Oh Lucy! (2017)
Atsuko Hirayanagi’nin ilk uzun
metraj filmi olan Oh Lucy! (2017), istatistiklerin nüfus yoğunluğu
bakımından aşırı nüfuslu ülkeler arasında gösterdiği Japonya’nın, bu yöndeki
algısına dokunan bir giriş yapıyor: İşe gitmek için metro bekleyen kalabalığın
içinden biri, gelen trenin önüne atlayarak yaşamına son veriyor.
Ülkede, teknolojik gelişmelerin
hayli mesafe kat etmiş olmasına paralel olarak, yalnızlıkla imtihan eden insan
sayısında da bir artış mevcut. Özellikle son yıllarda Japonya menşeili çoğu
filmin de bir şekilde temas ettiği bu toplumsal zemin, 2017’nin sonlarında
yaşanan “yalnız ölüm” mevzularının hızlı artışıyla yeniden gündeme gelmişti.* Filmin
merkezine konuşlanmış olan Setsuko da yalnızlıktan muzdarip, orta yaşlarına
merdiveni yerleştirmiş bir kadın. Yeğeninin planları sonucu İngilizce kursuna katılıyor
ve ilk derste Amerikalı hocası John’un tuhaf öğretim yöntemlerine tav oluyor. Asıl
tav olduğu şey, John’un kendisine kucak açan ve yalnızlığını silip süpüren
tavrı gerçekte. Gördüğü ilk yakınlıkta, yelkenleri suya indiriverecek kadar, bazı
hislerden eksik kalmış gibi görünüyor Setsuko.
John öğrencilerine, Amerikan ismi seçtirmeye
kalkınca Setsuko’ya Lucy ismi çıkıyor. İlk dersin akabinde, John’un
Setsuko’nun yeğeniyle birlikte ABD’ye dönmesi, Setsuko’nun geç bulduğu neşesini
erken kaybetmesine neden oluyor. Sonrası ise ABD’ye uğrayıp memlekete geri
dönen Setsuko’nun üzerindeki hüznün, tutkunun, boşluk hissiyatının,
çaresizliğin, yarım kalmış sevinçlerin ekrandan akıp giden bir potpurisi.
Dönüşmeyi denerken sık sık kendini
yok eden Setsuko, filmdeki bazı karşılaşmalar ve buluşmalar tesadüf kavramından
medet ummaya terk edilse de, filmin yağ gibi akmasını sağlayacak denli güçlü
çizilmiş bir karakter. Kendini sevdirme çabalarının zaman zaman bir saplantıya
dönüşmesi, odağına sadece kendisini alıp bu uğurda etrafına zarar vermekten
kaçınmaması gibi örüntüler, Setsuko’yu her bir adımıyla daha da ete kemiğe
bürüyor. Bir süre sonra film, Setsuko’nun tek kişilik gösterisine dönüşüyor. Ancak
bu yine yalnızlık anlamına geliyor. Ağzına kadar ıvır zıvır eşyayla dolu evinde
tek başına başladığı filmi aynı yerde bitirmek, süreçte yıpranan Setsuko için imkansız
oluyor. Umudun yerini intihar eylemine bıraktığı esnada, yine mucize
mekanizmaları kendini gösteriyor ve bir dost tam zamanında yardıma koşuyor. Bu
müdahale Setsuko için de yeni bir başlangıcın ifadesi oluyor.
Oh Lucy! (2017), Setsuko’nun üzerinden sadece günümüz Japonya’sının tasvirini
yapmıyor, modernizm temelli yalnızlık
söylemleri üretilen bütün coğrafyaları radarına alıyor. Ele aldığı meseleleri
bazen indirgemeci bazen de rastlantının matematiğine güvenen bir tavırla
irdelemeyi seçse de, iletişim ve dil ağırlıklı şakalarına mizahını emanet eden
yapısı ve kendinden vazgeçmeye meyilli
karakterinin detaylı portresiyle çıtayı aşmayı başarıyor.
* Konuyla alakalı yazılardan biri şu linkte.
* Konuyla alakalı yazılardan biri şu linkte.
