Son yıllarda Netflix, Hulu, Amazon
Prime gibi platformların televizyonun yıllardır süregelen alışkanlıklarını
alaşağı ettiği malum. Bu tip platformlarla rekabet içerisine girmek zorunda
kalmış olan “konvansiyonel” kanallar da, zaman zaman geleneksel yayın
şekillerini değiştirmeye yönelik atılımlar gösteriyor. 2016 yılının son ayına
girmek üzere olduğumuz günlerde, Search Party adındaki bir televizyon dizisi, toplam
on bölümden oluşan ilk sezonuyla beğenilere sunulmuştu. Dizi, farklı yayın
şekli yaklaşımının bir tezahürü olarak yayın planı, “beş gün boyunca peş peşe iki
bölüm” formülü benimsenerek, izleyicilere hızlıca zerk edilmişti.
Sanki bir rüşt ispatı olarak
kurgulanmış olan ilk sezon, yirmili yaşlardaki dört New York sakiniyle
tanıştırıyordu bizi. Karakterler, bir yandan devasa metropolde yaşamlarını
idame ettirmeye çalışırken, bir yandan da hayatta ne çeşit bir yön tutturmak
istediklerini keşfetmeyi deniyorlardı.
Kendi meselelerine epeyce
yoğunlaşmışlarken, baş karakter Dory’nin, uzaktan tanışık oldukları okul
arkadaşları Chantal’ın bir süredir kayıp olduğunu öğrenmesi ve dörtlüyü bu
kayboluşun gizemini çözmeye çekmesi dizinin bu ilk sezonunun temel izleğiydi.
Asistanlık yaparak geçinmeye
çabalayan Dory’nin, hem erkek arkadaşı Drew’la heyecan yoksunu ilişkisine, hem de
mesleki tatmin konusunda bir yerlerdeki boşluğuna tam olarak uyacak bir derman
arayışı içerisinde olduğunu gösteriyordu dizi. Chantal’ın kaybı, biraz da kendi boşluğunu (kaybını) çağrıştırıyordu
Dory’ye. Muammayı çözme konusundaki bitmek tükenmek bilmeyen ısrarı, meselenin
artık “kayıp bir Chantal” meselesinden çok, “Dory meselesi” haline dönüşmesinin
bir sonucu gibi görünüyordu.
Search Party, “İnternet çağında
ortadan kaybolmak ne kadar mümkün? Bir insanın kaybının etki alanı, sadece kişinin
yakınları ile mi sınırlıdır?” sorularını sorduğunu, Dory’nin cevap arayışıyla
göstermeye çalışıyordu.
İlk sezon sis perdelerinin
dağılmasıyla sona ermiş, yani Chantal bulunmuştu. Kayboluşun nedeni ortaya
çıktığında, dizinin sorduğu soruların yeterince güçlü sorular olduğunu bir kez
daha idrak etmiştik. Fakat ipuçlarının peşinde savrulan Dory ve arkadaşları, insan
olmanın getirilerine sığınarak bir yığın hata yapmıştı. Nihayetinde ilk sezon
Dory’nin sebep olduğu bir cinayetle, Chantal’in üzerindeki ödülü
hedefleyen özel dedektifin öldürülmesiyle sonuçlanmıştı. Son anlara değin,
polisiye trükleri adına naif sayılabilecek bir yapım izlediklerini düşünen ekran
başındakileri şoka uğratmıştı bu sezon finali.
2017 yılının Kasım ayı ise, son iki
Pazar’ını dizinin ikinci sezonunun başlangıcına emanet etti. Bir önceki yıl
uygulanan formül, bu sene “beş Pazar günü boyunca peş peşe iki bölüm”e
evrilmişti. İki sezon arasındaki fark sadece yayın formülünden ibaret değil. Dizi,
ilk sezonunda başkarakteri Dory’ye, peşine düştüğü esrarın çözülmesi için efor
sarf ettirirken, ikinci sezonunda ise akıllıca bir hamleyle denklemi tersten
kuruyor ve bir esrarın çözülmemesi için çabalatıyor: İşlenen cinayet.
