30 Mayıs 2013 Perşembe

Uğur E. İle Girls İzliyorum (3): Sezon Finalinde Ağladım


İkinci sezonun finalinde Adam’ın Hannah’nın “kapısını” kırarak onu evden nihayet çıkarmasını izliyoruz.



Rük: O yanaklarından süzülen ne senin ya?

Uğur E.: Ha, yok bir şey ya (Gözlüğünü yavaşça çıkarıyor. İki elini yüzüne kapatıp bir süre hıçkırıyor).

Rük: Su getireyim mi?

Uğur E. : Ayığ

Rük:  Kim?

Uğur E: Hayır, sağol.

Uğur kendine gelene kadar bir süre bekliyoruz. Ben Fitzgerald’ın 1 Mayıs adlı kitabını düşünüyorum. Bir de Çanakkale yöresinden aldığım bir evlilik teklifini. Çanakkale nasıl bir yerdir acaba, orada hayat geçer mi, Gelibolu’da yatan Yeni Zelanda’lı sayısı kaçtır ve Nilüfer’in en güzel şarksı hangisidir şeklinde beyin fırtınası yaparken “Ne evlenicem ye” diye yüksek sesle düşündüm. Acılara Son dedim sonra da. Nilüfer’in en iyi şarkısı olabilir. Bir de bu Kayahan ile Nilüfer arasındaki husumet bitmeli artık diye düşündüm. Rusya’daki seçim sistemi de aklımı kurcaladı bu sırada. Ulan bu nasıl bir ülkedir ki 15 yıldır Putin ile Medvedev sürekli yer değiştiriyor. Bir seçimde bakıyorsun Medvedev devlet başkanı olmuş Putin başbakan olmuş. Sonraki seçimde Putin devlet başkanı olmuş Medvedev ise başbakan olmuş. Bu ne biçim ülke, Dostoyevski buradan mı çıkmış yani ya da Maria Sharapova. Bir Rusla konuşup bu işe bir baktırmalı diye düşünüyorum. Sonuçta işin ucu dört bir köşesi neşe pınarı olan ülkemize dokunabilir. Yurttaş bu Ruslarla uğraşmak zorunda kalabilir. İrtibata geçmek için çareler tasarladım. “Kimde Rus numarası vardır acaba” diye bir kere daha yüksek sesle düşündüm. Buzdolabına doğru bu düşüncelerle ilerlerken anılarımı yazmaya karar verdim. Anılarımı yazdığım kitabın adı “Anılarım” olacaktı.  Kitap ben öldükten sonra çıkmalıydı. Kitabın hemen girişinde yer alacak olan hayatımın kısa özetinde “42 yaşında Paris’te öldü” şeklinde müthiş bir son söz olabileceği aklıma geldi. Ulen ne cool olurdu di mi “42 yaşında Paris’te öldü” tam yazar hayatı anasını satayım. Şu “İstanbul” kitabının sonunda babasıyla yaptığı uzun tartışmanın ardından Orhan Pamuk babasının sözünü kesip “Ressam olmayacağım, Yazar olacağım ben” der ve kitap bu cümleyle biter ya, ben Orhan Pamuk’un babası olsam bu cümleye ne karşılık verirdim diye düşündüm “E ol amına koyim kolundan tutan mı var” diyebilirdim mesela. Ya da basitçe “Tamam ol ya, yazar ol sen” derdim Pamuk’a. Pamuk gibi evladım olacağına “Grup Düş” diye grubum olsun anasını satayım. Aa şey mi çalıyor ya, You Love Me, Devotchka’dan hee, lan o grupta gelmiş ama biz….

Uğur E: Tamam devam edebiliriz.

Rük: Haa tamam. Bence ilk sezonun finali daha iyiydi. Hani Hannah uyuya kalıyor metroda, son durakta inip sahilde yürüyor, oturuyor bir şeyler yiyor falan. Burada biraz seyirciye oynanmış gibi geldi bana. Harika 5.,6. ve 7. Bölümün ardından böyle bir final yapmaları çok iyi olmadı ama o bölümlerin yarattığı kredi sayesinde çok da rahatsız edici bir boyutu olmadı finalin. Yani kavuşsunlar tabi canım Hannah ile Adam, ben insanlar mutlu olsun isterim. Neyse. Sen genel bir ikinci sezon değerlendirmesi yap istersen.

