Aslında bir sürü film izledim. Ama içimden hiç yazmak gelmiyor ve bunu yazmak istiyorum. Bu son dönem filmlerinin hemen hepsini beğendim diyebilirim. Hani Her’den tut, Nebraska’ya, Inside Llewyn Davis’ten tut, Only Lovers Left Alive’a kadar. Ama izlediklerim içinde yine 70’lerde yapılmış bir Fransız filmine kocaman kollarımla sarıldım. Bertrand Blier’in şahane başyapıtı Mendillerinizi Çıkarın. (Préparez Vos Mouchoirs) Ne yalan söyleyeyim, tek başına bu film 2013’ün tüm filmlerini bir kalemde harcar. Ama bunu yazmak istemiyorum.
Hayatımı Doğan
Hızlan gibi yaşadığım günler oluyor. Kitaplarım ve ben durumu. Alman pastası
çok acayip bir şey. Bunu yiyebilirsiniz mesela. Ya da yemezsiniz. Cuma günleri
şehirde bir tur atıp, Saul Bellow’un bir kitabına sahip olabilirsiniz. Bu
kitabı alıp bir pastaneye oturur, bir Alman pastası bir tane de donut söyler,
yanında da güzel bir kahve içebilirsiniz. Bir Selim İleri, bir Doğan Hızlan
hayatı değil bu. Öyle görünse de değil. Benim bu. Anlıyor musunuz, ben.
Zengin ya da
entelektüel gibi yaşamayı çok iyi bilirim. Bütün kurallara uyar, kenti dolaşıp
adeta edebi çıkarımlar yapabilirim. Yeni romanı üzerine düşünen sıkıntılı bir
yazar gibi denize bakabilir, şiiri bırakmayı düşünen, ülkesine kırgın bir şair
gibi davranabilirim. Ama akşam eve dönüp Survivor’ı izlediğimde yeniden kendi
hayatıma dönerim.
Hayatımın en
bunalımlı olması gereken dönemini yaşıyorum. Hiçbir şey yapmadan dolaşıyor,
ders çalışmak ya da iş bulmak gibi şeyleri bir kenara bırakıp yazı falan
yazıyorum. Yazlıklara gidip edebi yürüyüşler yapıyorum. Denize falan bakıp
hiçbir şey düşünmüyorum. İşte bu gerçek. Eskiden olsa bir kadın ya da başka bir
şeyi düşüneceğim yerlerde deniz ne güzel ya su falan diyorum. Bu hayat hep
boştu. Orası kesin. Ama bu düşünceye kapılıp karanlığa doğru uzaklaşırken,
aniden aklıma Liverpool geliyor. Maçlara bir gün kala heyecanlanmaya
başlıyorum. Bazen sırf bir şey yapmış olmak için sabah saat 8’de kalkıp Paris
Maratonu izliyorum.
Şöyle de bir şey
var, bir süredir çocukken izleyip sevdiğim filmlere yeniden bakıyorum ve hiç
beklemediğim sonuçlarla karşılaşıyorum. Mesela bir Pazar sabahı Trt 1’de
izlediğim Bu Ev Satışa Çıkarılmıştır'ın (This Property Is Condemned) hala çok
güzel bir film olduğunu düşünüyorum. Bir şeyleri artık hiç özlememek depresyon
belirtisi mi yoksa iyi bir şey mi diye düşünmeden sadece o gün ne yapacağıma
odaklanıyorum. Hayatım iki metrekare. Yine de uzaklardan, ama çok uzaklardan
birileri girebiliyor içine. Anlamasam da, kabul ediyorum.
Geçtiğimiz
günlerde, yine bir sabah vakti balkondan arsalara ve insanlara bakarken,
kendimle ilgili bir tespit yaptım. Sanırım bu hayatımın tespitiydi. O yüzden
bundan sonra bu şiarı benimseyerek yoluma devam edeceğim: Ben mutluyken hiç
mutlu olamıyorum. Bazı şeyleri kabul etmek lazım. Bunu yolları aşıp yanıma
gelen arkadaşa da söyledim bir başka arkadaşa da. Başarısız evliliklerin nedeni
başarısız hayatlardır. Biraz da bu sebeple aslında bütün boşanmaların nedeni
evlenmektir.
Hayatta her şeyi
bir kere dene diyen insanlara bir tavsiyem var: Bi siktirip gidin. Mesela insan
kafasını bir atın kıçına sokmayı da bu “her şeyi dene” kapsamına alabilir.
Bunun hoş sonuçlar doğuracağını kim iddia ediyor peki? Çok salaksınız lan.
Yaşadığım ülke yansa üstüne bir bardak su dökmem. Süper küfürler öğrendim.
Onlar bu tip durumlara iyi eşlik ediyor. Mesela şey var; Hepinizin ecdadını feryadına katar sikerim.
Müthiş bence.
Çok başarısız
seyahatler gerçekleştiriyorum. İzmir için yaptığım seferlerin
tamamı başarısızlıkla sonuçlandı. Üç gün diye gidip bir gün ya da bir ay diye
gidip on gün kalabiliyorum en fazla. Ama Kamil Koç’u beğendim. Yolda maç izleme
keyfini yaşadım hayatımda ilk kez. Zirveyi yakından ilgilendiren mücadeleleri
takip ettim.
Kimseyle
görüşmesem de acayip bir çevrem var. Çocukken ya da gençken televizyonda
izlediğim, gazetelerde yazılarını takip ettiğim insanlarla ortak bir oluşumun
parçası oldum. Ben bir şey yazdığımda cevap yazıyorlar falan. Bana tavsiyeler
verip bir şeyler söylüyorlar, yazıyoruz birlikte vs. 5 yıl önce olsa acayip
hava atıp, övüneceğim şeylerdi bunlar. Kitabımı basması gereken yayınevine bir taslak yollamak
yerine Facebook’ta durum güncellemeleri beğeniyorum. Hakkımda iyi bir şey
söyleyenlere en fazla “sağ olasın” diyebiliyorum. İşin kötüsü şu “yazdığım”
dönemlerde aslında hiçbir şey yazmıyorum. Her şey iki yıl geriden geliyor.
Olgun ilişkiler
çağımın başında bazı insanlar bulmuştum. 2013’ün sonlarında başlayıp 2014
başlarında devam eden aynı yastığa baş koymalar artık başka bir noktada. En
güzel ilişki tarafların görüşmediği bir ilişkiymiş. İşte benim olgun ilişki
tanımım. Eskişehir denemem başarısızlıkla sonuçlansa da son aylarda bu kez
İstanbul üzerinden başlayan ikinci akınım olumlu yönde sinyaller veriyor. Ne
olup bitecek hiçbir fikrim yok. Ama müthiş bir şey görüşmeyen insanların
kurduğu “ilişkiler.” Hayatımın geri kalanını bu tip ilişkilere harcayabilirim
sanırım.
Geçen sene
ilkbaharı kaçırmıştık. Yaz bitene kadar da hiçbir şeyi anlamamıştık. Sonra yine
kış gelmiş lan ne alaka derken yağmurlar ve karlarla mücadele etmiştik. Şimdi
gene bahar geldi. Bu böyle sürüp gidecek gibi görünüyor. Sürsün. Hayat zaten en
fazla bir ömür sürüyor.