3 Kasım 2013 Pazar

Galiba Yağmur Yağacak




En azından hayatımızın böyle gitmeyeceğinin farkındayız. Tamam böyle gider belki ama onun da maksimum bir süresi vardır mutlaka. İçimdeki Deniz’de şu hiç yataktan çıkamadan ölen adam vardı ya mesela. İşte öyle bir hayat bile sonuçta yaşanmış ve sona ermiştir. Fakat burada önemli olan nokta öyle bir hayatın yaşanmış olmasıdır. Bizim yapacağımız tespit de tabiyetiyle şöyle olur: Evet lan hayatı böyle de yaşayan adamlar var gerçekten.

İşte bu düşüncelerle evden çıktım. Kapıya kilidi vurduğumda aklımda beni böyle düşünmeye yönlendiren Fitzgerald vardı. Kendimi Selim İleri gibi hissediyordum. Böyle “bütün mutluluğum kitaplar” kafası. Okuduğum her şey hayatımı bir şarap gibi şenlendiriyordu adeta. Edebiyatın gücü sanki beni esir almış gibiydi. Etrafımdaki her şeye edebi bir gözle bakıyormuş gibiydim. Gibiydim ama öyle değildi işte anasını satayım. Çünkü dışarı çıkıp fatura ödemem ardından okula ve “atölye” adlı arkeolojik yere uğrayıp çalışmam gerekiyordu. Bütün bunlar da emin olun aşırı kötü şeylerdi. Ama bu kötülüklerin yanında Fitzgerald’ın Mutluluğun Tortuları adlı öyküsü bir türlü çıkmıyordu kafamdan. Büyük bir mutlulukla başlayan ve sonunda yatalak bir adama bakmakla son bulan bir evliliğin hikâyesi. Bazı kitapları ve bazı kitaplardaki karakterleri hayattan ve onun içinde yaşayan canlılardan çok daha fazla seviyorum. Mesela işte bu öyküdeki Roxanne’i, Petzold’ün Barbara’sı kadar sevmiştim. Gerçek hayatta bu kadar sevebildiğim insan sayısı epeyi azdır. Ama o insanlardan biri tam da bu düşüncelere dalmışken aramaya başladı. Telefonu açmamam gerektiğini çok iyi bildiğim için şöyle bir bakıp sessize aldım telefonu.

Metroya bindiğimde ise aklımda Doug Wilson vardı. Weeds’in 4. sezonunun bir yerinde kafası güzelken Silas’a durmadan sorduğu bir soru beni güldürüp duruyordu: You suck dick Silas? Doug Wilson hayatını mahvetmiş, eşinden ve çocuklarından ayrı düşmüştür. Kafasını en çok kurcalayan ise eşcinsel oğludur. Bu durumdan dolayı da kendisini suçlamaktadır. O yüzden Nancy’nin oğlu Silas’a sürekli aynı soruyu sorarak belki de bu eşcinsel oğul konusunda yalnız kalmamak istiyordur.




İşte bu sahne metroda sürekli aklıma geliyordu. Karşıma da şansıma sarışın bir beyefendi oturmuştu. Gülmemek için dudaklarımı ısırıyodum ama olmuyordu işte. Adama o soruyu sormamak için kendimi zor tutuyordum: You suck dick Silas? Kendimi tuttukça da sürekli gülüyordum. Sonra aklıma dâhiyane bir fikir geldi ve telefonumu çıkardım. Böylece sanki bana atılan bir mesaja gülüyormuş gibi yapabilecektim. Telefona bakıp gönül rahatlığıyla gülerken arada “Hay Allah ya” falan da dedim. Tam bu sırada A. ikinci kez aradı. Yeniden sessize aldım.

