlerin hemen hepsi toplumsal ahlâkın sınırları içinde “aykırı”
sayılabilecek yerlere temas ediyordu. Eşcinsellik, uyuşturucular, ensest, çocuk
cinselliği gibi bir sürü şeyi çok da hassasiyet göstermeden karşımıza getiren
Weeds, ahlâk denen şeyin kabul edilmiş normlardan ziyade vicdani bir şey
olduğuna dair mesaj veriyordu diyebiliriz.
Kocası
öldükten sonra geçimini ot satarak sağlamaya başlayan Nancy Botwin etrafında
şekillenen hikâye bir sürü yan karakter ve bir sürü macera üzerinden toplamda 8
sezona kadar yayıldı. Dizinin her sezonunda karakterler hızla değişirken yerini
koruyan beş karakter bütün maceraların esas kişileri olarak dikkat çektiler:
Nancy, oğulları Silas ve Shane, ailenin amcası Andy Botwin ve yine ailenin bir
parçası diyebileceğimiz yüce insan, müthiş guru Doug Wilson (Doug Wilson, başka
bir yazıyı hak ettiği için burada onun bölümünü kısa kesiyorum).
Weeds’in
güçlü bir kadın karakter ve ona bağlı dört erkekten mürekkep bir konusu
olduğunu söylersek dizinin dramatik yapısını da özetlemiş oluruz. Bu dört erkek
karakter içinde neredeyse 10 yılını Nancy’e ve Botwin ailesine harcayan Andy Botwin,
yaşadığı talihsizliklerin de etkisiyle bir adım öne çıkıyor.
Andy
Botwin nasıl bir adamdır derseniz başarısız, işe yaramaz, keş gibi sıfatlara
ulaşabilirsiniz. Ama biraz daha derine indiğimizde ona bir karakter dememizi
sağlayan başka özelliklerle karşılaşabiliriz. Andy Botwin hayatta neredeyse
hiçbir şey yapmamış bir adamdır. Yemek yapma konusundaki yeteneği haricinde
hiçbir mesleki kabiliyeti de yoktur. Maceraları arasında üç parmaklı ayağı
sayesinde başladığı porno macerasından tutun da, yanlışlıkla orduya yazılmaya
kadar bir sürü şey vardır. Ayrıca 8 sezon boyunca 50’ye yakın kadınla da
beraber olmuştur.
Ama
Andy’nin bütün bu özellikleri bir şekilde Nancy Botwin ile alakalıdır. Çünkü
Andy ne zaman bir şey olmak istese ya da ne zaman kalkıp bir yere gitmek istese
onu bir şekilde yanında tutan Nancy Botwin’den muzdariptir. Andy’nin güçsüzlüğü
hayattaki başarısızlığıyla ya da diğer insanlarla olan ilişkilerinde değil
sadece ve sadece Nancy karşısında ortaya çıkar. Dönüp dolaşıp yine Nancy’e
sığınması ve ondan hiç kurtulamaması Andy’nin de karakterine dönüşür. 40’lı
yaşlarında bile fazlasıyla “çocuksu” davranmasının nedeni gelişememesi ya da
öğrenememesi değil, Nancy’nin güçlü karakteridir. 8 sezon boyunca Nancy’i
sağmaktan tutun onun Meksi –Amerikalı çocuğunu yetiştirmeye kadar bir sürü
şeyle uğraşan ve aslında hiç de böyle şeylerle uğraşacak bir adam olmayan
Andy’i ne yaptığı evlilik, ne de uzun süre ilişki yaşadığı kadınlar Nancy’nin
gazabından kurtaramaz.
Andy
Botwin’in bizim ülkemizde tam bir karşılığı yoktur. Erkeklik figürünün çok ağır
ama bomboş olduğu Türkiye’de “Afili Filintalar” edebiyatının ya da Leyla ile
Mecnun’un tutma sebebi de budur. Bir kadının yarattığı keder, erkekçe çekilen
bir acıyla karşımıza gelir bu dizilerde. Evet, bu karakterler de zayıftır ama
bunun nedeni tek bir kadından ziyade genel olarak kadın denen şeyin aşktan
anlamaması olarak gösterilir. Leyla ile Mecnun ya da şu yeni Ben de Özledim
dizisinin karakterleri mevcut “güçlü” Türk erkeği tanımını tersine çevirmiş
olsa da, ortaya çıkan yeni model de yeni bir fark yaratmıyor maalesef. “Büyüyememiş
çocuklar”ın onları bir türlü anlamayan ya da sevmeyen kadınlara tutulması ve
acı çekmesi, denizin dibinde falan acı çekmesi üzerine kurulan bu yeni model
son tahlilde o kadar da orijinal durmuyor.