Uğur E: Bu Allahsız kızlardan ne çekti Ray ve Adam ya, hatta Charlie bile. Allahsız şeytan bile diyemiyorum bu kızlara. Beni bıraksalar gidicem camı çerçeveyi ana avrat hepsinin anasını bacısını …ama yapamıyorum işte. Sonra diyecekler Uğur dizi setlerini basıyor. Büyük bir kuruluşla yola çıktığım için elim kolum bağlı yani.

Rük :…

Uğur E: Neyse. Dediğin bölümleri ben de beğendim. İlk sezon kızlarındı. Ama ikinci sezonda erkek karakterler diziye ağırlığını koydu. Burada ikinci yazımızda andığımız erkek senaristlerin büyük emeği var kuşkusuz. Ama beni kızdıran şey de bu oldu. İlk sezonda hem Adam hem de Ray kendi hallerinde, güzel insanlardı. Ama önce Hannah Adam’ı kendine aşık edip çocuğun hayatını kararttı sonra da Shoshanna Ray’e önce duygusal bakire ayakları yapıp işin sonunda da onu aldattı. Charlie ise ikinci sezonda diğer erkeklerden daha iyi bir noktaya gelse de o da sezonun sonunda Marnie’ye kandı ve köprü altına düşürüldü. Evet ikinci sezon özetini kadınlar tarafından köprü altına düşürülen erkeklerin sezonuydu şeklinde yapabiliriz.



Rük: İkinci sezonun erkek karakteri Ray idi bence. Adam daha ilk sezondan rüştünü ispatlamıştı. Ama Jenna’yı da unutmamak lazım. Bu sezonun gizli kahramanı oydu. Yaptığı evlilik, girdiği depresyon ve aile evine yapılan ufak bir seyahatle sezona damgasını vurdu. Ve tespit edebildiğim kadarıyla 10 bölümün 4 tanesinde de yoktu. Yani totalde 6 bölümde diziyi aldı götürdü.



Uğur E: Evet keşke onu biraz daha izleyebilseydik. Ben 8-9 ve 10. bölümde gelip diziyi başka bir boyuta taşıyacağını düşündüm ama maalesef son 3 bölümde Hannah dışında bir şey izleyemedik. Lena Dunham bütün pastayı kendine ayırdı yine ve 3 bölüm onun kişisel problemlerini izledik. Adam da olmayaydı epey sıkıcı olurdu son bölümler. Ama Adam işte, özellikle finalde beni yani çok iyiydi.

Rük: Demi ya. Hakkaten de Lena Dunham biraz sıktı artık. Bir yerde okudum gerçek hayatında da lisede yaşamış böyle şeyler. Sonra da aynen almış diziye koymuş. Bu kadar kişisellik bir yerde “Bana ne ya” dedirtebilir kişiye. Ben “bişeylerin geri gelmesi” dediğim şey üzerine kafa yorduğum için bu geri gelen obsesif bozukluklar olayı beni pek sıkmadı. Ama başka bir izleyici için tam bir “Ne yapak yani kulağına çubuk soktuysan” durumu yaratabilir.

Uğur: Lena Dunham’ın fazla ön plana çıkmasının dizinin akıbeti açısından tehlikeli olabileceğini ilk yazıda konuşmuştuk. Kuşkularımız az da olsa gerçekleşti.



Rük: Şey yapak o zaman. Sezonun en iyi bölümünü ve karakterini seçek. Ben en iyi bölüm olarak 6. Bölümü ve karakter olarak da bu bölümdeki performansı nedeniyle Ray’i seçiyorum.

Uğur:  Ben karaktere Adam diyeceğim yine. Bölüm olarak ise tam bir şey söyleyemem ama, şey kaçıncı bölümdeydi Adam’ın hani yeni kız arkadaş bulduğu…

Rük: Haa 8. Bölüm. Aslında bu vesileyle sezonun en iyi sahnesini de seçebiliriz. Mesela o bölümde Adam’ın kalkıp işte Hannah’yı anlattığı sonra da kurabiyenizi ben getiririm dediği sahne iyiydi.



Uğur E: Haa eleman da şey diyor “Tamam kurabiyeleri Adam getiriyor” Evet iyiydi o sahne. Jenna’nın babasıyla yaptığı konuşma da güzeldi 7. bölümde.

Rük: Haa, evet. Şey daha iyiydi ama ya Hannah psikolog ile görüşüyor ya 8. bölümde. Adam hani biyonik bir köpek üzerine bir kitap yazmış. İyi sahneydi o.

