25 Aralık 2013 Çarşamba

İyi ki Varsın İyi ki Yokum




How To Disappear Completely..

Bugün gerçek mesele var olmak değil. Varlığın ne olduğu, ya da varlık için aranan töz vs. bin yıl boyunca konuşuldu. Gelinen nokta rasyonel felsefenin de yerle yeksan olduğu ikinci dünya savaşıydı. Ardından Frankfurt Okulu vs. çıkıp aydınlanmanın eleştirisini falan yapsalar da vakit artık çok geçti. Adorno da zaten en fazla “Auchwitz’den sonra şiir yazılamaz” falan diyebildi. Yok olma, yok kılma, yoklaşma ya da siz ne demek isterseniz öncelikle edebiyatın meselesiydi. Bunu Kafka ile başlatmak mümkün. Ama işi daha eskiye götürürsek, fişi James Joyce’a takıp olayı başlatabiliriz. Ama o kadar eskiye gitmeden, Kafka’nın yokluğu ile yetinelim.

Kafka’nın şu bilinen kasvetinin, ironikliğinin falan yanında bir de beden üzerinden kurduğu bir yoklaşma “parodisi” vardır. Akla hemen Dönüşüm gelebilir. Orada bir yok olma üzerinden işleyen bir parodi mevcuttur. İnsanın ruhsal boşluğunun, bedensel bir yok oluşa “dönüşmesi” ve bunun parodisi olarak da böceğin sunulması Kafka’nın yok kılma edimini edebiyata şarj ettiği örneklerden biridir. Kitabı sadece Kafka’nın babası ile kurduğu “ödipal” ilişki ile sınırlayanlar bunu ıskalasa da, “yok” edebiyata gerçek anlamda Kafka ile girmiştir.

Kafkaesk denen şeyin bir boyutunun da bu “yok” durum olduğunu kabul edersek, diğer sanat eserlerinde karşılaşılan ve hep Kafka’ya yorulan Kafkaesk üslubun yeniden tanımlanması gereken bir kavram olduğunu iddia edebiliriz.. Steven Soderbergh’in Kafkaesk olmak için ölümüne kastığı, siyah-beyaz çekerek mutlaka kasvetli bir ortam yaratacağına inandığı “Kafka” adlı filmi “Kafkaesk” bir durum yaratmak konusunda kesinlikle başarısız olmuştu. Çünkü “Kafkaesk” bir durum yaratmanın en kolay, aynı zamanda en faydasız yolu direk Kafka’ya yönelmektir. Steven Soderbergh de Kafkaesk’i bizatihi Kafka biyografisinden çıkartmaya çalıştığı için yavan bir film çıkmıştı ortaya.

Bu kötü tecrübeye rağmen Kafka’nın edebi bir mesele haline getirdiği “yok” durumunun sinemada bir karşılığı vardır. Bu karşılık için de Coen kardeşleri bir teşekkür borçlu olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. 2001 yapımı “Orada Olmayan Adam” (The Man Who Wasn’t There) sadece adında barındırdığı “olmayan” kelimesi nedeniyle değil, Ed karakterinde vücut bulmuş Kafkaesk “yok” ya da “artık olmayan” kavramları nedeniyle de Kafka’nın “yok” edebiyatının sinemasal karşılığıdır.

“Yok” un edebiyattaki mucidi Kafka’dır evet. Ama “Artık olmayan insan” kavramı için Kafka ya da Coen kardeşlerden çok daha öncelere, 19.yüzyıla dönüp nev-i şahsına münhasır bir Alman ile tanışmak zorundayız.




.. And Never Be Found Again

“Olmayan”ın insanın bir tanımına dönüşmesi Nietzsche’nin ortaya koyduğu bir durumdu. Onun ünlü “Tanrı öldü” önermesi, devamında dile getirdiği “bununla beraber tanrının bileşkesi, onun ürünü olan insan da öldü” sözleriyle anlam kazanır. Nietzsche daha çok teolojik düşüncenin, bilimsel ilerleyişler karşısındaki acizliğinden yola çıkar ve Hıristiyanlığın yönlendirdiği, batılı, prototip insan modelinin sonunu haber verir.

Bu haberi bazıları İkinci Dünya savaşıyla, bazıları Soğuk Savaş’la bazıları da başka bir sebeple bir şekilde aldı. Ama konunun yani “insanın ölmüş olduğu gerçeğinin” yarattığı boşluk ya da yokluk hâlâ dolmuş değil. Nietzsche “yeni insan“ konusunda bazı önerilerde bulunmuş olsa da (Üst İnsan vs.) bugün Nietzsche’nin iyimserliğine denk düşen bir model de yok. Bir modeli bırakın başka bir şey de “yok”. İnsanın yeni bir tanımı yok. (İnsanın bu “yokluğunu” en iyi fark edenlerden Foucault ne diyordu: İnsan zaten yeni bir icattır, bütün ömrü iki asrı bile bulmaz; bilgimizde yeni bir izdir ve bu bilgi yeni bir form keşfeder keşfetmez yeniden kaybolacaktır.”)