Ama
Andy Botwin klasik bir erkek değildir. Onun kadınlarla arası iyidir aslında ama
işte tek bir kadının gücüne kendini kaptırdığı için o da acı çekmektedir. Ama
bunu yaşarken başka kadınlarla takılmayı ya da hayatta bir şey yapmamayı da becermektedir.
Ha yapmak istediğinde de zaten bir şekilde Nancy tarafından engellenmektedir. Klasik
erkek ile Andy arasındaki fark da kurulan ilişki modellerinde ortaya çıkar Zira
Andy bir erkekle de birlikte olur ya da ne bileyim sevgilisinin fantezisi üzerine
(Yael) kıçına takma bir penis girmesine de izin verir. Onun bu “ahlaksızlığı”
bir anlamda Nancy’e duyduğu aşkın maskulenleşmesini de engeller. Bu anlamda
sevgili dostlar Andy, Nancy’e gerçekten âşıktır. Çünkü o her şeyi yapmasına,
her şeyi “tatmasına” rağmen hatta erkekliğinden bile vazgeçmesine rağmen
Nancy’e bağlılığını sürdürür. Böylece Andy’nin Nancy’e karşı hissettiği şey
cinsiyet bağlamından uzaklaşıp bir saflık kazanır. Ha bunun tek yolu sürekli
başkalarıyla takılmak ya da erkeklikten kurtulmak değildir tabi. Ama Andy’nin
seçtiği yol ya da yöntem budur. Ama bizim dizilerde erkek kalmak, erkek gibi
sevmek çok mühim olduğu için arkaya Leyla The Band şarkıları koyup denizin
dibine dalmak aşkın görsel kodları olarak sunulabiliyor. Bu da dediğim gibi o
kadar da yeni değil basbaya klişe duruyor.
Andy’nin
saflığından da bahsetmemiz lazım. Öyle ki Nancy’e aşık olduğunu bile dördüncü
sezonun finalinde idrak ediyor. Doug Wilson ile yaptığı bir konuşma sırasında
nerdeyse suçlanır gibi bu ithamla karşılaşıyor. Daha sonraki dört sezon boyunca
bir türlü Nancy’den ayrılamasa da en azından bu bölümde neden Nancy’den
ayrılamadığını idrak ediyor.
Andy’nin
dizinin finalindeki durumu ise bir sütten kesilme hali olarak okunabilir. En
sonunda Nancy’den kurtulduğunda, yaptığı ilk şey kaçmak oluyor. Kendine yeni
bir hayat kurmak için doğup büyüdüğü yere dönüyor ve klişe belki ama “büyüyor.”
Bunları da 40’lı yaşlarında ancak başarıyor. Aradan yıllar geçip yeniden Nancy
ile buluştuğunda ise aynı tuzağa düşmeyip ufak tefek de olsa güzel olan
hayatını bozmuyor. Ve belki de ilk kez “Andy Botwin” oluyor.
Dizinin
bir yerinde Andy, Nancy’e birlikte yaşamaları için ısrar ederken şöyle diyor:
“Evet ben Andy’im, ama senin için daha fazlası olabilirim.” Dizinin finalinde
daha fazlası olmayı başarıyor. Ama bunu ancak Nancy’den kurtulduktan sonra
başaracağını anlaması yaklaşık 10 yıl alıyor.
Andy
Botwin’i dizi boyunca sadece Nancy’e indirgeyerek düşünmek bir bakış açısı
tabii ki. Nancy dışında da dizinin komedi yönüne katkıda bulunan bir sürü olayı
oluyor Andy’nin. Ama dediğim gibi onu bir karakter olarak ele alırken Nancy’den
azade düşünmek imkânsız. Nancy bir taraftan Andy’e evini açarken, onun
yiyeceğini içeceğini efendime söyleyim yatacağı yeri, yani her türlü masrafını
karşılarken bir taraftan da onu tahakkümü altına almayı ihmal etmiyor. Aslında
Nancy kendi çocuklarından çok Andy’e söz geçirmeyi başarıyor ve biraz da bu
yüzden her türlü pis işe onu sürüyor. Bazen Meksika’da bir çölde onu yalnız
bırakıyor bazen de Andy’i terk edip Meksi-Amerikalı çocuğunun babasına gidiyor.
Andy ise bütün bunların sonunda, en sonunda, bir şekilde özgürlüğüne kavuşuyor.
Küçük de olsa huzurlu bir hayatı oluyor.
