Kurosawa filmlerini çok
seven bir amcam var. Lise yıllarımda, film bulmanın pek de mümkün olmadığı zamanlarda, Ankara’dan getirdiği bir tomar Divx vermişti bana. Filmlerin hepsini izleyene
kadar lise de bitmişti zaten. Ama Kubrick olsun, Visconti olsun onun sayesinde
girmişti hayatıma. Ama en çok da Kurosawa.
Fakat şöyle bir durum
var ki ben Kurosawa filmlerini sevmem. Daha doğrusu sevemedim. Dersu Uzala
olsun, Ran olsun, hepsi sıkıcı filmlerdi gözümde. Her neyse. Bu amcam geldi
geçen gün buralara. Baba tarafının kültür sanat yolunda gösterdiği devamlılık
her zaman ilgimi çekmiştir. Aralarında kötü de olsa kitap yazanlar, fotoğraf
sanatçısı yahut ressam olanlar var (Bir tane de Viyolonsel çalan kuzenim varmış
ama onu hiç tanımadım). Ama bütün bu kültür ateşesi havalarına rağmen pek
yakınlık kuramamışımdır hiçbiriyle. Arada mesafe olması, büyürken başka
kentlerde olmamız vs. hep bir sorun teşkil etti. Her neyse. Bu amcam hâlâ Kurosawa
seviyor. Sevmeyen insanlara da bir anlam veremiyor. İkinci anlaşamadığımız
nokta ise Fellini. Ben Fellini de sevmem. Amcam bilakis Fellini’yi de çok
seviyor. Ortak noktada buluşalım diye Antonioni öneriyorum “Mehh” diyor. “Tamam
o zaman Fassbinder” diyorum “Öehhh” diyor. Karşımda 52 yaşında bir adam var ama
ben 5 yaşındaki çocuğa yönetmen beğendirmeye çalışıyormuş gibi hissediyorum. Söylediğim
her isimde yüzü buruşuyor ve çocuk gibi sesler çıkarıyor zira.
Konuyu ciddileştirmek
için babamla aralarının neden bozuk olduğunu soruyorum “Bozuk değil de
mesafeliyiz” diyor yine o kurtulamadığı çocuk ses tonuyla. Neden mesafeli
olduğunu sorduğumda ise bana şöyle bir hikâye anlattı: Bundan yıllar önce halaların
falan hep beraber babanı ziyaret etmek için Alanya’ya gittik. İşte buluştuk,
oturduk bir kafeye. Herkes siparişlerini verdi. Sonra baban “Ben bir tuvalete
gidip gelicem” dedi ve masadan kalktı. Bir daha da geri dönmedi. İşte böyle. Aradan
sekiz yıl geçtikten sonra yani geçen sene gördüm işte onu. Bir şey de demedim,
hatırlatmadım ayıp olmasın diye.
Şimdi bu hikâye beni
elbette şaşırtmadı. Zira daha önce de duymuştum bu hikâyeyi. Ama nedense amcam üzerinde yıkıcı bir etkisi olmuş. Gerçi amcam da bir bakıma haklı tabi. Onca yol
gidiyorsun adamı görmek için ama eleman beş dakka sonra satışı koyup vınn
kayboluyor ortadan. Bu hastalıklı yalnızlık durumu dediğim şey baba tarafında
ata sporu gibi bir şeydir. Örneğin diğer amcamın bu “hastalıklı yalnızlık” konusunda ödülü hak eden bir performansı var. Onu da büyük amcamdan dinliyorum. Şöyle:
Baban gene iyi. Diğer amcan ciddi bir hastalık geçirmiş. Hani hayat memat
meselesi var ortada. Ama hiçbirimize haber vermiyor. Sonra gidiyor herif çok
ağır bir ameliyata giriyor. Ameliyata girmeden önce hastabakıcıya eşyalarını
emanet edip “Hakkını helal et” diyor. Üç yıl önce olmuş bunlar. Geçen gün
anlattı bana gülerek. Ne yapayım yani ben şimdi bu adamı? Döveyim mi? Anasına küfredicem
o da olmayacak.