Bu yokluğu edebiyat üzerinden yorumlayan, hatta dalgasını geçen ikinci mühim ise Samuel Beckett’ti. “Adlandırılamayan”da sadece bir “ağız”a dönüşen insan, “Acaba Nasıl”da ise sadece bir “düşünme potansiyeli, olma potansiyeli” olarak sunuluyordu. Beckett da Foucault’ya yakın durur: İnsan zaten hiçbir zaman varolmadı ki!

Yokluğun bir estetiğe, bir akıma dönüşmesini engelleyen şey ise göstergesel bir kodunun bulunmamasıdır. Yokluk ancak bir “fark-ediş” ile sanatın bir meselesi olur. Bunu Kafka ya da Beckett kendi üsluplarında keşfetmişti. Ama mesela bir Fassbinder’in bunu fark edişi çok somut ve çok kişiseldir. Yokluğu, yok kılmayı kendi bedeni üzerinden fark eden Fassbinder, kendi hayatını bu yokluğun parodisi haline getirmiştir. (Parodinin hiç de mizahi olmayan, ciddi bir tarafı olduğunu da yazmıştık zamanında buralara)

Beckett “Ölmek değil de, şöyle bir yok olup gitsem hiç fena olmazdı” derken neyi kast ediyorsa, Thom Yorke da bir Radiohead şarkısına “How To Disappear Completly And Never Be Found Again” ismini koyduğunda aynı şeyi kastediyordu. Yokluğun fark ediliş biçiminin sanatsal bir hiyerarşi içinde olmaması onu daha da değerli kılar. Bir müzisyen, bir ressam ya da bir yazar “yok”u nasıl fark edebilirse, bir manav, berber ya da ne bileyim astronot da da bunu fark edebilir. Düşünce aşamasında tamamen pratik, tamamen anlaşılabilir bir şeyden bahsediyoruz: İnsan yok! Bu insanın yeniden tanımlanmasıdır bir bakıma. Bir olmayan üzerinden tanımlanması (Ama Hegelci bir “olmayan” değil bu kesinlikle. Şu an için “var olmayan” bir tarihsellik içinde kendini tamamlayacak ve var edecek insandan bahseder Hegel, biz burada öteki Alman’a güvenip “zaten-olmayan insan”ın tanımına giriyoruz)


Evet, tanı yaklaşık 250 yıl önce kondu, şimdi bunu fark-etme üzerinden, bir üretim biçimine dönüştürme zamanı. Coen kardeşler, Antonioni ve Resnais’nin bazı filmlerini, Francis Bacon’un resimlerini ya da Saul Bellow, Nabokov, Philip Roth ve Kafka’nın kitaplarını biraz da bu gözle değerlendirirsek biz de bu fark-ediş’e erişip mutlu geceler yaşayabiliriz.

20 Aralık 2013 Cuma

Kinema Haber Güm (1) - Sen Ne Güzel Ekipsin Urban Olduğum




Paris’te bir takım adamlar tuhaf şeyler yapıyorlar.

Aslında bunu uzun süredir yapıyorlar da yeni yeni popüler olmaya başladılar. 30 kişi ile yola çıkan “Urban Experiment” adındaki sanat eserlerini koruma timi yaklaşık bir yıllık çalışmanın ardından Paris Belediyesinin bodrumunda bulunan “Paris Yeraltı Haritası”nı çaldıklarında ilk büyük eylemlerini de gerçekleştirmiş oldular.

Bu eylemin ardından Urban ekibi, Paris’in bütün yeraltı kanallarını, bölgelerini teker teker ele geçirip orada çeşitli etkinlikler yapmaya başladılar. Yaptıkları eylemlerden biri de “Yeraltı Film Gösterimleri” adını taşıyor. Herhalde adının hakkını veren tek oluşum olan “Yeraltı Film Gösterimleri” Urban üyelerinin film üzerine konuşması ardından da bütün teçhizatı toplayıp ortalıktan kaybolmasıyla sona eriyor.




Urban’ın “Koruyucu Tim” özelliği ise çeşitli sanat eserlerini müzelerden çalıp, yeraltında onardıktan sonra tekrar yerine koymasıyla gerçekleşiyor. Aralarında paha biçilmez tabloların da bulunduğu bazı eserleri (Rembrandt ya da Schiele eserleri de bunlara dâhil) yine yeraltından bir şekilde girdikleri müzelerden çalıyorlar, daha sonra birkaç hafta boyunca bu eserlere gerekli onarım ve restorasyonu yaptıktan sonra geri yerine koyuyorlar.