Sezonlar
boyunca sürekli dibe vurup geri çıkan, bir türlü hayatta kendini
konumlandıramayan ve bütün bunlardan müthiş bir mizah potansiyeli yaratan Andy
Botwin karakteri bugün daha çok “yakışıklı sempatik erkek” boyutunda
inceleniyor maalesef. Forumlarda, sözlüklerde şurda burada daha çok Andy Botwin
karakterini canlandıran Justin Kirk’ün yakışıklılığından, işte seksiliğinden
falan bahsediliyor. Bunlar da doğru elbette. Ama yetersiz. Bu yazı da biraz bu
yetersizlik sebebiyle yazıldı zaten. Önemli mi? Tabii ki değil. Ama şöyle de
bir şey var: I have the power.
Şöyle
bir söz var “Rusya’da zaman yavaş akar.” Bunu Rusya’ya gitmesek de Rus
filmlerinden az çok anlayabiliriz. İşte Tarkovski olsun Sokurov olsun zaman ile
tuhaf ilişkiler kurmuş hatta bazen onu ortadan kaldırmış yönetmenlerdir. Ama
bugün bahsedeceğim film biraz daha farklı, biraz daha uç bir noktada duruyor.
Film,
sevgili dostlar 1992 yapımı Papa Umer Ded Moroz (Babacığım Noel Baba Öldü). Filmi
izledikten sonra kendi kendime şöyle bir cümle kurdum: Rusluk çok zor lan.
Hakkaten öyle. Bir kere karşımızdaki film, öyle geç karşısına güzel güzel izle,
zaman geçsin filmi değil. Hatta bilakis bir türlü geçmeyen ve içinde
anlaşılabilir hiçbir şey olmayan bir film. Konusunu sorsanız derim ki, bir
bilim adamı var, bir sebepten kır farelerini araştırmak için taşradaki bir
kasabaya, kuzeninin yanına gidiyor ve orada bir takım tuhaf şeyler yaşıyor.
Ama
bu tuhaf şeyler de öyle Amerikan filmlerindeki gibi tuhaf şeyler değil. Kendi
aralarında güreşen adamlar mı dersin, erkek erkeğe yıkanan ve birbirini elleye
adamlar mı dersin, büyükbaba torun arasındaki “öpme” üzerinden şekillenen
ilişkiler mi dersin, bir sürü şey var. Hah, ama bir de şöyle bir şey var ki bu
dediklerim aslında filmde “olmuyor.” Çünkü filmin büyük bölümü sessiz
bakışmalar, uyku ve uyanıklıklardan oluşuyor. Filmin grenli-anti estetik
görüntüleri de sizi yordukça yoruyor.
Peki
ben yine de bu filmin neden başyapıt olduğunu düşünüyorum? Çünkü, sevgili
dostlar bu film sinema-zaman ilişkisi özelinde çok eşsiz bir yerde duruyor.
Filmde zamanın sunuluşu alışılagelmiş “geçen” bir şey olarak değil durağan bir
şey olarak karşımıza geliyor. Filmin yavaşlığı bir yerden sonra başka bir zaman
tanımına dönüşüyor. Geçip giden bir zaman yerine, neredeyse duran ve bir
hareket arz etmeyen bir zaman kavramı ortaya çıkıyor. Bu genel izleyicide
“sıkıcı” film algısını yaratan şeydir. Ama minimalist bir şeyden de
bahsetmiyorum. Çünkü minimalist sinemada zamanın saflığına ulaşma arzusu
vardır. Ama karşımızdaki filmde bizatihi zamanı yeniden konumlandıran,
değiştiren ve nihayetinde durduran bir durum söz konusu. Filmin “akışı”,
dramatik yapı itibariyle Beckett’i, aksiyonu itibariyle de Kafka’yı
hatırlatıyor. Aslında filmde gerçekten de bir şey olmuyor, zaman mefhumu da o
yüzden tuhaflaşıyor.
Şimdi
bu Rusya dediğimiz ülke öyle diğer ülkelere benzemez. Çünkü Rusya dediğimiz şey
aslen bir boşluktur. Coğrafi açıdan yerleşim yerlerinin oluşturduğu alan yüz
ölçümünün sadece %16’lık kesimini kapsar. Geriye kalan %84 tamamen çorak
araziler, ormanlar, buz denizleri ve sürekli kar yağan bazı dağlar, ovalardır.
İnsan denen şey bu büyüklük içinde hiçbir önemli noktayı teşkil etmez. İşte bu
yüzden Rusya’da dünya bildiğimiz dünya değildir. O koskoca boşlukta zamanın
akışı da ne Avrupa ne Amerika ne de başka bir yerdeki gibi olmaz. Soğuk ve boş,
Rusya budur. İşte bunu bir bilim-kurgu formatında da olsa bütün gerçekliğiyle
ortaya koyan az sayıdaki eserden biri de Papa Umer Ded Moroz’dur.