Akşamüstü yapmam gerekenleri yaptıktan sonra yeniden eve geldim. Bu eylemden 10 dakika sonra ise dışarı çıkmaya karar verdim. Metroya binip Alsancak yollarına düştüm. İnsanlarla görüşüp biraz daha sosyal bir hayat yaşarsam belki de daha mantıklı bir insan olabileceğime karar vermiştim. Bu yüzden de yaklaşık 1 aydır zorunlu haller dışında çıkmadığım evden çıkıp bir arkadaşla görüşmeye gidiyordum. Evden çıkmıştım ama ev henüz kafamdan çıkmamıştı. O evin içinde izlediğim ya da okuduğum şeyler rahat bırakmıyordu beni. Bu defa Running With Scissors geldi aklıma. Nedense Tennenbaum Ailesi ile kıyaslanan ama pek de bir alâkası olmayan kendi çapında iyi bir film. “İlginç” bir gerçek hayat öyküsüne sırtını yaslamış ve bu hayatın ilginçliği dışında kendisine kapı açamamış bir film olarak değerlendirilebilir Running With Scissors. Ama işte bizim de bazı zaaflarımız var. Şair olucam derken kafayı yiyen annesi biricik oğlu Augusten’ı Psikiyatrisine ve onun tuhaf ailesine terk edince filmin ilginçliği de başlamış olur. Gotik ve dinci iki kız kardeş, sürekli köpek maması yiyen bir anne ve bir bok parçasının ilahi bir haber olduğuna inanan Psikiyatrist babadan mürekkep bu ailede bir sürü şeye tanık olan Augusten’ın eşcinsel olduğunu da anladığımızda film bizi ele geçirmeye başlar. Bir de sürekli çalan birbirinden şahane şarkılar film ile pek bir uyum sağlayamasa da bize güzel dakikalar yaşatırlar vs. İşte bu filmin bir sahnesinde Şair olamadan kafayı yiyen anne bir şiir buluşması düzenler ve bu buluşmada herkes şiirlerini okur falan. Buluşmanın yıldızı ise Augusten’ın sevgilisi 32 yaşındaki şizofren Neil Bookman’dır. Annesine yazdığı Kızgın Rahibe şiiri biraz hardcore da olsa özellikle giriş kısmıyla insanları sarsar.



Alsancak’a geldiğimde buluşacağımız arkadaş beni bir mekâna davet etti. Gittim. Ortamda daha çok gezi döneminden yüzüne aşina olduğum kişiler vardı. Gayet güzel bir ortamdı aslında. İlk 1-2 saat her şey yolundaydı. Sonra tanıdık yüzler arasında B. adlı kızı gördüm. Bundan uzun yıllar önce yarım kalan bir sevişmemiz olduğunu hatırladım. Ama işte benim şansıma kız şimdi gayet güzel 23 yaşında bir kadındı. Benim takıldığım zamanlarda ise 19 yaşında tombul bir kızcağızdı. Hayatın bana oynadığı oyunlara alışıktım. O yüzden takılmadım bu duruma. “Naber Amokachi “ dedi B. İyiydim. Yani Kieslowski’nin kullandığı anlamda iyiydim. Şiir yazdığından bahsetti. Hatta bu şiirlerden birini Kitap-Lık basmış. Sanırım etkilenmem gerekiyordu. Ama etkilenmedim. Benim şiirlerimi de bazı dergilerde gördüğünü ve “deneysele” kaydığımı belirtti. “Evet” dedim ben de “deneysele kaydım”. Konu kapansın istemiştim ama olaylar büyümüştü. Bizim arkadaş bir dergi çıkardı ve orada bulunan şiirimi gösterip okumaya çalıştı. Olaylar boka sarıyordu. Şiir konusunu kapatmak için tam karşımda oturan kıza döndüm (Baya da güzel kızdır Allah saklasın) ve “Sen hâlâ bitli punklar ile mi takılıyorsun yaşın kaç oldu ya” dedim. Evet şiir konusu kapanmıştı. Ama kız bu lafıma epeyi alındı sanırım. Önce biraz sustu. Sonra da “Yok ya takılmıyorum” dedi. Bu barbarca hareketle ortama gereken ciddiyeti kazandırdığıma sevinerek B.’ye döndüm “Sen Ankara’da değil miydin yahu” dedim. “E okul bitti ne yapayım Ankara’da” dedi. Çok haklıydı. O yüzden sustum. Belli ki bu “bitli punklar” olayı kapanmamıştı. Çünkü az önce o soruyla canını yaktığım güzel kız belli ki intikam peşindeydi. Gözlerimin tam içine bakarak “Ee, A. ne yapıyor Aras” dedi. Açıkçası güzel bir darbeydi. Elini sıkabilirdim. Ama biramdan bir yudum alıp “Görüşmüyoruz” dedim. Anında “Neden” diye sordu. “Özel bir nedeni yok” dedim. Yeniden bir suskunluk oldu. Galiba sinirlenmiştim ama gülmeye başladım. Kıza baktım ve: “You suck dick Silas?” dedim. “Anlamadım” diyerek kulağını bana yaklaştırdı. Ben de bunun üzerine “Memelerin büyümüş” dedim. Gülerek teşekkür etti. Bir süre sonra yetişmem gereken bir yer olduğunu söyleyerek kalktım.