Urban’ın asıl amacı bu eserlerin bulunduğu müzelerin güvenlik zafiyetini gündeme getirmek. Bazen girdikleri müze ya da sanat evlerine güvenliği nasıl daha sıkı hale getireceklerine dair öneri yazıları bırakıyorlar. Grubun bazı üyeleri bu eylemler sırasında gözaltına alınmış olsa da, ortaya çıkan popülerlik ve ekibe duyulan saygı ve sevginin de etkisiyle hiçbir gözaltı hukuki bir boyuta taşınmamış.

Restore edilen bazı eserler


Kimilerine göre “elit sanat sevicileri” olan, kimilerine göre de 21. yüzyılın gizli sanat kahramanları olan Urban üyeleri bugün eskiye nazaran daha az eylemde bulunsalar da çok özel bir konumda bulunmaya devam ediyorlar.


Yaratıcı eylem biçimleri üzerine yeniden düşünmeye sevk eden bu oluşum bulundukları siyasi konjonktürde “cesur” davranabilme rahatlığına da sahipler (Yani, Demokratik ve Sanatsever Fransız toplumu “cesur” olmaya elverişli bir ülke yaratmıştır demek istiyorum). Ama benzer muasır medeniyet seviyesine henüz ulaşamamış ülkelerde (Örneğin Türkiye Muz Cumhuriyeti’nde) böyle bir tim olsaydı sonuçları ne olurdu o da ayrıca tartışılması gereken bir konu. Biz şimdilik Urban’ı uzaktan sevmeye devam edeceğiz gibi görünüyor.

19 Aralık 2013 Perşembe

Bana Bir Masal Anlat Derek İçinde Caravaggio Olsun




Uyarlama Sanatın Ekmeği

Ressam, yazar ya da şairlerin hayatlarını film yapmak çoğu zaman sıkıcıdır. Çünkü yaptığınız şey -genelde- o insanın başından geçenleri sine-hikâyeleştirme çabasıdır. Bu çabada ön plana çıkan şey, hakkında film yapılan sanatçının sinema üzerinden yeniden yüceltilmesi ya da sadece, basit şekilde, neredeyse eğitim amaçlı olarak, hayatının anlatılmasıdır.

Burada unutulan nokta ise sinemanın da bir sanat olduğu gerçeğidir. Bir yönetmen sinematografi oluşturma gerekliliğini bir kenara bırakıp, sinemayı araçsal bir hale getirdiği takdirde sinemadan ziyade uyarlama sanat yapmış olur. Ressam ya da edebiyatçıların hayatlarını anlatma görevi sinemacıdan çok biyografi yazarının meselesidir. Bu biyografiyi sinema üzerinden oluşturmak kolaylaştırıcıdan başka bir şey değildir. Bir yazarın hayatını anlatan biyografi kitabından önce bu konuda yapılmış bir film aranıyorsa, bunun sebebi sinematograf olmayı başaramamış yönetmenlerin kolaycılığıdır.

Öpmek Caravaggio’yu Derek ile Öpmek

Derek Jarman uyarlama sanattan kaçınan bir yönetmen. Onun “biyografik” filmleri yukarıda bahsettiğimiz kolaycılığa kaçmaz. Mesela Caravaggio hakkında bir film yaparken onun hayatını anlatmak yerine onun hayatından yola çıkmayı tercih eder. Bu tercihin sebebi ise Caravaggio’nun resmine yaklaşmak. Derek Jarman elindeki bir başka sanat olan sinemayla yani kendi eylem düzeneğiyle Caravaggio’ya yaklaşıp onu öpmeyi yani anlatmayı deniyor. Neredeyse bütün sahneleri Caravaggio’nun sahnelerine benzeterek kuruyor. Aynı ışığı yakalamaya çalışıyor, Caravaggio’nun 400 yıl önceki modelleriyle kendi modellerini (oyuncularını) birbirine yaklaştırıyor ve ortak bir zeminde özdeşleşmesini sağlıyor. Ortak zemin ise Sinema ve Resim arasında bir farkın kalmadığı içkin bir alanı mesken tutuyor.

Orijinal Caravaggio (Konser-1595)

Derek Jarman, Caravaggio 1986


Caravaggio’nun Medeni Hali Bekârdır

Caravaggio kendi resminden neşet eden “Tenebrizm” akımının öncüsüdür. Tabii ki Caravaggio yaşarken böyle bir akım başlatıp onun öncüsü olmamıştır. Sanat Tarihçileri Caravaggio’dan sonra, onun gibi, ışık kullanımını resmin en önemli meselesi haline getiren ve somut şiddeti olabildiğince gerçekçi yansıtan resimleri “Tenebrizm” akımının bir parçası olarak adlandırmıştır. (Tenebrizm akımının diğer adı da “Caravaggioculuk” gibi bir şey zaten)