Filmin
alt metnine baktığımızda elbette Sovyet sonrası ortada kalan bir sürü
kimyasalın yarattığı tedirginliği bulabiliriz. Film içinde diyalog namına bir
şey olmadığı için, sözlü olarak duyduğumuz yegane şeylerden biri, bir radyodan
yapılan köstebek uyarısı oluyor. Köstebeklerin tarım alanlarını yok ettiği ve
onlara karşı üretilen bir kimyasalın bitkilere değilse de insanlara karşı
zararlı olduğu falan söyleniyor. Biz de böylece bütün o tuhaf davranışların
sebebinin belki de o kimyasal olduğu çıkarımını yapabiliyoruz. Fakat işin siyasi
boyutu bir tarafa, filmi saran endişenin
Kafka’yı hatırlatan kasveti, geçmeyen zamanın da, sona eren hareketin de alâmetifarikasına
dönüşüyor.
Özneden
bağımsız bir zaman yoktur sevgili dostlar. Şimdi çeşitli filozoflar ya da
yazarlardan size bunu kanıtlayacak bir sürü argüman sunabilirim. Fakat sunmak
istemiyorum, sadece bana inanmanızı istiyorum. Zaman bazı güçlerin elinde
yönlendirici bir konum için kullanılmıştır. Sabah – Öğle – Akşam gibi şeyler
bundan yaklaşık 3000 yıl önce ortaya çıkmış şeylerdir. Günlerin saatlere
bölünmesi, 24 saat anlayışı da Arkaik dönemden itibaren yaygınlaşmaya
başlamıştır. Bugün ise zaman “kullanılabilir” bir noktaya gelmiştir. Düşünelim
şu sözleri: “Zamanını boşa harcama” “Zamanını iyi kullan” “Zaman gelip geçiyor
dikkat et bak” “Zaman kötü..” İşte tüm bu laflar yönlendirilmiş ve hükme
alınmış zamanın sancılarıdır. Sorsanız mesela Hangi zaman? Diye hiçbir şey diyemezler.
Hakkaten de bak hangi zaman? Bu zamanı zaten sen yaratmışsın, onu bölmüş, ne
bileyim “iş hayatı” mefhumuna özdeş kılmışsın. Zamanın “bulunabilir” olmasını
bile sağlamışsın. (2000’li yıllarda en sık kurulan cümle: Zaman bulamadım).
Kısacası bütün bunlar yalan dostlar. Göte geliyosunuz haberiniz olsun.
Filme
dönecek olursak, film Rusya’da gösterime girdi mi onu bilmiyorum. Hatta bu
filmi toplamda 40 kişiden fazla insan izlemiş midir onu da bilmiyorum. Ben
filmi bir tesadüf eseri bulduğum için yönetmen şu bu hakkında da çok bir şey
bilmiyorum. Sadece gece 2 sularında “Ben bu filmi ne diye indirmişim acaba”
diye açınca tanık oldum filme. Aslında şöyle oldu, tam yatmak için
hazırlanıyordum ki, şöyle karanlık, abuk sabuk bir filmle kendime çeşitli kötülükler
edeyim diye film klasörüne baktım ve anında bu filmi buldum. ışığı kapatıp
izleyince de amaçladığım şeye ulaştım. Film bittiğinde saat 3:30 olmuştu ve
kendi kendime ikinci bir cümle kurarak “Ben niye böyle şeyler yapıyom lan”
dedim. Ama bütün bunlar, dediğim gibi filmin çok iyi olmasını engellemiyor. Siz
de gece sularında, ışıkları kapatıp izlerseniz, hayatı ve zamanı
sorgulayabilir, kendi kendinize “Bu dünya yani şimdi..” gibi şeyler
söyleyebilirsiniz. Ya da hiç izlemezsiniz. İşte bu çok daha ilginç bir dünya
olur.
En
azından hayatımızın böyle gitmeyeceğinin farkındayız. Tamam böyle gider belki
ama onun da maksimum bir süresi vardır mutlaka. İçimdeki Deniz’de şu hiç
yataktan çıkamadan ölen adam vardı ya mesela. İşte öyle bir hayat bile sonuçta
yaşanmış ve sona ermiştir. Fakat burada önemli olan nokta öyle bir hayatın
yaşanmış olmasıdır. Bizim yapacağımız tespit de tabiyetiyle şöyle olur: Evet lan
hayatı böyle de yaşayan adamlar var gerçekten.
İşte
bu düşüncelerle evden çıktım. Kapıya kilidi vurduğumda aklımda beni böyle
düşünmeye yönlendiren Fitzgerald vardı. Kendimi Selim İleri gibi hissediyordum.
Böyle “bütün mutluluğum kitaplar” kafası. Okuduğum her şey hayatımı bir şarap
gibi şenlendiriyordu adeta. Edebiyatın gücü sanki beni esir almış gibiydi.