Kamikaze 1989
(1982)
Fassbinder’in 1982 Haziran’ındaki
ölümünden evvel kamera karşısına son kez geçişi, Kamikaze 1989 (1982)’daki
polis memuru Jansen rolü vesilesiyle olmuştu. Wolf Gremm’in, İskandinav menşeili
polisiye yazarı Per Wahlöö’ye ait olan, iki kitaplık Müfettiş Jensen serisinin
ilk basamağı Murder on the Thirty-first Floor (31. Katta Cinayet)’ten uyarladığı film, teknolojinin
hakimiyetini artırdığı, yıkımın kol gezdiği bir gelecekte vuku buluyor.
Kartel
adındaki bir şirket bütün televizyon kanallarını boyunduruğu altına almış ve yayınladığı
“Gülme Yarışması” gibi yarışma programlarıyla yüzde 99’lara varan izlenme oranı
elde etmiştir. Bir gün şirkete bomba yerleştirildiği ihbarı gelir ve adli soruşturma,
elini attığı tüm olayları çözmeyi başaran Jansen’e verilir. Jansen’in çözüm
için sadece dört günü vardır.
Kamikaze 1989
(1982), distopik evreninde; ışıl ışıl
neonlarla bezeli binalar, abartılı kıyafetler, üniformaları ve diskosuyla queer
bir polis teşkilatı resmediyor. Tüm bu göz alıcı dekorlar, karamsar bir geleceği
mesken tutmuş bir kurgudan bekleneceği gibi, bugüne dair eleştiriler ve
tespitler yağdırıyor adeta. Bütün sorunlarını çözen Almanya haberiyle açılan
film, otoriter tavra ve resmi söyleme selam veriyor. Ancak silahların çekildiği, kovalamacaların
yaşandığı polisiye hikaye, yalnızca ekranda akıp giden kitsch şölenin bahanesi.
Leopar desenli takımını üzerinden çıkarmayan ve alkol tüketiminin yasak olduğu
bir evrende alkolik olmayı başaran Jansen ise filmin lokomotifi. Ağzından çıkan
her söz cool duran bu anti-kahramana hayat veren Fassbinder’in göz kamaştıran
performansıyla Kamikaze 1989 (1982), her açıdan siberpunk bir bilimkurgu
kültü.
İçinde bulunduğu dünyanın problemlerini
bilen, ama bunları dile getirenlere karşı savunma refleksi gösterip devletten
yana gibi görünen polis memuru Jansen, öte yandan da kendi bildiğini okumaktan kaçınmayan
bir tavra sahip. Bu da hem bir şeylerin düzelmeyeceğinin, hem de böylesine bir
dünyada birilerine güvenebilmenin zor olduğunun göstergesi. Böyle bir dünyada
iyi kalmak mümkün değil. Hayatta kalmak uyum sağlamaktan geçiyor, vicdan supabı
olarak da, keşfedilen boşluklardan faydalanmak esas. Jansen’in film boyunca
sıklıkla dile getirdiği “Gereksiz yorumlarınızı kendinize saklayın.” söyleminin
altında, biraz da bu minvalden bir motivasyon yatıyor. Yapılan yorumlar ya da eleştiriler
bu dünya için işlevsiz olduğu kadar, sahibine zarar verebilecek niteliğe de
sahip. Çünkü devletin aygıtları her yerde. Jansen’in yardımcısı Anton’la yaşadığı
tüm sürtüşmeler, Anton’un lafını sakınmayan adrese teslim tavrından kaynaklanıyor.
Kimselere güvenemediği için yalnız kurt formuna bürünen Jansen, yardımcısını
kabullenebilmek için rüşt ispatına
ihtiyaç duyuyor. Finalde de, nihayet güven kazanan Anton’un dokunuşları Jansen’in namını
korumasına yardım ediyor.
Tangerine Dream’in siberpunk bir dünyaya
denk düşen elektronik tınıları da, görselliğe paralel harika bir iş çıkarıyor. Kamikaze
1989 (1982), Fassbinder’in bütün film boyunca üzerinde olan leopar desenli
takım elbisesi için bile tecrübe edilmesi gereken, ışıl ışıl parlayan aşırı renkli
bir kara film örneği olarak keşfedilmeyi bekliyor. Kostümlerinden, dekorlarına,
yer yer alabildiğine teatral oyunculuklarından, müziklerine kadar kolay rastlanmayacak
absürt bir siberpunk klasiği. İsteyene, metin içerisine serpiştirilmiş protest
bir tavır da cabası.