Caravaggio (Asıl ismi: Michelangelo Merisi’dir)  ne zaman öldüğü ve nasıl öldüğü kesin olarak bilinen bir ressam değil. Hayatı hakkında da kesin olarak bildiğimiz şeyler sınırlı. Bildiklerimiz arasında, memleketi Milano’da bir memuru yaraladığı, bu olayın ardından Roma’ya kaçtığı; fakat Roma’da yine bir kavgaya karışıp yanlışlıkla genç bir adamı öldürdüğü, bu olayın ardından ise Napoli’ye, oradan da Malta’ya kaçtığı ama Malta’da da rahat durmayıp bir şövalyeyi yaraladığı için zindana atıldığı ve Malta Şövalyeleri tarikatinden kovulduğu gibi bilgiler var. Bu bilgiler ışığında Caravaggio’nun resmine yansıyan şiddetin kendi yaşam tarzına da bire bir uyduğu gibi bir çıkarım yapabiliriz. Yeterince “rahatsız” bir karakter olan Caravaggio böyle bakıldığında tam da filmi yapılacak ya da belgeseli çekilecek bir sanatçı özellikleri barındırıyor. Ama bu filmler ya da belgeseller içinde bu maceralı hayatın ekmeğini yemeye kalkışmayan, Caravaggio’nun hayatın da sanatını da bir başka sanat eserine dönüştürebilen tek adam Derek Jarman’dır.



İlahi Derek, Ölme Emi

Derek Jarman “Caravaggio” (1986) adlı filminde, Caravaggio’nun bütün hayatını kesitler halinde karşımıza getiriyor. Film içinde Caravaggio’nun resme nasıl başladığını da, klise ile yaşadığı gerginlikleri de, zor şartlar altında geçirdiği ömrünün son günlerini de kesitler halinde anlatıyor. Fakat Derek Jarman tek tek bu meselelere girmek yerine 3-5 dakikalığına bu meselelere değinip geçiyor. Zaten filmde de kronolojik bir durum yok. Bir sahnede ölüm döşeğinde gördüğümüz Caravaggio’yu bir sonraki sahnede gençliğinde yaptığı ilk resimlerin düşünce aşamasındayken görebiliyoruz. Film bu haliyle dağınık bir yapıya sahip olabilirdi. Ama Jarman ipleri elden bırakmayıp homojen bir yapı kurmak için tek bir dramatik yapı ouşturuyor. Bu dramatik yapının temeline ise Caravaggio’nun modelleriyle kurduğu ilişkileri koyuyor. Bu ilişkiler bazen Caravaggio’nun güç odağı olduğu, bazen de çok güçsüz bir konumda kaldığı durumlarla filme yansıyor. Her modeliyle yakından ilgilenen Caravaggio bir taraftan onlara hayran olurken bir taraftan da modellerini aşağılamayı ihmal etmiyor. (Caravaggio’nun dengesizliği için bkz: “Caravaggio’nun medeni hali bekârdır” )




Tilda Swinton’la Ciddi Düşünmek

Caravaggio’nun modelleri içinde en çok ön plana çıkan ise ünlü Bakire Meryem tablosunun modelliğini yapan Lena (Tilda Swinton) oluyor. Caravaggio bu tabloyu yaptığında bir infial yaşanıyor zira Caravaggio’nun Bakire Meryem tablosunda model olarak kullandığı kadının zamanının en önemli fahişelerinden biri olduğu ortaya çıkıyor. Bu nedenle de Caravaggio kliseden bir kere daha kovulup hayatının son günlerine yaklaşıyor.

Filmde bu fahişeyi Tilda Swinton canlandırıyor. Fakat Jarman filmde Lena’yı bir fahişe gibi sunmak yerine Caravaggio’nun da âşık olduğu ve en sonunda bir kıskançlık cinayetine kurban giden bir kadın olarak sunuyor.

Ama bence asıl infial Tilda Swinton ile çıkmalı. Asıl onu yakmalı. Derek Jarman Caravaggio’ya yaklaşayım derken yanlışlıkla onu aşıyor sanki. Bunun nedeni de Muhteşem Swinton. Tilda filmde göründüğü her sahnede her an biraz daha büyüyor. Bir resim modeli olarak da bir sinema sembolü olarak da 80’li yıllara “Al ulan al işte” diyerek damga vuruyor.

Derek canım Jarman yavaş yavaş gösterdiği her Swinton’lı sahnede adeta onu kutsuyor. Bunun bir benzerini sadece Godard, Vivre Sa Vie filminde Anna Karina’ya yapmıştı. Ama Godard Karina’ya zaten aşıktı. Bu yüzden bu “yüceltme” normal karşılanabilir. Ama Jarman bildiğim kadarıyla Tilda’ya aşık değildi (Eşcinseldir Derek Jarman. Ha yine de aşık olmuş olabilir cinsiyet falan yalan da, zannetmiyorum işte).