Etrafımdaki her şeye edebi bir gözle bakıyormuş gibiydim. Gibiydim ama öyle
değildi işte anasını satayım. Çünkü dışarı çıkıp fatura ödemem ardından okula
ve “atölye” adlı arkeolojik yere uğrayıp çalışmam gerekiyordu. Bütün bunlar da
emin olun aşırı kötü şeylerdi. Ama bu kötülüklerin yanında Fitzgerald’ın
Mutluluğun Tortuları adlı öyküsü bir türlü çıkmıyordu kafamdan. Büyük bir
mutlulukla başlayan ve sonunda yatalak bir adama bakmakla son bulan bir
evliliğin hikâyesi. Bazı kitapları ve bazı kitaplardaki karakterleri hayattan
ve onun içinde yaşayan canlılardan çok daha fazla seviyorum. Mesela işte bu
öyküdeki Roxanne’i, Petzold’ün Barbara’sı kadar sevmiştim. Gerçek hayatta bu
kadar sevebildiğim insan sayısı epeyi azdır. Ama o insanlardan biri tam da bu
düşüncelere dalmışken aramaya başladı. Telefonu açmamam gerektiğini çok iyi
bildiğim için şöyle bir bakıp sessize aldım telefonu.
Metroya
bindiğimde ise aklımda Doug Wilson vardı. Weeds’in 4. sezonunun bir yerinde
kafası güzelken Silas’a durmadan sorduğu bir soru beni güldürüp duruyordu: You
suck dick Silas? Doug Wilson hayatını mahvetmiş, eşinden ve çocuklarından ayrı
düşmüştür. Kafasını en çok kurcalayan ise eşcinsel oğludur. Bu durumdan dolayı
da kendisini suçlamaktadır. O yüzden Nancy’nin oğlu Silas’a sürekli aynı soruyu
sorarak belki de bu eşcinsel oğul konusunda yalnız kalmamak istiyordur.
İşte
bu sahne metroda sürekli aklıma geliyordu. Karşıma da şansıma sarışın bir
beyefendi oturmuştu. Gülmemek için dudaklarımı ısırıyodum ama olmuyordu işte.
Adama o soruyu sormamak için kendimi zor tutuyordum: You suck dick Silas?
Kendimi tuttukça da sürekli gülüyordum. Sonra aklıma dâhiyane bir fikir geldi
ve telefonumu çıkardım. Böylece sanki bana atılan bir mesaja gülüyormuş gibi
yapabilecektim. Telefona bakıp gönül rahatlığıyla gülerken arada “Hay Allah ya”
falan da dedim. Tam bu sırada A. ikinci kez aradı. Yeniden sessize aldım.
Akşamüstü
yapmam gerekenleri yaptıktan sonra yeniden eve geldim. Bu eylemden 10 dakika
sonra ise dışarı çıkmaya karar verdim. Metroya binip Alsancak yollarına düştüm.
İnsanlarla görüşüp biraz daha sosyal bir hayat yaşarsam belki de daha mantıklı
bir insan olabileceğime karar vermiştim. Bu yüzden de yaklaşık 1 aydır zorunlu
haller dışında çıkmadığım evden çıkıp bir arkadaşla görüşmeye gidiyordum. Evden
çıkmıştım ama ev henüz kafamdan çıkmamıştı. O evin içinde izlediğim ya da
okuduğum şeyler rahat bırakmıyordu beni. Bu defa Running With Scissors geldi
aklıma. Nedense Tennenbaum Ailesi ile kıyaslanan ama pek de bir alâkası olmayan
kendi çapında iyi bir film. “İlginç” bir gerçek hayat öyküsüne sırtını yaslamış
ve bu hayatın ilginçliği dışında kendisine kapı açamamış bir film olarak değerlendirilebilir
Running With Scissors. Ama işte bizim de bazı zaaflarımız var. Şair olucam
derken kafayı yiyen annesi biricik oğlu Augusten’ı Psikiyatrisine ve onun tuhaf
ailesine terk edince filmin ilginçliği de başlamış olur. Gotik ve dinci iki kız
kardeş, sürekli köpek maması yiyen bir anne ve bir bok parçasının ilahi bir
haber olduğuna inanan Psikiyatrist babadan mürekkep bu ailede bir sürü şeye
tanık olan Augusten’ın eşcinsel olduğunu da anladığımızda film bizi ele
geçirmeye başlar. Bir de sürekli çalan birbirinden şahane şarkılar film ile pek
bir uyum sağlayamasa da bize güzel dakikalar yaşatırlar vs. İşte bu filmin bir
sahnesinde Şair olamadan kafayı yiyen anne bir şiir buluşması düzenler ve bu
buluşmada herkes şiirlerini okur falan. Buluşmanın yıldızı ise Augusten’ın
sevgilisi 32 yaşındaki şizofren Neil Bookman’dır. Annesine yazdığı Kızgın
Rahibe şiiri biraz hardcore da olsa özellikle giriş kısmıyla insanları sarsar.