Hakkaten de eve yetişmem gerekiyordu. Dışarısı bana iyi gelmiyordu. A. üçüncü kez aradı yeniden sessize aldım. Sabah güzel olan dünya akşama doğru yine kötüleşmişti. Fassbinder üzerinden bir “Yok Beden” yazısı yazmaya karar verdim. Çünkü tam o anda Fassbinder’in ölümünün daha çok bir “Yok kılma” çabası olduğunu anlamıştım. 16 yıl boyunca bedenini yok sayarak yaşaması büyük ihtimalle buna dalaletti. Sonra yine aklıma bir sahne geldi. Ta uzun yıllar öncesinden bizim pek sevdiğimiz Almodovar’ın ilk döneminden bir filmdeydi bu sahne. Sahneyi hatırlıyordum ama film gelmiyordu bir türlü aklıma. Bu defa da Almodovar’ın ilk dönemiyle ilgili bir yazı yazmaya karar verdim. Şimdilerde “Usta” sayılan bu herifin çok eğlenceli ilk dönem filmleri de olduğunu hatırlatmak gerekiyordu. Galiba A.’yı aramalıydım. Çok saçmaydı, birlikte bir yere varmamız imkânsızdı, bizden bir bok olması imkânsızdı, değil aylar yıllar, bir saati bile birlikte geçirmemiz imkânsızdı ama uygar insanlar olarak konuşup bu konuya tatlıya bağlayabilirdik. İşte bu düşüncelerle sahafa girdim. Hayat gerçekten çok sıkıcıydı. Hava karanlık her yer fazla “anı doluydu” hepsinden nasıl kurtulacaktım? Bunu sağlayacak olan şeyin bir insan olmadığı az çok netleşmişti. Bununla beraber aklımdan o Almodovarlı sahne de çıkmıyordu, sözleri çok güzel olan o şarkının fazlasıyla İspanyolca olan sözlerini elbette bilmiyordum. Ama bir şekilde Türkçe sözlerini de hatırlıyordum.



“Ulan Pavese, ne hallere düşürdün bizi” dedim Yaşama Uğraşı’nı görünce. “Hayatını kadınlar üzerine düşünerek harcadın bak biz de senin yüzünden ne haldeyiz allahsız pezevenk” diye de ekledim. Hızlıca sahafın kasa bölümüne ilerleyip “Birikim’in eski sayıları var mı ya” dedim. Adam bir yere doğru el işareti yaptı ve “Şuradalar kardeşim” dedi. Bizim internet kafe sahibi Sinan da bana hep “Kardeşim” der. Ben de insanlara kardeşim diye hitap etmeye karar verdim. Bana Birikim’lerin yerini gösteren çocuğa “Sağ ol kardeşim” dedim. “Rica ederim” dedi. Ulan hem ortamı “kardeşim” samimiyetine getiriyorsunuz hem de biz kardeşim diyince Fransız gibi “Rica ederim” diyorsunuz. Hakkaten insanları anlamak mümkün değil lan.