Tilda Swinton, Bakire Meryem


Bakire Meryem, Caravaggio



Biliyor musun Kollarım Yokmuş ya da Dedem, Caravaggio ve Ben

Caravaggio, Avangard Sanat şu bu derken epeyi eskimiş, yaptığı resim de nostaljikleşmiştir. Resimleri Pop ürünler olarak pazarlanmaktadır. Ha 400 yıl önce ölmüş, ne suçu var adamın diyeceksin belki, sen de haklısın. Ama olan budur, elinde dondurmayla gezen bebeler bile “Evet ya, Caravaggio” der ve onu beğenir. Beğenilmesi kolay bir resimdir Caravaggio resmi. Ama işte yenidir de. O yüzden de 400 yıl sonra kısmen “yılışık” bir sevgiyle de olsa sevilmektedir. Ame Derek Jarman’ın Caravaggio’su bir anlamda ressamın da şansıdır. Çünkü ona yaklaşmanın en güzel biçimini bulmuş ve bir anlamda Caravaggio’yu güncellemiştir Jarman.


En çok kolları severmiş Caravaggio. Bunu ben söylüyorum. Kollar hep fazlalık gibidir Caravaggio’nun resminde. O yüzden kolları hep bir yere doğru güçsüzce uzanmış ya da ölmüş bir insanın kolları olarak resmeder. Caravaggio’nun sevdiği kollar varmış. Ama benim kollarım yokmuş. Dedem Caravaggio ve ben. Jarman Aids’ten, Caravaggio ise Sıtma ya da frengiden ölmüş. Bir hastalık gelmiş yani. Hastalık. Ben de hastalığımı keşfettim sonunda: Kollarım yokmuş. O yüzden sarılmıyorum. Bulaşır bunlar. Bana sarıldığın için bağışla Derek. Sen de bağışla kadın, Tilda. 

11 Aralık 2013 Çarşamba

Andy Botwin: Bir Giriş




Weeds anti-ahlâki diyebileceğimiz bir noktadan hareket eden bir diziydi. 8 sezon boyunca olup bitenlerin hemen hepsi toplumsal ahlâkın sınırları içinde “aykırı” sayılabilecek yerlere temas ediyordu. Eşcinsellik, uyuşturucular, ensest, çocuk cinselliği gibi bir sürü şeyi çok da hassasiyet göstermeden karşımıza getiren Weeds, ahlâk denen şeyin kabul edilmiş normlardan ziyade vicdani bir şey olduğuna dair mesaj veriyordu diyebiliriz.

Kocası öldükten sonra geçimini ot satarak sağlamaya başlayan Nancy Botwin etrafında şekillenen hikâye bir sürü yan karakter ve bir sürü macera üzerinden toplamda 8 sezona kadar yayıldı. Dizinin her sezonunda karakterler hızla değişirken yerini koruyan beş karakter bütün maceraların esas kişileri olarak dikkat çektiler: Nancy, oğulları Silas ve Shane, ailenin amcası Andy Botwin ve yine ailenin bir parçası diyebileceğimiz yüce insan, müthiş guru Doug Wilson (Doug Wilson, başka bir yazıyı hak ettiği için burada onun bölümünü kısa kesiyorum).

Weeds’in güçlü bir kadın karakter ve ona bağlı dört erkekten mürekkep bir konusu olduğunu söylersek dizinin dramatik yapısını da özetlemiş oluruz. Bu dört erkek karakter içinde neredeyse 10 yılını Nancy’e ve Botwin ailesine harcayan Andy Botwin, yaşadığı talihsizliklerin de etkisiyle bir adım öne çıkıyor.




Andy Botwin nasıl bir adamdır derseniz başarısız, işe yaramaz, keş gibi sıfatlara ulaşabilirsiniz. Ama biraz daha derine indiğimizde ona bir karakter dememizi sağlayan başka özelliklerle karşılaşabiliriz. Andy Botwin hayatta neredeyse hiçbir şey yapmamış bir adamdır. Yemek yapma konusundaki yeteneği haricinde hiçbir mesleki kabiliyeti de yoktur. Maceraları arasında üç parmaklı ayağı sayesinde başladığı porno macerasından tutun da, yanlışlıkla orduya yazılmaya kadar bir sürü şey vardır. Ayrıca 8 sezon boyunca 50’ye yakın kadınla da beraber olmuştur.

Ama Andy’nin bütün bu özellikleri bir şekilde Nancy Botwin ile alakalıdır. Çünkü Andy ne zaman bir şey olmak istese ya da ne zaman kalkıp bir yere gitmek istese onu bir şekilde yanında tutan Nancy Botwin’den muzdariptir. Andy’nin güçsüzlüğü hayattaki başarısızlığıyla ya da diğer insanlarla olan ilişkilerinde değil sadece ve sadece Nancy karşısında ortaya çıkar. Dönüp dolaşıp yine Nancy’e sığınması ve ondan hiç kurtulamaması Andy’nin de karakterine dönüşür. 40’lı yaşlarında bile fazlasıyla “çocuksu” davranmasının nedeni gelişememesi ya da öğrenememesi değil, Nancy’nin güçlü karakteridir. 8 sezon boyunca Nancy’i sağmaktan tutun onun Meksi –Amerikalı çocuğunu yetiştirmeye kadar bir sürü şeyle uğraşan ve aslında hiç de böyle şeylerle uğraşacak bir adam olmayan Andy’i ne yaptığı evlilik, ne de uzun süre ilişki yaşadığı kadınlar Nancy’nin gazabından kurtaramaz.