Bu sırada içeriye S. Uçak girer ve ne yaptığımızı sorar. “Girls izleyip üzerine fikir teatisi yapıyoruz.” deriz. Bu sırada elimizde ayran ve şeftalili ice tea, masa üstünde ise lays ve danone vardır.  “Abi siz iki sap niye kız dizisi izliyosunuz ki?

Uzun bir sessizlik olur. Uzaklara dalgın bakışlar atılır. Söylenecek bir şey aranır ama bulunmaz. Olayın iki öznesi sessizce birbirinden uzaklaşır. Evden çıkılınca uzun süre görüşülmemeye karar verilir.

21 Mayıs 2013 Salı

Tolstoy Çok Geç Kalkardı


1

Geceler Diken Bana

Biraz daha diken. Bunun barda olması.

Genç adamın mutfaktaki görüntüsü sinema durdukça gülümseyecek.



Bir romanda ya da bir başka filmde bir adam ise gülümsemekten vazgeçecek. Bizim ikincil kaynaklar ya da ikincil hayatlar dediğimiz – sanat da diyebileceğimiz- şeyler saklamakla mükelleftir. Geçenlerde haberlerde de çıktı Latmos dağlarındaki kaya resimleri mıcır olmak için dinamitlenecekmiş. 8.000 yıldır kol kola duran çiftler, cinsiyetleri pek de net olmayan insanlar resmedilmiş orada. Yürümeye devam ediyorlar. Siz sevgilinizden ayrıldığınız da ya da bir başka sevgili bulduğunuzda, çok acı çektiğinizde ya da evlenip-boşandığınızda, öldüğünüzde ya da ölünüzün üzerinde çeşitli canlılar dans ettiğinde de onlar orada duruyorlardı, yürüyorlardı. Birkaç orospu çocuğu (ana babalarından bağımsız) onları dinamitleyene kadar da orada durup yürümeye devam edecekler.

Ettore Scola sadece “Özel Bir Gün”  nedeniyle önemli bir yönetmendir. İzlediyseniz bilirsiniz her şey “ahanda bir aşk hikâyesi başlayacak” şeklinde dizayn edilmiştir. Bu yüzden filmi yarısında bırakıp çıkmak mümkün. Mesela ben yıllar önce bir gösteriminde “Ne aşk hikâyesi izleyecem ya bu saatte” diyip terk etmiştim filmi. Daha önce Cennet ile ilgili söylediğimiz bir şey vardı. Filmin manzarasıyla birlikte izleyicinin o andaki hali, manzarası da önemlidir değerlendirme yapmak için. İşte bu vesileyle filmi izlemek için gerekli ruh haline sahip olduğumu fark ederek ikinci bir deneme yapmaya karar verdim ve başladım filmi izlemeye. Film bittiğinde ise aynanın karşısına geçip yüzüme tükürdüm.

Tamam herkesten iyi bir film olduğunu falan duymuştuk. Atilla Dorsay özellikle hep överdi filmi (O övdüğü için belki de bu kadar geç izleyebildik bu filmi. Dorsay referansı her zaman piyangodur. Şu an Cannes’da kendisi, Eva Longoria’nın kiyafetinden falan bahsediyor Radikal’de). Ama biz “Aşk filmi” beklerken klişeleri alt üst eden bir şeyle karşılaştık.. Bir tarafta faşist İtalya’nın halet-i ruhiyesini, Hitler’in Roma’yı ziyaretiyle de bu halet-i ruhiye’nin tam bir manyaklığa dönüşmesini izliyoruz. Sürekli açık olan bir radyonun arka fona geçmesiyle de asıl olayımıza yani çiftimize odaklanıyoruz. Neyse ya filmin konusunu her yerden öğrenirsiniz zaten ben asıl olaya geleyim, şu klişeleri yıkma meselesi dediğim şey. İşte biz tam bir aşk atmosferiyle çiftimize odaklanmışken birdenbire erkeğimizin aslında eşcinsel olduğunu anlıyoruz. Bütün aşk hikâyesi izleme hayalimiz şahane şekilde yıkılırken filmin güzelliği tavan yapıyor.
Özel Bir Gün İtalya Sinemasının da sonudur aynı zamanda. Ta Rosselini ile başlatacağımız bu sürecin son hamlesidr. Yaklaşık 35 yıldır da İtalya Sineması büyük bir yönetmen ya da büyük bir film çıkartamamıştır. Özel Bir Gün sanki bu sonun hüznünü de taşır. Her şey sona ermektedir, Sinema da, Scola da hatta Sophia Loren de. Görkemli bir son. Daha iyisi olamazdı.

