21 Eylül 2017 Perşembe

Hüzün Çağının İlk Yılları




Martin Šulík, hakkını verebildiğimiz bir yönetmen değil. Versek daha mı iyi olurdu onu da bilmiyorum. Böyle biraz saklı kalması daha güzel sanki. Zahrada ya da Krajika gibi filmlerini bilen, seven çok insan var. Gerçeklikle bağları zayıf, çoğu zaman masala meyleden işlerini dikkatle takip eden insan sayısı hiç de az değil.

Ama bir de bu Slovak beyefendinin 90’lı yılların başında çektiği çok hüzünlü, buradan Çin’e kadar hüzünlü bir filmi var: Sevdiğim Her Şey (Všetko čo mám rád)

Bu filmi ilk izlediğim günü çok iyi hatırlıyorum. Lisedeydim. Cnbc-e’de Geceyarısı Sineması olması lazım, öyle bir kuşak vardı. Ama adının vadettiği gibi korku ya da gerilim filmleri olmazdı. Ne bileyim, hafif erotik, fantastik ve bolca art house filmler olurdu. Bir hafta Ken Russell filmi varken diğer hafta Tsai Ming-liang’in The River’ını koyarlardı mesela. İşte Sevdiğim Her Şey de bir cumartesi gecesi bu kuşakta öyle başlamıştı.

Martin Šulík’i Zahrada’dan bildiğim için bu filmi de epey heyecanla beklemiştim. Başladığında ise bir liseli olarak boyumu aşan bir hüzünle karşı karşıya olmanın sevincini yaşamıştım. Tipik bir Sulik filmi gibi bölümler halinde ilerleyen ve her bölümün sonunda iç acıtan bir müziğin çalıp sahnenin karardığı Sevdiğim Her Şey, gidememek üzerine yapılmış en güzel eserlerden biri.



Bir İngiliz ile sevgili olan Tomás, onunla birlikte İngiltere’ye gitmeyi ister ama eski karısı, ailesi ve çocukları onu bırakamamaktadır. Özellikle eski karısı ve oğlunun ona epey ihtiyacı vardır. Pek yemek yemeyen aslında hiç yemek yemeyen ve aslında kendisini bağlayan şartlar dışında hayattan keyif de alabilen Tomás, kararsızlıklar içinde günlerini geçirir. Bir taraftan oğluna, eski karısına ve ailesine kızgındır çünkü gitmek istemektedir. Ama bir taraftan sevgilisine de kızgındır çünkü bir anda hiç de aklında olmayan bir fırsat sunmuştur ona.

Fırsatlar sandığımız gibi her zaman mutlu etmez bizi. O fırsatı kaçırmak ya da değerlendirmek de insanı mutsuz eden bir süreçtir aslında. Bu tip durumlarda o kararsızlığı yaratan fırsatın ortaya çıkıp varolan düzeni bozmasına da çok öfkeleniriz. Tomás da aslında içten içe böyle bir öfkeye sahip. Hem bu fırsata, hem fırsatı yaratan sevgilisine hem de bu fırsatı kendi kararıyla değerlendirmesine engel olan ailesine kızgındır. Elbette kendine de. Bazen bu kızgınlığı özellikle oğluna karşı fiziksel bir tepkiye kadar dönüşür. Bir yerden sonra Tomás bir şeyi fark eder. Gitse de kalsa da birilerini bırakacaktır ve sonunda elbette geriye “yine biraz hüzün kalacaktır.”

Saf hüznün, kederin ve gelip geçiciliğin yarattığı boşluğun izleri var bu filmde. Ozu filmlerinden aşina olduğumuz “her şeyin gelip geçiciliğinin” yarattığı keder bu filme de sinmiştir Keşfedilmemesi ve çok bilinmemesi de aslında filmin bu saf hüznünü görünür kılıyor. 1992'den bir Slovak filmi adeta hüznün uzun çağına hoş geldiniz diyor. Hoş bulduk Martin bey, hoş bulduk.

4 Eylül 2017 Pazartesi

Geri Dönmenin İmkansızlığı ya da Birkaç Sonsuzluk Ânı



Aklımda sadece bazı görüntüler ve replikler var. “O bizi bir milyon yıldır bekliyor,” mesela. Miranda, Hanging Kayası'na çıkmadan önce söylüyordu bunu. Picnic at Hanging Rock da biraz bu aslında. Bir yere gitmek, seni beklediğine inandığın bir yere, bir şeye ve geri dönmemek.

Gerçek hayatta (o da ne demekse) karmaşık olan, çözemediğimiz ve asla çözemeyeceğimiz şeyler varken sinemadan ya da genel olarak sanattan bu kadar netlik beklememiz anlamsız geliyor bana. Picnic at Hanging Rock bu yüzden başyapıt aslında. Dört kız ve hocaları 1900’lü yılların başında Avustralya’da Hanging Kayası'na çıkar ve ikisi hariç hiçbiri bir daha geri dönmez. İki kız ve hocasının akıbeti hiçbir zaman bilinmeyecektir. Geri dönen Irma ise “orada” ne olup bittiğini hiçbir zaman hatırlamayacaktır.