Aslında tam bir Glass
ailesi olma potansiyeli varmış bizim Keser ailesinin. Onlar da 7 kardeş. Onlar da
iki kız beş erkekten mürekkep. Ama işte konjonktür gereği pek de özelliği
olmayan hayatlar yaşıyorlar. Glass ailesi kadar konuşkan da değiller. Biri dışında
edebiyata da yatkınlıkları yok. Üstün zekâ desen hak getire. Ama kimi ilginç
durumlar Keser ve Glass ailesini az da olsa yakınlaştırmış işte.
Neyse. Kurosawa’ya geri
döneyim. Dedim ki amcama “Bak Wes Anderson var amca” biraz durdu. Hatırlamaya çalıştı.
“Haa ben 2000 sonrası ile alâkalı değilim” dedi. “Doksanlarda da film çekti ama”
dedim. “Orası beni ilgilendirmez. 2000’li yıllarda hâlâ film çekiyorsa
ilgilenmiyorum işte. Bak Kieslowski’ye çekmiş mi 2000’lerde film? Çekmemiş. Peki
neden?” “Adam öldü çünkü doksanlarda” “E orası beni ilgilendirmez. Hem konu bu
değil”
Bir yere
varamayacağımız kesindi. O yüzden birkaç klise gezdik. Odaya döndüğümde vcd
şeklinde mevcut olan bazı Kurosawa filmlerine baktım. Aldım Rashomon’u taktım
bilgisayar’a. Bilgisayar vcd’yi tanımakta epey güçlük çekti. En sonuda “vick
vick” sesleriyle takıla takıla da olsa oynatmaya başladı filmi. Bir süre
izledim. Akabinde “Sevmiyorum lan işte Kurosawa’yı allah allah ya” diye
bağırdım. Bu bağırışıma site sakinleri pek anlam veremedi ama alt ve karşı
balkonlardaki gürültü kesildi. Farkında olmadan etrafa korku ve dehşet
saçmıştım. Baktım Greenberg inmiş. “Böyle şeyler izleyim ben artık” dedim. Greenberg
bittiğinde ise “Ben Stiller’dan bile bunalımlı tip yapmışlar anasını satayım,
koyayım böyle bağımsıza” dedim. Ama filmi de bir şekilde sevdim. Annem Murathan
Mungan’ın on beş milyon kitabından biri olan “Erkeklerin Hikâyesi” ni almış
eve. Kitabın kapağına bir süre bakıp “Erkeklerin hikâyesi ne amına koyim” dedim.
Yatağa girdim. Bir süre Kurosawa’yı düşündüm. Birlikte waffle yediğimizi hayal
ettim. Kurosawa onun hakkındaki düşüncelerim nedeniyle epey üzgün görünüyor
mesela. Ben de çok üzgün bir şekilde waffle yiyen bir Japon nasıl teselli edilir
diye düşünüyorum falan. Sonunda da waffle’dan koca bir ısırık alıp ağzım dolu
bir şekilde Kurosawa’ya “Abi kültür farkı var ya ondan sevemiyom ben senin
filmlerini. Yoksa inan ki iyi yani senin filmlerin” dediğimi düşünüyorum. Uykuma
saatler varken yatağa girdiğimi fark ediyorum. Yataktan çıkıp Tesla belgeseli izlemeye
başlıyorum.
evet,
diye düşünüyor clarissa, bugün bitse iyi olur. partilerimizi veriyoruz;
kanada'da tek başımıza yaşamak için ailelerimizi terk ediyoruz, yeteneklerimiz
olsa da elimizden gelen çabayı göstersek de, en olmayacak umutları beslesek de,
dünyayı değiştiremeyecek kitaplar yazmak için uğraşıyoruz. hayatımızı yaşıyor,
istediğimizi yapıyor ve sonra da uyuyoruz; işte bu kadar basit ve kolay.
bazıları camdan atlıyor ya da boğularak intihar ediyor ya da hap yutuyor; çoğu
kazayla ölüyor; ve çoğumuzu, büyük çoğunluğumuzu, bir hastalık yiyip bitiriyor,
ya da eğer şanslıysak, zamanın kendisi. avunacak bir şey var: ne olursa olsun,
hayatlarımızın önümüzde açılıp bize hayalini kurduğumuz her şeyi sunduğu
saatler var; çocuklar dışında herkes (belki onlar bile), bu saatlerin
arkasından kaçınılmaz olarak başkalarının, daha karanlık ve daha güç saatlerin
geleceğini bilse de. yine de kentin, sabahın keyfini çıkarırız; ne olursa olsun
daha fazlasını umut ederiz.bunu neden bu kadar sevdiğimizi tanrı bilir.