Bunun üzerine bilgisayarı kapatıp dışarı çıkıyoruz. Üstümüzde bir iki parça bir şey. Küçükpark’ta yollarımız ayrılıyor. Bir teras arıyorum. Koduğumun Küçükpark esnafı bir tane bile teraslı mekân yapmamış. Taksiciye “Hiç de özel bir gün değil amına koyim” diyorum. “Öyle” diyor, öyle.



2

Acılara son

Bizim buralarda birkaç canlı var. Bu canlılardan bazıları bundan birkaç gün önce ailelerini kaybettiler. Kedi olan bir canlı kuş olan bir canlıyı ölü olarak ele geçirdi. Bu savaş sırasında bazı karıncalar telef oldu ve bir zorunlu göçe maruz kalarak bahçenin öteki tarafına göç ettiler. Allahsız kedinin yaydığı dehşete 6 yaşındaki allahsız bir çocuk son verdi ve kediyi kuyruğundan tutmak suretiyle bizim ev kapısının demir parmaklıklarına doğru fırlattı. Ama kedi bunu zerre kadar siklemedi ve yaşamına aynen devam etti. Göç eden karıncalar kuştan kalan tüyleri taşıyarak kendilerine yeni bir hayat kurdular. Allahsız çocuk ve allahsız kedi hayatlarını sürdürüyor. Kedi nasıl bir insan bilemem ama çocuk ileride büyük ihtimalle Bülent Serttaş’a benzeyecek.




3


Kahır gibi geçer günler

Atilla Taş gibi bir insan olmak isterdim sevgili okuyucu. Gideyim güzel ülkemizi dolaşayım, horozla inekle konuşayım, ağaçlara tırmanayım, ağaçlardan atlayayım, böyle bir yaşantım olsun isterdim.

İsterdim ama olmuyor işte. Yine uyandığımız dünyaya yeniden uyuyoruz. Güllü dinlemek, Müslüm dinlemek, Yenişehirli Avni’den alıntılar yapmak istiyorum. Bunların bazılarını yapıyorum da. Hayatta görünen en realist hedefim bir Güllü konserine gitmek. Zamanında bir Cansever konserine gitmiştim. Tuhaf bir pavyonda çıkan Cansever o manyak sesiyle büyülemişti bizi. Pezevenk viskisi dediğimiz Wat 69’a abandığımız o gece hayatımın en kahır dolu gecelerinden biriydi. İnsanlar pavyonlarda kahroluyor sayın okuyucu, sen bunu biliyor muydun? O gece ağlayan mı dersin inleyen mi dersin ne ararsan vardı allahıma. Pavyonların seks amaçlı kuruluşlar olduğuna dair bir önyargı var. Bu yanlış. Pavyonlar kahrolmuş adamların koca memeli kadınlara yaslanıp içlerini döktükleri, ağladıkları mekânlardır.



Dillere pelesenk olmuş bir sürü yalan yanlış söz var sevgili okuyucu. Yok ölenle ölünmezmiş, yok yer çekimi varmış. Yalan bunlar. Yukarıdaki klibin başında dendiği gibi Her Şey Yalan Sunar. Bu dediğim şeyi de en iyi arabesk müzik anlatıyor işte. Biz bekledik. Müslüm ölünce arkasından vahlanan iki gün sonra da unutan sahtekârlardan olmak istemedik zira. Bergen gitti, Azer gitti, Müslüm de gitti işte. Ne lan bu dünya böyle. Allah Güllü ve Cansever ablalarımıza uzun ömür versin. Onlar da gidince arabesk bitecek, tıpkı Cobain gittiğinde Grunge’ın bitmesi gibi.



4

Tolstoy’la Yatan Adam: Anna Karenina’yı Ben Yazdım

Tolstoy çok geç kalkardı. O yüzden onun uyanmasını beklerken epeyi sıkılırdınız. Sağolsun bana roman yazmasını öğretiyordu. Ama bu kadar geç kalkınca gün boşa gidiyor ben de sıkıntıdan patlıyordum.