Elimizde fikir yürütebileceğimiz birkaç şey kalır. Miranda’nın Sara’ya “sevecek başka birilerini bulmalısın, ben bir daha dönmeyebilirim” demesi mesela. Filmle ilgili yazılmış şahane yazılar da var. Ama üstüne ne yazılırsa yazılsın, yönetmen Peter Weir’ın dediği gibi “onlara ne olduğunu kimse bilmiyor.”

Bu bence harika bir şey. Yani ortada açıklanması gereken bir durum olması ama açıklanamaması. Filmin Freudyen ve Viktoryen okumalarında bolca “cinsel atlas” “baskı dönemi” “kapalı ve baskıcı olanın karşısında doğanın kollarına dönüş” vs. gibi başlıklar görebilirsiniz. Hepsi doğru olabilir. Ama bence önemli olan filmin izleyici üzerinde bıraktığı o mistik etki. Çok basit, üç insan “yukarıya çıkmıştır” ve bir daha dönmemiştir. Filmin başında Miranda’nın dediği gibi ya da alıntıladığı gibi “bir rüyanın içindeyiz” belki de.

Sinemanın hayatı aştığı ve bir anlamda şartlandığı hayattan bağımsızlaştığı anlar var diye inanıyorum. Bu anları sadece çok iyi filmlerde görebiliyoruz. Öteye geçmek, ötesini hayal edebilmek ve sonsuzluğun bir çizgisine dönüşmek... Sinema bunu başarabilen sanat dallarından biri. Picnic at Hanging Rock da bu “bağımsızlaşma” anına ulaşabilen filmlerden. Her bir karesi kutsanmış gibi bir hipnotik etkiye dönüşen ve kendinizi filme bıraktığınızda izleyici konumunu terk edip o deneyimin bir parçasına dönüşebildiğiniz…


Picnic at Hanging Rock’ı hep müzikleriyle, bazı şeylerin belirsizliği ve bu belirsizliğin güzelliği üzerine düşünürken hatırlıyorum. Film de adeta bizi belirsizliğin güzelliği ve sonsuzluğu üzerine yolculuğa davet ediyor. Bu davete hayır demek büyük bir kayıp.

17 Mart 2017 Cuma

Chantal'i Gördüm




Philippe Garrel'in 1985 yılına tarihlenen bir filmi var: She Spent So Long Under the Sun Lambs (Elle a passé tant d'heures sous les sunlights...) Oldukça kişisel, oldukça depresif ve kapalı bir film. Ama bu filmde bir şey var. Bir de değil, birçok şey var. Mesela Jean Eustache'ın anısı var. Philippe Garrel'in yakın arkadaşı, sapasağlam bir yönetmen, sadece Anne ve Fahişe (La maman et la putain) değil, başka, gizli başyapıtları da olan ve bu dünyadan kendi isteğiyle ayrılan Jean Eustache yani. İşte o Jean Eustache'a adanmış bir film bu. Garrell'in 10 yıl boyunca hastalıklı ve tutkulu bir ilişki yaşadığı Alman müzisyen ve oyuncu Nico ile yaşadıklarının dökümü bir bakıma. Film yapmak üzerine, bir filmde bir acıyı, bağımlılığı ve en temelde aşkı gösterebilmek üzerine bir deneme. O kadar kişisel ve kapalı bir film ki olup biteni anlamak için Nico’nun eroin bağımlılığını, ikilinin ilişkilerinde olup biteni biraz araştırmanız gerekiyor. Ama tüm bunlar bir başyapıtla tanışmanıza da engel olmuyor.

Her neyse, asıl meseleye geleyim, Garrell, filmin bir noktasında Chantal Akerman ile buluşuyor. Ona yeni filmi için para bulduğunu söylüyor. Chantal parayı nereden bulduğunu sorduğunda ise Garrell bir eroin işini çözdüğünden bahsediyor. Chantal de gülümseyip “demek o yüzden öyle telaşlıydın" demekle yetiniyor.
  
Uzun sayılacak bu yakın planda Chantal’in sadece yüzünü ve sigara içişini görüyoruz. Bir de kırık gülümsemesini. Bir şeye şaşırmaktan, tepki vermekten ya da sevinmekten vazgeçmiş gibi. Film 1981’de intihar eden Jean Eustache’a adanmış, içinde çok hüzünlü ve 2015’te intihar edecek bir Chantal Akerman da var. Ve şimdi, bugün izleyince, filmi bir bakıma ileri doğru atılmış bir hüzün adımı gibi okuyabiliriz. Bağımlılıklar, dibe vuruşlar ve nihayet ölümler...

Filmlerin hayatla şartlanan ama bazen onu da aşan gücünün karanlık bir örneği She Spent So Long Under the Sun LambsSinemayla hayatın birbirine karıştığı, aralarında bir faz farkının kalmadığı kaygan bir zemin. Belki de bu yüzden hâlâ bu kadar iyi bir film ve belki de bu yüzden hâlâ gizli saklı atağıyla yüzümüzde yumruk gibi patlayan bir kedere sahip.