Andy Botwin’in bizim ülkemizde tam bir karşılığı yoktur. Erkeklik figürünün çok ağır ama bomboş olduğu Türkiye’de “Afili Filintalar” edebiyatının ya da Leyla ile Mecnun’un tutma sebebi de budur. Bir kadının yarattığı keder, erkekçe çekilen bir acıyla karşımıza gelir bu dizilerde. Evet, bu karakterler de zayıftır ama bunun nedeni tek bir kadından ziyade genel olarak kadın denen şeyin aşktan anlamaması olarak gösterilir. Leyla ile Mecnun ya da şu yeni Ben de Özledim dizisinin karakterleri mevcut “güçlü” Türk erkeği tanımını tersine çevirmiş olsa da, ortaya çıkan yeni model de yeni bir fark yaratmıyor maalesef. “Büyüyememiş çocuklar”ın onları bir türlü anlamayan ya da sevmeyen kadınlara tutulması ve acı çekmesi, denizin dibinde falan acı çekmesi üzerine kurulan bu yeni model son tahlilde o kadar da orijinal durmuyor.

Ama Andy Botwin klasik bir erkek değildir. Onun kadınlarla arası iyidir aslında ama işte tek bir kadının gücüne kendini kaptırdığı için o da acı çekmektedir. Ama bunu yaşarken başka kadınlarla takılmayı ya da hayatta bir şey yapmamayı da becermektedir. Ha yapmak istediğinde de zaten bir şekilde Nancy tarafından engellenmektedir. Klasik erkek ile Andy arasındaki fark da kurulan ilişki modellerinde ortaya çıkar Zira Andy bir erkekle de birlikte olur ya da ne bileyim sevgilisinin fantezisi üzerine (Yael) kıçına takma bir penis girmesine de izin verir. Onun bu “ahlaksızlığı” bir anlamda Nancy’e duyduğu aşkın maskulenleşmesini de engeller. Bu anlamda sevgili dostlar Andy, Nancy’e gerçekten âşıktır. Çünkü o her şeyi yapmasına, her şeyi “tatmasına” rağmen hatta erkekliğinden bile vazgeçmesine rağmen Nancy’e bağlılığını sürdürür. Böylece Andy’nin Nancy’e karşı hissettiği şey cinsiyet bağlamından uzaklaşıp bir saflık kazanır. Ha bunun tek yolu sürekli başkalarıyla takılmak ya da erkeklikten kurtulmak değildir tabi. Ama Andy’nin seçtiği yol ya da yöntem budur. Ama bizim dizilerde erkek kalmak, erkek gibi sevmek çok mühim olduğu için arkaya Leyla The Band şarkıları koyup denizin dibine dalmak aşkın görsel kodları olarak sunulabiliyor. Bu da dediğim gibi o kadar da yeni değil basbaya klişe duruyor.


Andy’nin saflığından da bahsetmemiz lazım. Öyle ki Nancy’e aşık olduğunu bile dördüncü sezonun finalinde idrak ediyor. Doug Wilson ile yaptığı bir konuşma sırasında nerdeyse suçlanır gibi bu ithamla karşılaşıyor. Daha sonraki dört sezon boyunca bir türlü Nancy’den ayrılamasa da en azından bu bölümde neden Nancy’den ayrılamadığını idrak ediyor.



Andy’nin dizinin finalindeki durumu ise bir sütten kesilme hali olarak okunabilir. En sonunda Nancy’den kurtulduğunda, yaptığı ilk şey kaçmak oluyor. Kendine yeni bir hayat kurmak için doğup büyüdüğü yere dönüyor ve klişe belki ama “büyüyor.” Bunları da 40’lı yaşlarında ancak başarıyor. Aradan yıllar geçip yeniden Nancy ile buluştuğunda ise aynı tuzağa düşmeyip ufak tefek de olsa güzel olan hayatını bozmuyor. Ve belki de ilk kez “Andy Botwin” oluyor.

Dizinin bir yerinde Andy, Nancy’e birlikte yaşamaları için ısrar ederken şöyle diyor: “Evet ben Andy’im, ama senin için daha fazlası olabilirim.” Dizinin finalinde daha fazlası olmayı başarıyor. Ama bunu ancak Nancy’den kurtulduktan sonra başaracağını anlaması yaklaşık 10 yıl alıyor.