Tolstoy uyanana kadar bir şeyler yazayım bari diyerek oturdum masa başına. Aklımda Anna adında bir kadın vardı. Uzun süredir onu kuruyordum kafamda. Şöyle okkalı bir giriş bulmak üzereydim, arkası da gelecekti. Olayların sonunda ise karakterim intihar edecekti. Başlangıç ve son aklımdaydı ama ortasında ne olacaktı bilmiyordum. Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Birden öfkelendim bu duruma. Gittim Tolstoy’un yatağına bir tepik atıp “Kalk lan koduğumun ihtityarı. Kalk da roman yazak” dedim. Tolstoy “Ne oluyor babası belirsiz” der gibi baktı bana. “Artık yeter reis. Hep uyuyon. İki kelime roman yazıcaz diye geldik burnumuzdan getirdin. Yeter sikecem ızdırabını da Hacı Murat’ı da.” dedim. “Tamam lan tamam. Git otur yerine, ben geliyorum” dedi. “Çabuk ol” diyip masanın başına döndüm.

10-20-200 dakika geçti Tolstoy paşamız ortada yok! Bir daha gittim odasına aynen yatıyordu pezevenk. “Senin yazdıracağın romana da, edebiyatına da, varoluşuna da ayağımı sokayım” diyip elimdeki bir tomar Anna kağıdını suratına çarptım. “Anama küfretme lan pezevenk hıyarağası” diyerek terlik attı arkamdan. “Anana kim küfür etti lan bebek bezi” dedim. “Siktir git lan. Sikerim ense tıraşını, itoğli it öküz taşağı puştun oğlu gerizekalı” dedi. “Ettiğin küfürü sikeyim” diyip çarptım kapıyı.

Tolstoy’un evinden çıkıp kuzenim Alyoşa’nın yanına gittim. İş ortağı olup bir terzi açtık. Aradan yıllar geçti. Bir de baktım Tolstoy Anna Karenina diye kitap yazmış. Kuzenimi çağırdım yanıma ve bütün olanları anlattım. “Boşver ya” dedi. “Sen daha iyisini yazarsın. Otur “Anna Karenina’yı Ben Yazdım diye bir kitap yaz. Çayın çorban benden.” dedi. Gaza geldim başladım yazmaya. Kitap bitince hiçbir yayınevi basmayı kabul etmedi. Ağladım. Alyoşa’ya gittim. “Ne olacak ya. Basmazlarsa basmasınlar. Sen işinde yüksel” dedi. O gün bugündür kendimi işe verdim. Yıllardan sonra Tolstoy’a bir mektup yazdım. Fikrimi çaldığını ama affettiğimi dünyanın boş olduğunu söyledim. “Kusura bakma kardeş” şeklinde kısa bir yanıt geldi.

Tolstoy’u sonunda affettim ama bir daha onunla asla yatmadım.









18 Mayıs 2013 Cumartesi

Uğur E. İle Girls "İzliyorum" (2)


İkinci sezonun altıncı bölümünü yani “Boys”u izliyoruz.



Rük:  Bence Girls’ün en iyi bölümü bu. Bir kere en başta çok iyi yazılmış. Lena Dunham senaryoyu Murray Miller’a bırakmış bu bölümde.  Net bir olaya şahit olmuyoruz. Hannah’nın e kitap olayı var ama asıl odağımız Adam ve Ray bu bölümde. Onların ufak yolculuğunu izlerken o büyük yolculuk büyük uyanışlar saçmalığının da yalan olduğunu fark ediyoruz. İnsan bir vapura binip kentin öteki tarafına geçerken de müthiş bir değişim ya da uyanış yaşayabilir. Burada tabi bir uyanış falan değil ama bir fark ediş durumuna şahit oluyoruz.

Biraz şey var burada. Biraz. Hani tamam kızlar böyle de erkekler de çok iyi durumda değil. Fakat olup bitenler benim kurduğum cümle kadar basit değil. Ray’in bölümün sonunda Manhattan siluetine bakarak köpekle dertleşmesi ve sonunda ağlaması Girls’ün bölüm sonlarında yarattığı kederli durumların iyi örneklerinden biri. 




Salinger’ın öykülerinde de “ E ne oldu şimdi” tarzında sonlar vardır ya hani. (Mesela Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar’ın sonu ya da Teknede adlı öyküsü) Lena Dunham’ın yazarlığında da biraz o var. Yine 2. Sezonun beşinci bölümünün sonunda da, yaklaşık 3 dakikalık diyalogsuz bölümün ardından Hannah’yı misafir olduğu evin çöplerini konteynıra atıp kendi yoluna doğru yürürken bırakırız. Ve bu duruma en son ve en güzel örnek ise bir başka ikinci sezon bölümünün sonunda Hannah’nın küvette Wonderwall’ı söylemesidir. Jenna’nın bütün depresifliğine rağmen küvette olanlar komiktir. Her şey kapanışta tekrar Wonderwall çalsın diye ayarlanmış gibidir. Ve bizler beklentilerimizin haklı çıkmasına volümü biraz artırarak seviniriz.