Günlük hayatın hengamesine endeksli
yaşamların bir cinayetin faili olmaları, soğukkanlılık mefhumunu dışlamalarına
yatkın kılıyor onları hayliyle. Böyle bir durumda yardıma ancak filmlerden,
kitaplardan ya da televizyondan duyulan şeyler koşabiliyor. Dory ve arkadaşları
da öyle yapıyorlar. Panik oluyorlar ama fikir birliğine varıp cesedi gömmeyi
tercih ediyorlar, o esnada da bir yığın hata yapıyorlar. Sonra New York’a geri
dönüp hayatlarına devam etmeye çalışsalar da yalanlar yalanları doğuruyor.
Sık sık panik atak nöbetleri
geçirmesi, Dory’nin hiçbir şey yokmuş gibi davranmayı başaramayacağını
gösteriyor bir bakıma. Sadece Dory değil, her bir karakter vicdani
rahatsızlığının etkisini farklı bir şekilde dışarıya yansıtıyor: Drew şirketin
yurtdışı pozisyonuna atanmak için hiç de etik olmayan şeyler deniyor.
Elliott’ın vücudunda psikosomatik döküntüler çıkıyor ve iki günlüğüne
rehabilitasyona alınıyor. Portia oyunculuğuna asılırken yönetmeniyle tuhaf bir
ilişkinin kapılarını da aralıyor.
Zamanla işler çığırından çıkıyor, cesedi
bulup soruşturma başlatan polise yakalanmamak için hedef şaşırtmaya
çalışıyorlar ama her defasında daha da yanlışa bulanıyorlar. Bu da ikinci
sezonda, ilk sezonun nispeten daha açık tonlarla bezeli havasını bulutlarla
kaplıyor. Bölümler ilerledikçe, mizahi anlara rağmen tansiyon hayli yükseliyor.
Dizinin, subap olarak eşcinsel Elliott’ın abartılı tepkilerini seçmiş olması, sıkışılan
anlarda basmakalıp hamleleri kaçış noktası olarak kullandığı için biraz problem
yaratıyor.
Hata yapmak ve telafi edememek ise,
hem cinayetin hem de Dory – Drew arasındaki ayrılıkla sonuçlanmış ilişkinin
başlığını oluşturuyor bir nevi. Telafi çabası daha büyük hataları da yanında
taşıdığından, tasarlanan her bir eylem, karakterlere olduğu kadar izleyicilere
de düşünme alanı sunuyor aslında. “Kendini kurtarmak için ne kadar ileri
gidebilirsin?” sorusunu her bölümde tekrar tekrar sormayı deneyen ikinci sezon,
iki tarafı da muhatap olarak alıyor, evet. Fakat sorunun doğru bir cevabı
olmadığı için ekran başındakilere bir cevap verme amacını taşımıyor hiçbir
zaman. Soru, başta Dory olmak üzere, tüm ana karakterlere katman katman
derinlik inşa etmenin bir vesilesi oluyor sadece.
Arrested Development’la gönülleri
çelen Alia Shawkat, bir taraftan arzularını, bir taraftan da hayatta kalma
içgüdüsünü dinlemeye çalışan Dory karakterine hayat vererek, ikna hususunda
bizi hiç tereddüde düşürmeyecek bir samimiyette performans sunuyor iki sezondur.
Bu sezon endişelere ve atılan ürkek adımlara yoğunlaşan karakter ekseni, Alia
Shawkat’ın nitelikli tasviriyle giderek daha enfes bir hal alıyor. Diğer
karakterleri canlandıran isimlerse, göz dolduruyor doldurmasına, ancak çoğu
zaman Shawkat’ın gölgesinde kalıyor ne yazık ki.
Search Party iki sezondur, hikayesinden çok, sorularıyla ve karakterlerinin motivasyonlarıyla uğraşan; yatırımını bu alana yaparak, karakter eksenli dünyasının sınırlarını
keşfetmeye çalışırken hikayeyi de sadece amacına ulaşma aracı olarak kullanan
bir dizi. Mizahını hiç kaybetmiyor oluşu da en şahane meziyetlerinden biri.