Michael Cunningham -
Saatler
Sonra da diyorlar
hayattan çok kopuksun. Bir yerden sonra mallaşan bir arkadaşım var. Ona bazı
şeyler anlattığım zaman “Ama hayat böyle değil hacı. Gerçek bu değil” diyor.
Ben de ne içiyosam işte artık ondan bir yudum daha alıyorum. Hayat
konusunda kimseden icazet alacak değilim. Özellikle de bir kadından. Şu yukarıda
gördüğünüz paragraf, olabilecek birçok şeyin özetidir kanımca. Devam etme
duygusu hiçbir zaman “Show Must Go On” kafası değildir. Şov falan yok ortada.
Sadece devam etmemiz gerektiğini biliyoruz. Şu veya bu sebepten. Ama devam
ediyoruz. Kim söylemişti hatırlamıyorum ama “En büyük acının bile
atlatılma süresi 24 saattir” gibi bir söz vardı. Bu yaşadığınız acının ya da
başka bir şeyin biteceği anlamına gelmiyor. Sadece bir atlatma süresine işaret
ediyor. Ben şimdi mesela oturup Dylan Moran gösterileri izleyip kahkahalarla
gülebiliyorum. Neden? Çünkü yapacak başka bir şey yok. Etrafımda “Ya şöyle
mutsuzum, böyle depresifim” diyen insanlar da istemiyorum artık. Neredeyse tüm
hayatım onları dinlemek hatta uğraşmakla geçti. Ölmek isteyen gerçekten ölebiliyor
arkadaşlar. İntihara meyilliyseniz lütfen gidip bunu eyleme dökün. Bunu bir
yardım çağrısına dönüştürmek aşağılıkça ve ahlâksızcadır. Özellikle de bu
saatten sonra.
Kendimize kötülük
yapmak istediğimizde birilerini arayıp mızmızlanmak yerine oturup art arda üç
tane bunalımlı Bergman filmi izliyoruz biz. Her nedense sadece yar. doç’lardan
oluşan çevremizin söylediklerini hatırlıyoruz: “Şöyle ya da böyle. Bir yere
varmayacak Aras. Çok düşünmemek lazım” ya da “O çocukların bütün meselesi,
acısı falan filan, hepsi bir kıza bakar Aras.” Aynen öyle. Hayatının aşkını
bulamadığı için depresyona girip intihar düşüncelerine kapılan kişiler lütfen
bundan sonra düşüncelerini sözle değil eylemle dile getirsinler.
Dylan Moran’ı hakkaten
çok seviyorum ama. Black Books gayet iyiydi. Gösterileri de (“Yeah Yeah Yeah” ve
“Like, Totally”) şahane. Saatlerimizi harcamanın güzel bir yolunu bulmanın
sevinci işte. Bir de Louie var dünyanın en komik olmayan komedi dizisi. O kadar
ki kahkahalarla gülebiliyorsunuz. İngilizce çalışıp akabinde Jandarma’nın
–nedense- kitaplaştırdığı bir eserden Fransızca denemeleri yapıyoruz.
Öğrendiğim kelimeleri bulmak için Çalıntı Öpücükler’i açıyorum. Tam da
anladığımı düşünürken Erdi Antakya’ya çıkartma yapıyor. Abdo Döner şahanedir.
Et döneri dedin mi dünyadan Abdo’ya doğru yolculuk yapacaksın. Biz de öyle
yapıyoruz. Fakat Erdi tavuk döner yiyor.
Antakya gereğinden fazla tuhaf bir
yer. Klise’ye kebap söylemek gibi şeyler yapıyoruz burda. Odaya dönünce Larry
David’in sona erdiğini Louis C.K.’nin başladığını tespit ediyorum. “Ben ne
olacağım lan” diye çıkıyor ortaya Dylan Moran. “Seni de seviyoruz Dylan”
diyorum. Yerine geri dönüyor.