Alsancak’a
geldiğimde buluşacağımız arkadaş beni bir mekâna davet etti. Gittim. Ortamda
daha çok gezi döneminden yüzüne aşina olduğum kişiler vardı. Gayet güzel bir
ortamdı aslında. İlk 1-2 saat her şey yolundaydı. Sonra tanıdık yüzler arasında
B. adlı kızı gördüm. Bundan uzun yıllar önce yarım kalan bir sevişmemiz
olduğunu hatırladım. Ama işte benim şansıma kız şimdi gayet güzel 23 yaşında
bir kadındı. Benim takıldığım zamanlarda ise 19 yaşında tombul bir kızcağızdı.
Hayatın bana oynadığı oyunlara alışıktım. O yüzden takılmadım bu duruma. “Naber
Amokachi “ dedi B. İyiydim. Yani Kieslowski’nin kullandığı anlamda iyiydim.
Şiir yazdığından bahsetti. Hatta bu şiirlerden birini Kitap-Lık basmış. Sanırım
etkilenmem gerekiyordu. Ama etkilenmedim. Benim şiirlerimi de bazı dergilerde
gördüğünü ve “deneysele” kaydığımı belirtti. “Evet” dedim ben de “deneysele
kaydım”. Konu kapansın istemiştim ama olaylar büyümüştü. Bizim arkadaş bir
dergi çıkardı ve orada bulunan şiirimi gösterip okumaya çalıştı. Olaylar boka
sarıyordu. Şiir konusunu kapatmak için tam karşımda oturan kıza döndüm (Baya da
güzel kızdır Allah saklasın) ve “Sen hâlâ bitli punklar ile mi takılıyorsun
yaşın kaç oldu ya” dedim. Evet şiir konusu kapanmıştı. Ama kız bu lafıma epeyi
alındı sanırım. Önce biraz sustu. Sonra da “Yok ya takılmıyorum” dedi. Bu
barbarca hareketle ortama gereken ciddiyeti kazandırdığıma sevinerek B.’ye
döndüm “Sen Ankara’da değil miydin yahu” dedim. “E okul bitti ne yapayım
Ankara’da” dedi. Çok haklıydı. O yüzden sustum. Belli ki bu “bitli punklar”
olayı kapanmamıştı. Çünkü az önce o soruyla canını yaktığım güzel kız belli ki
intikam peşindeydi. Gözlerimin tam içine bakarak “Ee, A. ne yapıyor Aras” dedi.
Açıkçası güzel bir darbeydi. Elini sıkabilirdim. Ama biramdan bir yudum alıp
“Görüşmüyoruz” dedim. Anında “Neden” diye sordu. “Özel bir nedeni yok” dedim.
Yeniden bir suskunluk oldu. Galiba sinirlenmiştim ama gülmeye başladım. Kıza
baktım ve: “You suck dick Silas?” dedim. “Anlamadım” diyerek kulağını bana
yaklaştırdı. Ben de bunun üzerine “Memelerin büyümüş” dedim. Gülerek teşekkür
etti. Bir süre sonra yetişmem gereken bir yer olduğunu söyleyerek kalktım.
Hakkaten
de eve yetişmem gerekiyordu. Dışarısı bana iyi gelmiyordu. A. üçüncü kez aradı
yeniden sessize aldım. Sabah güzel olan dünya akşama doğru yine kötüleşmişti.
Fassbinder üzerinden bir “Yok Beden” yazısı yazmaya karar verdim. Çünkü tam o
anda Fassbinder’in ölümünün daha çok bir “Yok kılma” çabası olduğunu
anlamıştım. 16 yıl boyunca bedenini yok sayarak yaşaması büyük ihtimalle buna
dalaletti. Sonra yine aklıma bir sahne geldi. Ta uzun yıllar öncesinden bizim
pek sevdiğimiz Almodovar’ın ilk döneminden bir filmdeydi bu sahne. Sahneyi
hatırlıyordum ama film gelmiyordu bir türlü aklıma. Bu defa da Almodovar’ın ilk
dönemiyle ilgili bir yazı yazmaya karar verdim. Şimdilerde “Usta” sayılan bu
herifin çok eğlenceli ilk dönem filmleri de olduğunu hatırlatmak gerekiyordu.