Andy Botwin’i dizi boyunca sadece Nancy’e indirgeyerek düşünmek bir bakış açısı tabii ki. Nancy dışında da dizinin komedi yönüne katkıda bulunan bir sürü olayı oluyor Andy’nin. Ama dediğim gibi onu bir karakter olarak ele alırken Nancy’den azade düşünmek imkânsız. Nancy bir taraftan Andy’e evini açarken, onun yiyeceğini içeceğini efendime söyleyim yatacağı yeri, yani her türlü masrafını karşılarken bir taraftan da onu tahakkümü altına almayı ihmal etmiyor. Aslında Nancy kendi çocuklarından çok Andy’e söz geçirmeyi başarıyor ve biraz da bu yüzden her türlü pis işe onu sürüyor. Bazen Meksika’da bir çölde onu yalnız bırakıyor bazen de Andy’i terk edip Meksi-Amerikalı çocuğunun babasına gidiyor. Andy ise bütün bunların sonunda, en sonunda, bir şekilde özgürlüğüne kavuşuyor. Küçük de olsa huzurlu bir hayatı oluyor.



Sezonlar boyunca sürekli dibe vurup geri çıkan, bir türlü hayatta kendini konumlandıramayan ve bütün bunlardan müthiş bir mizah potansiyeli yaratan Andy Botwin karakteri bugün daha çok “yakışıklı sempatik erkek” boyutunda inceleniyor maalesef. Forumlarda, sözlüklerde şurda burada daha çok Andy Botwin karakterini canlandıran Justin Kirk’ün yakışıklılığından, işte seksiliğinden falan bahsediliyor. Bunlar da doğru elbette. Ama yetersiz. Bu yazı da biraz bu yetersizlik sebebiyle yazıldı zaten. Önemli mi? Tabii ki değil. Ama şöyle de bir şey var: I have the power.




8 Aralık 2013 Pazar

Öyle Deme Rusluk da Zor





Şöyle bir söz var “Rusya’da zaman yavaş akar.” Bunu Rusya’ya gitmesek de Rus filmlerinden az çok anlayabiliriz. İşte Tarkovski olsun Sokurov olsun zaman ile tuhaf ilişkiler kurmuş hatta bazen onu ortadan kaldırmış yönetmenlerdir. Ama bugün bahsedeceğim film biraz daha farklı, biraz daha uç bir noktada duruyor.

Film, sevgili dostlar 1992 yapımı Papa Umer Ded Moroz (Babacığım Noel Baba Öldü). Filmi izledikten sonra kendi kendime şöyle bir cümle kurdum: Rusluk çok zor lan. Hakkaten öyle. Bir kere karşımızdaki film, öyle geç karşısına güzel güzel izle, zaman geçsin filmi değil. Hatta bilakis bir türlü geçmeyen ve içinde anlaşılabilir hiçbir şey olmayan bir film. Konusunu sorsanız derim ki, bir bilim adamı var, bir sebepten kır farelerini araştırmak için taşradaki bir kasabaya, kuzeninin yanına gidiyor ve orada bir takım tuhaf şeyler yaşıyor.

Ama bu tuhaf şeyler de öyle Amerikan filmlerindeki gibi tuhaf şeyler değil. Kendi aralarında güreşen adamlar mı dersin, erkek erkeğe yıkanan ve birbirini elleye adamlar mı dersin, büyükbaba torun arasındaki “öpme” üzerinden şekillenen ilişkiler mi dersin, bir sürü şey var. Hah, ama bir de şöyle bir şey var ki bu dediklerim aslında filmde “olmuyor.” Çünkü filmin büyük bölümü sessiz bakışmalar, uyku ve uyanıklıklardan oluşuyor. Filmin grenli-anti estetik görüntüleri de sizi yordukça yoruyor.







Peki ben yine de bu filmin neden başyapıt olduğunu düşünüyorum? Çünkü, sevgili dostlar bu film sinema-zaman ilişkisi özelinde çok eşsiz bir yerde duruyor. Filmde zamanın sunuluşu alışılagelmiş “geçen” bir şey olarak değil durağan bir şey olarak karşımıza geliyor. Filmin yavaşlığı bir yerden sonra başka bir zaman tanımına dönüşüyor. Geçip giden bir zaman yerine, neredeyse duran ve bir hareket arz etmeyen bir zaman kavramı ortaya çıkıyor. Bu genel izleyicide “sıkıcı” film algısını yaratan şeydir. Ama minimalist bir şeyden de bahsetmiyorum. Çünkü minimalist sinemada zamanın saflığına ulaşma arzusu vardır. Ama karşımızdaki filmde bizatihi zamanı yeniden konumlandıran, değiştiren ve nihayetinde durduran bir durum söz konusu. Filmin “akışı”, dramatik yapı itibariyle Beckett’i, aksiyonu itibariyle de Kafka’yı hatırlatıyor. Aslında filmde gerçekten de bir şey olmuyor, zaman mefhumu da o yüzden tuhaflaşıyor.