Adam ve Ray dizideki ender erkek karakterler olmalarına rağmen gayet iyi yazılmış, derinliğine nüfuz edilmiş durumda çıkıyorlar karşımıza. Tabi bunlar bölümler ilerledikçe yerli yerine oturuyor. Adam’ın ilk sezonun başındaki haliyle sezonun sonundaki hali arasında olağanüstü bireysel değişimler var. Yeterince bakarsanız herkeste sevilecek bir şeyler bulunur. Girls de biraz bu. Mutlu olmak isteyen ve bir taraftan da büyümesi gereken karakterler var hep karşımızda. Kurduğum bu cümleye en çok yakışan isim de Ray aslında. Boys bölümünde Adam ile yaptıkları ufak yolculukta bütün gerçekler yüzüne çarpıyor. 33 yaşındadır ve hâlâ ne istediğini tam olarak bilmemektedir. Adam’ın söylediği gibi daha iyisini bulamadığı için şu andaki sevgilisiyle beraberdir. Böyle bir dünyada mutlu olmak isteyen ve bunun için pek çaba sarf etmeyen bir karakter Ray, tıpkı diğer kızlar gibi.  Mutlu olmayı istemenin cinsiyetle pek bir ilgisi yoktur. Mutluluğa nasıl sahip olunacağını bilmemek cinsiyetlerin ortak kaderidir sadece. Girls en azından bu bölümde olayların kız erkek fark etmez pek de bir yere varmadığını gösteriyor bize. İkinci sezonun 5. Bölümünde Hannah’nın “ideal erkeği” bulması bile mutlu olmasına yetmez. Çünkü ortada o herifi kaybettiğinde üzüleceği bir çaba yoktur. Mutluluk en azından, bir şekilde, hak edilmesi gereken bir şeydir. Ya da değildir. Bilemem.

Uğur E: Adam birinci sezonda gördük ki duygusal durumları uçlarda yaşayan bir karakter. Yazdığı ve oynamaya çalıştığı tiyatro oyununda az da olsa bahsettiği yarı trajik çocukluğu onun duygusal reaksiyonlarının aşırılığına bir sebep olabilir. Ama durum tabii ki bu kadar basit değil.



Rük:  Senin bisikletin var mıydı lan?

Uğur E: Vardı tabi canım. İyi sürerim ben. Yazlıkta falan sürerdim mesela. Denizli’yi de karış karış sürmüştüm zamanında.

Rük: Bizim mahallede topluca bisikletler çalınmıştı. Bu çalınan bisikletler içinden daha sonra benimki bulundu. Büyük ihtimalle vitessiz dandik bir şey olduğu için bir parka terk etmişlerdi canım bisikleti. Bir daha da bisikletim olmadı.

Uğur E: Evet bundan hüzünlü bir Girls sekansı çıkar gerçekten.

Rük: Ben de öyle düşünmüştüm. Ama şey de var, bazen, bıraktığın ya da unuttuğun bir şey geri gelir. Benim bisikletin geri gelmesi gibi. Hannah’nın da eski obsesif bozuklukları geri geliyor mesela. Bir şeyler her zaman zannettiğin şeyler olmayabilir. Önünde bir kaza olur ve paramparça olmuş beş tane insanı izlemek durumunda kalırsın mesela. Ama işte bu bir travma olmaz senin için ama geri gelen bisiklet travma olabilir. Benim bildiğim kadarıyla bu işleri yani bu ufak tefek işleri fark eden en önemli insan Salinger idi. Adını çok sık anmak sıkıcı olabilir ama durum böyle ne yapalım. Girls’de az da olsa var bu dediğim şey. Yani küçük şeyler. Ama tuhaf şekilde Lena Dunham’ın değil de Murray Miller’ın yazdığı bir bölümde tam olarak rastlıyoruz bu bahsettiğim şeye. Hakkını verelim Hannah’nın şu “Bir Adamın Çöpleri” bölümünde Joshua ile yaptığı “mutlu olmak istiyorum” sohbeti de çok iyi yazılmıştı. Ama bu Murray Miller denen adam abandone etti bizi. Belki de ben abartıyorum belli olmaz.