Galiba A.’yı aramalıydım. Çok saçmaydı, birlikte bir yere varmamız imkânsızdı,
bizden bir bok olması imkânsızdı, değil aylar yıllar, bir saati bile birlikte
geçirmemiz imkânsızdı ama uygar insanlar olarak konuşup bu konuya tatlıya
bağlayabilirdik. İşte bu düşüncelerle sahafa girdim. Hayat gerçekten çok
sıkıcıydı. Hava karanlık her yer fazla “anı doluydu” hepsinden nasıl kurtulacaktım?
Bunu sağlayacak olan şeyin bir insan olmadığı az çok netleşmişti. Bununla
beraber aklımdan o Almodovarlı sahne de çıkmıyordu, sözleri çok güzel olan o
şarkının fazlasıyla İspanyolca olan sözlerini elbette bilmiyordum. Ama bir
şekilde Türkçe sözlerini de hatırlıyordum.
“Ulan
Pavese, ne hallere düşürdün bizi” dedim Yaşama Uğraşı’nı görünce. “Hayatını
kadınlar üzerine düşünerek harcadın bak biz de senin yüzünden ne haldeyiz
allahsız pezevenk” diye de ekledim. Hızlıca sahafın kasa bölümüne ilerleyip “Birikim’in
eski sayıları var mı ya” dedim. Adam bir yere doğru el işareti yaptı ve
“Şuradalar kardeşim” dedi. Bizim internet kafe sahibi Sinan da bana hep
“Kardeşim” der. Ben de insanlara kardeşim diye hitap etmeye karar verdim. Bana
Birikim’lerin yerini gösteren çocuğa “Sağ ol kardeşim” dedim. “Rica ederim”
dedi. Ulan hem ortamı “kardeşim” samimiyetine getiriyorsunuz hem de biz
kardeşim diyince Fransız gibi “Rica ederim” diyorsunuz. Hakkaten insanları
anlamak mümkün değil lan.
Baktım
Birikim’lerin eski sayıları aşırı eski sayılarmış. 1999 seçimlerinden falan
bahsediyorlar. Hepsini geri yerine koydum A.’yı arayacaktım sanırım. Baktım
mesaj vardı. Uzun zamandır mesaj almadığımı fark ettim. Sanırım benimle
görüşmek isteyen insanlar beni arıyorlardı. Bu hayatımla ilgili yaptığım güzel
bir tespitti. Ama arayan da öyle çok fazla değildi açıkçası. O yüzden beni
arayan A.’yı mutlaka geri aramalıydım. Kitapçıda kız özlemek fazla naif bir
durumdu. Jean Seberg'in yüzü gelmişti aklıma. Belki de o kadar hüzünlü bir yerdi burası.
Mesaj F. Adlı kızdan “Nerdesin” şeklinde gelmişti. Konumumu bildirdim
ve bundan yaklaşık 3 dakika sonra aynı arkadaştan “Bana gelsene “ şeklinde
ikinci bir mesaj aldım. Bir huyum var, eğer birini fazla özlüyorsam mutlaka pek
de özlemediğim bir insanla sevişmeye çalışırım. Bu çoğu zaman böyle olmuştur.
Bu sevişmenin daha da kötü hissettireceğini bilsem de ve özlediğim insanı daha
da özlememe sebep olacağını bilsem de şartlanmış şekilde böyle davranırım. Ama
çevrem eskisi gibi değildi. Etrafımda bulunan kadın bireylerin çoğu kent
dışındaydı. Ve büyük bir çoğunluğu da dinamik erkekler sayesinde artık beni
unutmuşlardı. Yani A. sonrası için böyle bir fiziksel fırsatım olmamıştı. Ama
sanırım bu “Bana gel” mesajı içeriğindeki gizli sevişme sinyaliyle geleneği
bozmamam için bir fırsattı. O yüzden “Tamam gelirim” dedim ve kitapçıdan
çıkmaya yeltendim. Tam bu çıkış sırasında gayrı ihtiyari sağ tarafımdaki bölüme
bakarken ne göreyim: Gece Gibi Geçiyorum.
Biraz
da Bored to Death nedeniyle uzun süredir aradığımız hatta çevirmeni artist
Fatih Özgüven’e kitabı bulmak için mail attığımız, 1993’ten beri yeni baskısı
yapılmayan bu Jonathan Ames kitabı öyle malak gibi karşımda duruyordu. Biraz
yüksek bir sesle “Harbi mi lan” diyerek kitabı elime aldım. “Nasıl kardeşim”
diye kasa yönünden bir ses geldi. “Yok abi kitaba dedim” diye cevapladım.