Baktım Birikim’lerin eski sayıları aşırı eski sayılarmış. 1999 seçimlerinden falan bahsediyorlar. Hepsini geri yerine koydum A.’yı arayacaktım sanırım. Baktım mesaj vardı. Uzun zamandır mesaj almadığımı fark ettim. Sanırım benimle görüşmek isteyen insanlar beni arıyorlardı. Bu hayatımla ilgili yaptığım güzel bir tespitti. Ama arayan da öyle çok fazla değildi açıkçası. O yüzden beni arayan A.’yı mutlaka geri aramalıydım. Kitapçıda kız özlemek fazla naif bir durumdu. Jean Seberg'in yüzü gelmişti aklıma. Belki de o kadar hüzünlü bir yerdi burası. 

Mesaj F. Adlı kızdan “Nerdesin” şeklinde gelmişti. Konumumu bildirdim ve bundan yaklaşık 3 dakika sonra aynı arkadaştan “Bana gelsene “ şeklinde ikinci bir mesaj aldım. Bir huyum var, eğer birini fazla özlüyorsam mutlaka pek de özlemediğim bir insanla sevişmeye çalışırım. Bu çoğu zaman böyle olmuştur. Bu sevişmenin daha da kötü hissettireceğini bilsem de ve özlediğim insanı daha da özlememe sebep olacağını bilsem de şartlanmış şekilde böyle davranırım. Ama çevrem eskisi gibi değildi. Etrafımda bulunan kadın bireylerin çoğu kent dışındaydı. Ve büyük bir çoğunluğu da dinamik erkekler sayesinde artık beni unutmuşlardı. Yani A. sonrası için böyle bir fiziksel fırsatım olmamıştı. Ama sanırım bu “Bana gel” mesajı içeriğindeki gizli sevişme sinyaliyle geleneği bozmamam için bir fırsattı. O yüzden “Tamam gelirim” dedim ve kitapçıdan çıkmaya yeltendim. Tam bu çıkış sırasında gayrı ihtiyari sağ tarafımdaki bölüme bakarken ne göreyim: Gece Gibi Geçiyorum.





Biraz da Bored to Death nedeniyle uzun süredir aradığımız hatta çevirmeni artist Fatih Özgüven’e kitabı bulmak için mail attığımız, 1993’ten beri yeni baskısı yapılmayan bu Jonathan Ames kitabı öyle malak gibi karşımda duruyordu. Biraz yüksek bir sesle “Harbi mi lan” diyerek kitabı elime aldım. “Nasıl kardeşim” diye kasa yönünden bir ses geldi. “Yok abi kitaba dedim” diye cevapladım. Görmediğim ses “Haa” dedi. Kitabı alıp kasaya yöneldim. 7 liraydı. “5 lira olmaz mı ya” dedim. “Olsun kardeşim, yıllardır gidip geliyosun zaten” dedi kasadaki adam. Bu söz büyük ihtimalle yıllardır uğradığım ve Eymirli ile birlikte kitap yürüttüğüm bu sahafın bana yaptığı bir göndermeydi. Zira o yıllar içinde galiba ikinci kez bedel ödeyerek kitap alıyordum. Ama bütün bu göndermeler, şunlar bunlar önemli değildi. Kitabı almıştım artık. Çıktım ve bu defa İzban’a yürüdüm. Gün içinde İzmir’in bütün ulaşım biçimlerini tecrübe etmiştim. Tam İzban’a binerken yanına gittiğim arkadaştan “Yalnız ben adet dönemimdeyim haberin olsun” şeklinde bir mesaj aldım. “Önemli değil ya, bir şey yapmamıza gerek yok, kitap var zaten yanımda” diyerek cevapladım bu mesajı. Büyük bir ihtimalle bir şey anlamamıştı ama önemli de değildi artık.