Televizyonda Cübbeli Ahmet var. Hakkaten de cübbeli yani. Cübbesi var
adamın. Hz. İbrahim’den bahsediyor. “Aslında güzel adam lan bu Cübbeli”
diyorum. Dediğine göre Hz. İbrahim’in peygamber olduğuna eşi ve çocuğu inanmış
sadece. Ahiret gününde olacaklardan da bahsediyor Cübbeli. Bütün peygamberler
onlara inananlarla birlikte toplanacakmış. İşte Musa gelecek ne bileyim arkasında
50 milyon kişi. Sonra İsa ve Muhammed gelecek, işte onların da arkasında
milyarlarca insan olacakmış. Aslında bildiğim bir konu bu. Yıllardır da
düşünürüm üstüne, sorular sorarım ama bir karşılık alamam. Sonra ahiret
olaylarına bir reklam arası verildi. Hz İbrahim’i düşündüm reklam arasında
kahve yaparken. Odaya geri dönüp yıllardır cevabını aradığım sorulardan birini
sordum anneme “Diğer peygamberler gelecek arkalarında milyarlarca insanla, peki bizim
İbrahim ne olacak orda? Millet milyonlarla alay ederken bizimki ahanda işte
bunlar bana inandı diye iki kişiyi mi gösterecek? Allah ne diyecek peki ona?
“Tamam İbo biz seni de seviyoz lan” mı diyecek?” Annem cevap vermek yerine
telefonla birini arayıp yemek tarifi aldı.
Kimsenin oruç olmadığı
bir iftarı eylerken bulunduğumuz mekâna lisedeki sevgilim geliyor kocasıyla.
Hüzünlenir gibi oluyorum ama kocası öyle çirkin ki buna fırsat bulamıyorum. O
göbek, o kel kafa, zavallı Çiğdem diyorum, tanıyor beni, aynı yaştayız ama o 40
gibi duruyor. Selam yerine bir bakış atıyor bana “İşte böyle bir dünya” bakışı.
Bir şeyden kurtulamazsanız o şeyi sevmek durumunda kalıyorsunuz. Çiğdem de
kocasını bu şekilde seviyordu galiba.
Her şeye rağmen şanslı
olduğumu düşünerek yeniden odaya geliyorum. Evrenin sadece %5’i hakkında bilgimiz
varmış. Oysa ben sadece yabancı dil sınavına kaç para vereceğim bilgisini merak
ediyorum. Ümit ölmeye devam ediyor. Erdi orman yangınları nedeniyle Antalya’ya
varamıyor. Eski sevgilime “Hayat ne lan böyle” diye mesaj atıyorum. Gülücük
yollayıp beni özlediğini ve bir ara görüşmemizi söylüyor. Bir Otar Iosseliani
filmi izlemek için epey geç olan bir saatte bir Otar Iosseliani filmi izlemeye
başlıyorum. Uykumda beni yıllar önce başlamış bir bahçe bekliyor. Hepsini
sevmeye çalışıyorum. En çok da geçen saatleri.
Biz eskiden hayata
anlamlar biçerdik. Bir sürü yorumlarda bulunurduk. Sokakta elimizde şarap saçma sapan bağırdığımız olurdu. Ama genel olarak hep evdeydik. Evde de
değil, odadaydık. Çok büyük maceralarımız olmadı. Hayat tecrübemiz ise filmler,
kitaplar üzerinden edinilmiş şeylerdi. Türkiye’nin çeşitli kentlerinde birçok
odada bulunduk. Bu kentlerin bazılarında bizim gibi odalarından pek çıkmamış
insanlarla tanıştık. Uzun süreli olmayan bu arkadaşlıkların sonunda başka
kentlerdeki başka odalarımıza geri döndük.
Hâlâ bir odadayım.
İzmir’den 16 saatlik bir seyahat yapıp başka bir odaya geçiyorum. Bir süre
sonra burdan geri dönüp İzmir’deki odamda hayatımı sürdürmeye devam edicem.
Aradan zaman değil de sadece birkaç film ve kitap geçmiş olacak. Mesela Ruby
Sparks’ı gördüğümde “Hımm bunu Antakya’daki odada izledim” diycem. Hani fena
olmayan bir film. Çok uzun yıllar sonra hatırlamayacağım bir film. Zoe Kazan’a
hâlâ ısınamadığımı gösteren bir film. Ama yine de şu “Fransızca” sahneleriyle
epey ilgimi çeken bir film. Ardından Güz Sonatı izlediğim bir başka oda. Filmin
25. Dakikasında uykuya yenik düşmem, rüyamda başka bir odada bir arkadaşın
çocukluğuna yapılan ziyaret.
