7 Nisan 2014 Pazartesi

Sana Söz Yine Baharlar Gelecek




Aslında bir sürü film izledim. Ama içimden hiç yazmak gelmiyor ve bunu yazmak istiyorum.  Bu son dönem filmlerinin hemen hepsini beğendim diyebilirim. Hani Her’den tut, Nebraska’ya, Inside Llewyn Davis’ten tut, Only Lovers Left Alive’a kadar. Ama izlediklerim içinde yine 70’lerde yapılmış bir Fransız filmine kocaman kollarımla sarıldım. Bertrand Blier’in şahane başyapıtı Mendillerinizi Çıkarın. (Préparez Vos Mouchoirs) Ne yalan söyleyeyim, tek başına bu film 2013’ün tüm filmlerini bir kalemde harcar. Ama bunu yazmak istemiyorum.

Hayatımı Doğan Hızlan gibi yaşadığım günler oluyor. Kitaplarım ve ben durumu. Alman pastası çok acayip bir şey. Bunu yiyebilirsiniz mesela. Ya da yemezsiniz. Cuma günleri şehirde bir tur atıp, Saul Bellow’un bir kitabına sahip olabilirsiniz. Bu kitabı alıp bir pastaneye oturur, bir Alman pastası bir tane de donut söyler, yanında da güzel bir kahve içebilirsiniz. Bir Selim İleri, bir Doğan Hızlan hayatı değil bu. Öyle görünse de değil. Benim bu. Anlıyor musunuz, ben.

Zengin ya da entelektüel gibi yaşamayı çok iyi bilirim. Bütün kurallara uyar, kenti dolaşıp adeta edebi çıkarımlar yapabilirim. Yeni romanı üzerine düşünen sıkıntılı bir yazar gibi denize bakabilir, şiiri bırakmayı düşünen, ülkesine kırgın bir şair gibi davranabilirim. Ama akşam eve dönüp Survivor’ı izlediğimde yeniden kendi hayatıma dönerim.

Hayatımın en bunalımlı olması gereken dönemini yaşıyorum. Hiçbir şey yapmadan dolaşıyor, ders çalışmak ya da iş bulmak gibi şeyleri bir kenara bırakıp yazı falan yazıyorum. Yazlıklara gidip edebi yürüyüşler yapıyorum. Denize falan bakıp hiçbir şey düşünmüyorum. İşte bu gerçek. Eskiden olsa bir kadın ya da başka bir şeyi düşüneceğim yerlerde deniz ne güzel ya su falan diyorum. Bu hayat hep boştu. Orası kesin. Ama bu düşünceye kapılıp karanlığa doğru uzaklaşırken, aniden aklıma Liverpool geliyor. Maçlara bir gün kala heyecanlanmaya başlıyorum. Bazen sırf bir şey yapmış olmak için sabah saat 8’de kalkıp Paris Maratonu izliyorum.

Şöyle de bir şey var, bir süredir çocukken izleyip sevdiğim filmlere yeniden bakıyorum ve hiç beklemediğim sonuçlarla karşılaşıyorum. Mesela bir Pazar sabahı Trt 1’de izlediğim Bu Ev Satışa Çıkarılmıştır'ın (This Property Is Condemned) hala çok güzel bir film olduğunu düşünüyorum. Bir şeyleri artık hiç özlememek depresyon belirtisi mi yoksa iyi bir şey mi diye düşünmeden sadece o gün ne yapacağıma odaklanıyorum. Hayatım iki metrekare. Yine de uzaklardan, ama çok uzaklardan birileri girebiliyor içine. Anlamasam da, kabul ediyorum.

Geçtiğimiz günlerde, yine bir sabah vakti balkondan arsalara ve insanlara bakarken, kendimle ilgili bir tespit yaptım. Sanırım bu hayatımın tespitiydi. O yüzden bundan sonra bu şiarı benimseyerek yoluma devam edeceğim: Ben mutluyken hiç mutlu olamıyorum. Bazı şeyleri kabul etmek lazım. Bunu yolları aşıp yanıma gelen arkadaşa da söyledim bir başka arkadaşa da. Başarısız evliliklerin nedeni başarısız hayatlardır. Biraz da bu sebeple aslında bütün boşanmaların nedeni evlenmektir.

Hayatta her şeyi bir kere dene diyen insanlara bir tavsiyem var: Bi siktirip gidin. Mesela insan kafasını bir atın kıçına sokmayı da bu “her şeyi dene” kapsamına alabilir. Bunun hoş sonuçlar doğuracağını kim iddia ediyor peki? Çok salaksınız lan. Yaşadığım ülke yansa üstüne bir bardak su dökmem. Süper küfürler öğrendim. Onlar bu tip durumlara iyi eşlik ediyor. Mesela şey var;  Hepinizin ecdadını feryadına katar sikerim. Müthiş bence.

Çok başarısız seyahatler gerçekleştiriyorum. İzmir için yaptığım seferlerin tamamı başarısızlıkla sonuçlandı. Üç gün diye gidip bir gün ya da bir ay diye gidip on gün kalabiliyorum en fazla. Ama Kamil Koç’u beğendim. Yolda maç izleme keyfini yaşadım hayatımda ilk kez. Zirveyi yakından ilgilendiren mücadeleleri takip ettim.

Kimseyle görüşmesem de acayip bir çevrem var. Çocukken ya da gençken televizyonda izlediğim, gazetelerde yazılarını takip ettiğim insanlarla ortak bir oluşumun parçası oldum. Ben bir şey yazdığımda cevap yazıyorlar falan. Bana tavsiyeler verip bir şeyler söylüyorlar, yazıyoruz birlikte vs. 5 yıl önce olsa acayip hava atıp, övüneceğim şeylerdi bunlar. Kitabımı basması gereken yayınevine bir taslak yollamak yerine Facebook’ta durum güncellemeleri beğeniyorum. Hakkımda iyi bir şey söyleyenlere en fazla “sağ olasın” diyebiliyorum. İşin kötüsü şu “yazdığım” dönemlerde aslında hiçbir şey yazmıyorum. Her şey iki yıl geriden geliyor.

Olgun ilişkiler çağımın başında bazı insanlar bulmuştum. 2013’ün sonlarında başlayıp 2014 başlarında devam eden aynı yastığa baş koymalar artık başka bir noktada. En güzel ilişki tarafların görüşmediği bir ilişkiymiş. İşte benim olgun ilişki tanımım. Eskişehir denemem başarısızlıkla sonuçlansa da son aylarda bu kez İstanbul üzerinden başlayan ikinci akınım olumlu yönde sinyaller veriyor. Ne olup bitecek hiçbir fikrim yok. Ama müthiş bir şey görüşmeyen insanların kurduğu “ilişkiler.” Hayatımın geri kalanını bu tip ilişkilere harcayabilirim sanırım.


Geçen sene ilkbaharı kaçırmıştık. Yaz bitene kadar da hiçbir şeyi anlamamıştık. Sonra yine kış gelmiş lan ne alaka derken yağmurlar ve karlarla mücadele etmiştik. Şimdi gene bahar geldi. Bu böyle sürüp gidecek gibi görünüyor. Sürsün. Hayat zaten en fazla bir ömür sürüyor.