Arkadaşla çeşitli kahveler ve diğer içecekler eşliğinde bir süre sağlık vs. üzerine konuşmalar yaptık. Sonra o gece 5 sularında uyudu. Ben de salona geçip kitabımı okumaya başladım. Sabah 7 sularında kitabı bitirmeme az kalmışken, uyuyan arkadaşa bir şekilde veda edip evden çıktım.

Yeniden metroya bindim. A.’ya mesaj atmaya karar verdim. Ama bunun üzerine B. adlı arkadaşa mesaj attım. “Sevgili B.” dedim “Bizim şu yıllar önceki sevişme girişimimiz neden yarım kalmıştı ya” dedim. Sabahın köründe böyle bir soruyu sorabilecek tek adamdım. İşte buydu belki de beni farklı yapan. İnsanlara sabahın köründe seksle ilgili sorular sorarım. Gerçekten iyi bir hayatım vardı. Uyuduğunu varsaydığım için hemen bir cevap beklemiyordum. Ama yanılmışım. Gayet uzun bir cevap geldi “Çünkü sen tam olayın ortasında durup çocukken yaptığın bir kardan adamı anlatmaya başladın. Sonra televizyonda Fenerbahçe Ülker’in bir maçına takıldın akabinde de “açım ya” diyerek dışarı çıkıp çorba içmeyi teklif ettin. Ben de bütün bunlardan senin eşcinsel olduğun çıkarımını yaptım ve bir şey demedim.” dedi. Oldukça tatmin edici bir cevaptı. “Ne artistmişim ha” dedim kendi kendime. “Teoman gibi yarım kalmış sevişmeler falan. Evinde, tuvalet kapında yorgan var lan senin hıyar, cakan kime koduğumun kırık dişlisi” diye de ekledim.

A.’ya mesaj atamayacağım kesinleşmişti. Yatağa girdim. En azından B.’ye bir şeyler yazabilirdim. Ona zamanında artist olduğumu, aslında otobüs muavini olacakken çeşitli kadınlar ve çeşitli filmler yüzünden bu hale geldiğimi, basit ve yalnız bir birey olduğumu falan yazabilirdim. Ama yazmadım. Çok uykum vardı. Yorganı başımın üstüne çektim. Yeni uykusuzluk rekorum 42 saat olmuştu. Telefonu aldım “Galiba yağmur yağacak” yazdım. Kimseye gönderemeden uykuma yenildim

Uykumda beni bir sirkte çalışan, omuzları açık kırmızı bir kostüm giyen ve ağzından alev püskürtüp “ğıaaahhh” diye bağıran bıyıklı halim bekliyordu.


Not: Yukarıda bahsettiğim, Almodovar filminde geçen ve güzel olduğunu iddia ettiğim şarkının (Encadenados) sözlerini bütün yazıyı okuyabilen şanslı okurlara sunuyorum. Hatırlayamadığım film de 1983 yapımı Entre Tinieblas (Karanlık Alışkanlıklar) imiş. Bu arada çeviriye ben de kafamdan katkıda bulundum.

Belki de dönmesen daha iyi.
Belki de beni unutmalısın.
Yine kendimize işkence edeceğiz.
Aşkımız sonsuz bir nefrete dönüşecek.

Birbirimizin canını o kadar yaktık ki
Sevgi bizim için sadece eziyet oldu.
Hayal kırıklığı, unutkanlık ve delilik.
Bunlar her zaman yanı başımızda olacak.
Biliyorsun, biz hiç değişmeyeceğiz.

Sevgilim, bizimki gibi bir aşk ölene dek sürecek bir ceza
Kaderime kaderin gerek ve sana ben gereğim daha da fazla.
İşte bu yüzden hiç elveda diyemeyeceğiz.

Acı bizi hep bulacak diz çökerken ya da küçük bir aydınlıkta.