Uğur E:  2. Sezonun 7. Bölümü de benzer bir durumda aslında. O bölüm de gayet iyi yazılmış. Senaryosunu da yapımcı Bruce Eric Kaplan yazmış. Bildiğin yapımcılar arasından şahane senaristler çıkartmış dizi. Bizde böyle bir şey yoktur mesela. Kerem Çatay senaryo yazmaz. Ya da Türker İnanoğlu falan. Yazmasınlar da zaten. Ama dizinin gelişimi belki de kendi içinden yazarlar çıkarmış olabilir. O yüzden bu noktada Lena Dunham’ın hakkını vermeliyiz. Yarattığı, yazdığı, yapımcısı olduğu, yönettiği ve oynadığı ilk 4-5 bölümün ardından kapılarını açtı. İlk 4-5 bölüm onun elinden çıkmasa diğerlerinin yaratıcılığı da sınırlı kalabilirdi. Ne bileyim Lena Dunham’a bakıp “Vay anasını dur lan ben de yazayım” demiş olabilirler.

Rük: Hemm, olabilir tabi. Zaten Adam’ın alâmetifarikası da diğer senaristler devreye girince ortaya çıkıyor mesela. Onun aslında hiç de öyle basit, sırf güldürsün diye oraya konmuş bir karakter olmadığını anladık. Hatta dizinin en “karakter” karakteri olduğunu fark ettik. Bu Boys bölümü mesela onun gizli muhteşemliği sayesinde bu kadar iyi bir hale geliyor.



Uğur E Ben de bu vesileyle ilk yazımızdaki “Bu Adam ne ya marjinal falan” şeklinde yaptığım mesnetsiz iddiaları geri alıyorum.

Rük: Evet o söylediklerin şık değildi gerçekten.




İkinci Bölümün Sonu


12 Mayıs 2013 Pazar

Uğur E. İle Girls "İzliyorum" (1)


11 Mayıs Cumartesi akşamı ünlü bilgisayar mühendislerimizden Uğur E. İle “Girls” adlı diziyi izlemek ve üzerine tartışmak için bir araya geldik. Bir iki hoş beş yaptıktan sonra Girls’ün ilk sezonundan seçtiğim bazı parçaları kendisine gösterdim ve üzerine konuşmaya başladık. Yazı dizimiz üç bölümden oluşacak. Yavaş yavaş diziyi tamamlayacak ve söylenmesi gereken her şeyi söyleyeceğiz:



Rük: Şimdi hiç “Sex And The City”’nin daha gerçekçisi falan ayaklarına düşmeden konuya girelim. Ki bence bu işin içinde Bridget Jones’tan tut Woody Allen’a kadar bir sürü şey de var. Ama ortada kendine has ve fazlasıyla otobiyografik bir durum olduğu da aşikâr. Lena Dunham adlı çirkin kızımız hem oynayıp hem yazıp hem de yönettiğine göre belli ki yetenekli bir kimse. HBO’yu da tavladığına göre iş bitirici, mahir bir tarafı da var. Ama benim anlamadığım ve ilk eleştirdiğim nokta bunca otobiyografinin bir yerden sonra “Eöeh sıçacam hayatına.” durumlarını yaratabileceği kuşkusu. Ki daha ilk üç bölümde görüyoruz bunun emarelerini.

Uğur E. Evet ya. Şey çok formül bir karakter mesela, Adam.  Hani al sana marjinal karakter diye düşünülüp konulmuş oraya. Bir formüldür bu Rük. Ben çok dizi izledim. Yani The Wire’dan tut  Yer  Gök  Aşk’a kadar.. yani izledim bunları.

Rük:  Ben Adam’ı seviyorum lan. Neyse sen şeyi de izlemişsin galiba, Treme?

Uğur E. Yok onu izlemedim ama iyi duyumlar aldım. Neyse. Şimdi bu Girls bu dediğim klişelere girse de farklı bir tarafı var gerçekten de. Ama benim de eleştireceğim ilk nokta sanki bu Girls rahatsız edici olmak için özel bir çaba sarf ediyor. Yani ne bileyim kürtajmış işte kanamaymış falan filan bir tür marjinal olduğunu düşündüğü durumlar üzerinden yakalamaya çalışıyor seyirciyi. Bunu da “otobiyografi” yaftasıyla yapıyor. Biz de anlıyoruz ki “Hee Lena Dunham bunları gerçekten yaşamış” Ama biliyosun Amerikan dizi piyasası adamı yer bitirir. Seyirciyi tavlamak için bir şey yapmak durumundasın. Bu HBO bile olsa durumlar böyledir yani.