Görmediğim ses “Haa” dedi. Kitabı alıp kasaya yöneldim. 7 liraydı. “5 lira
olmaz mı ya” dedim. “Olsun kardeşim, yıllardır gidip geliyosun zaten” dedi
kasadaki adam. Bu söz büyük ihtimalle yıllardır uğradığım ve Eymirli ile
birlikte kitap yürüttüğüm bu sahafın bana yaptığı bir göndermeydi. Zira o
yıllar içinde galiba ikinci kez bedel ödeyerek kitap alıyordum. Ama bütün bu
göndermeler, şunlar bunlar önemli değildi. Kitabı almıştım artık. Çıktım ve bu
defa İzban’a yürüdüm. Gün içinde İzmir’in bütün ulaşım biçimlerini tecrübe
etmiştim. Tam İzban’a binerken yanına gittiğim arkadaştan “Yalnız ben adet
dönemimdeyim haberin olsun” şeklinde bir mesaj aldım. “Önemli değil ya, bir şey
yapmamıza gerek yok, kitap var zaten yanımda” diyerek cevapladım bu mesajı.
Büyük bir ihtimalle bir şey anlamamıştı ama önemli de değildi artık.
Arkadaşla
çeşitli kahveler ve diğer içecekler eşliğinde bir süre sağlık vs. üzerine
konuşmalar yaptık. Sonra o gece 5 sularında uyudu. Ben de salona geçip kitabımı
okumaya başladım. Sabah 7 sularında kitabı bitirmeme az kalmışken, uyuyan
arkadaşa bir şekilde veda edip evden çıktım.
Yeniden
metroya bindim. A.’ya mesaj atmaya karar verdim. Ama bunun üzerine B. adlı
arkadaşa mesaj attım. “Sevgili B.” dedim “Bizim şu yıllar önceki sevişme
girişimimiz neden yarım kalmıştı ya” dedim. Sabahın köründe böyle bir soruyu
sorabilecek tek adamdım. İşte buydu belki de beni farklı yapan. İnsanlara
sabahın köründe seksle ilgili sorular sorarım. Gerçekten iyi bir hayatım vardı.
Uyuduğunu varsaydığım için hemen bir cevap beklemiyordum. Ama yanılmışım. Gayet
uzun bir cevap geldi “Çünkü sen tam olayın ortasında durup çocukken yaptığın
bir kardan adamı anlatmaya başladın. Sonra televizyonda Fenerbahçe Ülker’in bir
maçına takıldın akabinde de “açım ya” diyerek dışarı çıkıp çorba içmeyi teklif
ettin. Ben de bütün bunlardan senin eşcinsel olduğun çıkarımını yaptım ve bir
şey demedim.” dedi. Oldukça tatmin edici bir cevaptı. “Ne artistmişim ha” dedim
kendi kendime. “Teoman gibi yarım kalmış sevişmeler falan. Evinde, tuvalet
kapında yorgan var lan senin hıyar, cakan kime koduğumun kırık dişlisi” diye de
ekledim.
A.’ya
mesaj atamayacağım kesinleşmişti. Yatağa girdim. En azından B.’ye bir şeyler
yazabilirdim. Ona zamanında artist olduğumu, aslında otobüs muavini olacakken
çeşitli kadınlar ve çeşitli filmler yüzünden bu hale geldiğimi, basit ve yalnız bir birey
olduğumu falan yazabilirdim. Ama yazmadım. Çok uykum vardı. Yorganı başımın
üstüne çektim. Yeni uykusuzluk rekorum 42 saat olmuştu. Telefonu aldım “Galiba
yağmur yağacak” yazdım. Kimseye gönderemeden uykuma yenildim
Uykumda
beni bir sirkte çalışan, omuzları açık kırmızı bir kostüm giyen ve ağzından
alev püskürtüp “ğıaaahhh” diye bağıran bıyıklı halim bekliyordu.
Not:
Yukarıda bahsettiğim, Almodovar filminde geçen ve güzel olduğunu iddia ettiğim
şarkının (Encadenados) sözlerini bütün yazıyı okuyabilen şanslı okurlara sunuyorum. Hatırlayamadığım film de 1983 yapımı Entre Tinieblas (Karanlık Alışkanlıklar) imiş. Bu arada
çeviriye ben de kafamdan katkıda bulundum.
Belki de
dönmesen daha iyi.
Belki de beni
unutmalısın.
Yine kendimize
işkence edeceğiz.
Aşkımız sonsuz
bir nefrete dönüşecek.
Birbirimizin
canını o kadar yaktık ki
Sevgi bizim için
sadece eziyet oldu.
Hayal kırıklığı,
unutkanlık ve delilik.
Bunlar her zaman
yanı başımızda olacak.
Biliyorsun, biz
hiç değişmeyeceğiz.
Sevgilim,
bizimki gibi bir aşk ölene dek sürecek bir ceza
Kaderime kaderin
gerek ve sana ben gereğim daha da fazla.
İşte bu yüzden
hiç elveda diyemeyeceğiz.
Acı bizi hep
bulacak diz çökerken ya da küçük bir aydınlıkta.