Şimdi bu Rusya dediğimiz ülke öyle diğer ülkelere benzemez. Çünkü Rusya dediğimiz şey aslen bir boşluktur. Coğrafi açıdan yerleşim yerlerinin oluşturduğu alan yüz ölçümünün sadece %16’lık kesimini kapsar. Geriye kalan %84 tamamen çorak araziler, ormanlar, buz denizleri ve sürekli kar yağan bazı dağlar, ovalardır. İnsan denen şey bu büyüklük içinde hiçbir önemli noktayı teşkil etmez. İşte bu yüzden Rusya’da dünya bildiğimiz dünya değildir. O koskoca boşlukta zamanın akışı da ne Avrupa ne Amerika ne de başka bir yerdeki gibi olmaz. Soğuk ve boş, Rusya budur. İşte bunu bir bilim-kurgu formatında da olsa bütün gerçekliğiyle ortaya koyan az sayıdaki eserden biri de Papa Umer Ded Moroz’dur.


Filmin alt metnine baktığımızda elbette Sovyet sonrası ortada kalan bir sürü kimyasalın yarattığı tedirginliği bulabiliriz. Film içinde diyalog namına bir şey olmadığı için, sözlü olarak duyduğumuz yegane şeylerden biri, bir radyodan yapılan köstebek uyarısı oluyor. Köstebeklerin tarım alanlarını yok ettiği ve onlara karşı üretilen bir kimyasalın bitkilere değilse de insanlara karşı zararlı olduğu falan söyleniyor. Biz de böylece bütün o tuhaf davranışların sebebinin belki de o kimyasal olduğu çıkarımını yapabiliyoruz. Fakat işin siyasi boyutu bir tarafa, filmi saran endişenin Kafka’yı hatırlatan kasveti, geçmeyen zamanın da, sona eren hareketin de alâmetifarikasına dönüşüyor.


Özneden bağımsız bir zaman yoktur sevgili dostlar. Şimdi çeşitli filozoflar ya da yazarlardan size bunu kanıtlayacak bir sürü argüman sunabilirim. Fakat sunmak istemiyorum, sadece bana inanmanızı istiyorum. Zaman bazı güçlerin elinde yönlendirici bir konum için kullanılmıştır. Sabah – Öğle – Akşam gibi şeyler bundan yaklaşık 3000 yıl önce ortaya çıkmış şeylerdir. Günlerin saatlere bölünmesi, 24 saat anlayışı da Arkaik dönemden itibaren yaygınlaşmaya başlamıştır. Bugün ise zaman “kullanılabilir” bir noktaya gelmiştir. Düşünelim şu sözleri: “Zamanını boşa harcama” “Zamanını iyi kullan” “Zaman gelip geçiyor dikkat et bak” “Zaman kötü..” İşte tüm bu laflar yönlendirilmiş ve hükme alınmış zamanın sancılarıdır. Sorsanız mesela Hangi zaman? Diye hiçbir şey diyemezler. Hakkaten de bak hangi zaman? Bu zamanı zaten sen yaratmışsın, onu bölmüş, ne bileyim “iş hayatı” mefhumuna özdeş kılmışsın. Zamanın “bulunabilir” olmasını bile sağlamışsın. (2000’li yıllarda en sık kurulan cümle: Zaman bulamadım). Kısacası bütün bunlar yalan dostlar. Göte geliyosunuz haberiniz olsun.


Filme dönecek olursak, film Rusya’da gösterime girdi mi onu bilmiyorum. Hatta bu filmi toplamda 40 kişiden fazla insan izlemiş midir onu da bilmiyorum. Ben filmi bir tesadüf eseri bulduğum için yönetmen şu bu hakkında da çok bir şey bilmiyorum. Sadece gece 2 sularında “Ben bu filmi ne diye indirmişim acaba” diye açınca tanık oldum filme. Aslında şöyle oldu, tam yatmak için hazırlanıyordum ki, şöyle karanlık, abuk sabuk bir filmle kendime çeşitli kötülükler edeyim diye film klasörüne baktım ve anında bu filmi buldum. ışığı kapatıp izleyince de amaçladığım şeye ulaştım. Film bittiğinde saat 3:30 olmuştu ve kendi kendime ikinci bir cümle kurarak “Ben niye böyle şeyler yapıyom lan” dedim. Ama bütün bunlar, dediğim gibi filmin çok iyi olmasını engellemiyor. Siz de gece sularında, ışıkları kapatıp izlerseniz, hayatı ve zamanı sorgulayabilir, kendi kendinize “Bu dünya yani şimdi..” gibi şeyler söyleyebilirsiniz. Ya da hiç izlemezsiniz. İşte bu çok daha ilginç bir dünya olur.