Rük: Evet ya. Lena Dunham’ın her bölüm soyunması beni rahatsız ediyor mesela. O sarışın kız soyunsa keşke.

Uğur E.: Şey mi, Jessa mı?



Rük. Evet o soyunsun abi. Diğer iki kız soyunsa da olur. Marnie soyunsun mesela. Ama biz paso Hannah’nın memelerini görüyoruz. Ha bir kere de Hannah’ın annesini gördük çıplak. Öbür kızlar soyunsun ya.

Uğur E.: İkinci sezonda soyunurlar belki.

Rük : Umarım. Neyse şimdi bu “Büyüme öyküleri” diyebileceğimiz terane televizyonda bu kadar gerçekçi bir hale bürünmemişti, bir kere bunun hakkını verelim. Kızların mal erkek tercihi (Adam), ya da ne kadar marijinal takılsalar da aslında çocuk falan gibi konularda aşırı duygusala bağlayabilecekleri (Bir bölümde Jessa bişeyler anlattı ya çocuklarla ilgili) ve seksin görünüş açısından bir anlamda çok çirkin bir şey olduğu (Hannah’nın sevişmeleri ya da şu Marnie’nin godik sevgilisiyle yaptığı ve acayip sıkıcı seksler falan) bu kadar net bir şekilde çıkmamıştı karşımıza.

Uğur E. İyi dizi ya.

Rük: Peki. Aslında şu çirkin de olsa vücudunu gösterme meselesinin 70’lerin feminist örgütlenmelerine uzanan bir tarafı var. Marina Abramovic mesela. Beden üzerinden yaptıkları performansla sinema ve televizyonun kurduğu “kadın vücudu” imajını yerle bir etmişlerdi. Zorlasak Lena Dunham’da da böyle bir cesaret bulabiliriz. Ama sadece cesaret. Politik açıdan bir benzerlik olduğunu sanmıyorum.

(1.  Sezonun 6. Bölümünden Hannah’nın Adam ile yaptığı telefon konuşmasını izliyoruz)




Rük: Şimdi bu 6. Bölüm Hannah’nın kafa karışıklıklarına az da olsa ara verdiği ve kaygan zeminde biraz daha sağlam durmaya başladığı bir yere tekabül ediyor. Ne bileyim annesinin yapacağı maddi yardımı kabul etmemesi ve belki de ilk kez anne ve babasına yetişkin olduğunu gösterdiği şu banyo sahnesi bunun emareleri gibi görünüyor.

Uğur E: Evet. Bundan önceki bölümlerde hep ne yapacağını bilmeyen bir Hannah vardı karşımızda. Sürekli yanlış kararlar veren ve işin içinden çıkamayan bir yapıdaydı. Ama eve dönmesiyle birlikte yani New York’tan biraz uzaklaştığında kendini toparlamayı başarıyor. Zaten dizi biraz da bu New York ile alakalı. Hannah dünyanın başka yerlerinde kendini toparlayıp ayakta durmayı ne bileyim doğru kararlar almayı becerebiliyor. Ama New York’un kaygan zemininde epeyi zorlanıyor.

Rük: Biz New York’u sadece Woody Allen ve Seinfeld üzerinden biliriz. Oradaki yaşam koşulları işte efendime söyleyeyim hayata atılacak insanların çektikleri sıkıntılar çok da sikimde değil açıkçası. Çünkü bildiğin gibi benin tuvalet kapısında yorgan var. Onlar New York’ta hayata atılamıyorlarmış. Peh. Yemişim hayatını. Ama dediğin doğru tam bir şehir dizisi Girls. New York bütün olup bitenin merkezi konumunda. Bu yüzden Michigan’da gayet aklı başında bir insan olabilen Hannah New York’da aynı mahirliğe erişemiyor. Büyük şehir adamı yer bitirir Uğur. Bizde New York modelinde bir kent olmadığı için (İstanbul falan deme komik olur) biz bu durumu pek anlayamıyoruz.  Neyse benim diziyle ilgili şöyle de bir sorunum var. Bütün olay Hannah odaklı. Ben bu işin içinde Lena Dunham’ın  egosunu seziyorum. Bak mesela bu izlediğimiz bölümde diğer kızların hiçbirini göremiyoruz. Bu gelecekte dizinin gidişatı bakımından büyük sıkıntılar çıkarabilir. İnsanlar Hannah’dan yorulmaya başlayacaktır.


Birinci Bölümün Sonu.