Zamanında entelektüel
kaygılarım vardı. Bir şeyi izlememin ya da okumamın nedeni sadece o şeylerin
izlenmesi ve okunması yönünde aldığım duyumlardı. Yaptığım bir İstanbul
ziyaretinde İstanbul Modern’de mutlaka görülmesi gereken şeyler olduğu
yazılıyordu Radikal’de. Ben de fırsat bu fırsat diyip gitmiştim İstanbul
Modern’e. Gördüğüm şeyler bana neredeyse hiçbir şey ifade etmemişti (Ki zaten
etmemesi gerekiyormuş bunu da bu yaşımda anladım). Ama bir iş vardı ya da bir
eser, nasıl söyleniyorsa işte. Rus bir kadının işiydi bu. Adı “Odadan Uzay’a
Uçuş” olan bir iş. Çok bir şey de yoktu aslında. İşte bir oda dizaynı, öyle
yukarıda bir ufo falan da yok. Sadece tavanda bir delik açmışlar. Delikten odaya ışık süzülüyor. Odanın içinde
de yatağında oturmuş kitap okuyan bir çocuk. Fakat elinde kitap yok. Olağanüstü
etkilendiğimi hatırlıyorum. Hiçbir şey anlamadığım durumların beni acayip
etkilediğini de ilk kez orda anlamıştım.
Orta halli bir memur
ailesinin çocuğu olduğum için hayatım Modern Sanat Müzeleri’nde geçmedi doğal
olarak. Ama o gün “Eğer modern sanat buysa, kurban olurum ben böyle sanata”
demiştim. O İstanbul sürecinde sırf öyle bir iş görürüm diye tekrar tekrar
gitmiştim İstanbul Modern’e. Ama Cihat Burak’ın kedili tabloları ve “O Diyarlar
ki Orada Acayiplikler Var” (Adını yanlış hatırlıyor olabilirim) adlı şeyi
dışında bir şey kalmamış aklımda.
İşte dışarıda görüp de
etkilendiğim şeyler bu kadardır sanırım. Onun dışında bütün hayatımızı
yönlendiren, değiştiren şeyler hep odalarda oldu. “Odadan Uzay’a Uçuş” adlı
şeyin bende bıraktığı etkinin bir benzerini ise sadece bir şarkıda bulmuştum:
Mad World. Donnie Darko’nun sonunda çaldığında, sözlerini hiçbir şekilde
anlamasam da aynen Odadan Uzay’a Uçuş’u gördüğümde hissettiğim şeylerin
benzerini yaşamıştım. Şarkıyı daha sonra birçok kez dinlesem de o tuhaflık ve
anlaşılmazlık bir türlü sona ermedi. Dünyada bir sır varsa –ki yok- kesinlikle
bu şarkı ya da o işle alâkalı bir şeydir. Mad World’ün Gary Jules tarafından
tekrar söylenmesi başka bir yaşama işaret eden bir şeydi. Bunu şarkının ilk
halinde hiçbir şekilde göremeyiz. Garey Jules şarkıyı alıp ona bir ruh üfledi
ve o gün bugündür belirsizlik sürüyor (Youtube’da 60 milyon kez dinlenmesi
hiçbir şey ifade etmez. Belirsizlik kafa sayısının çokluğuyla ortadan kalkmaz).
Ne zaman bir
belirsizlik ortaya çıksa ya da ne zaman hiçbir zaman anlayamayacağım bir şeyle
uğraştığımı düşünsem aklıma ya Odadan Uzay’a Uçuş ya da Mad World gelir. Mesela
ölen bir arkadaşınız vardır. Siz onun neden öldüğünü, bunun nasıl oluştuğunu ve
sonuçlarını kesinlikle bilir ve yaşarsınız. Dışarı çıkıp onun ölümünü bütün
haklı gerekçeleriyle onaylarsınız. O başka bir odadan gelip sizinle
tanışmıştır, sonra da ölmeye karar vermiştir. Siz de bu haberi alır ve üzerine
düşünmeye başlarsınız. Bu sizi kahreden bir süreç de olsa bir şekilde olayı her
yönüyle düşünür ve onun ölümünden kendinizi de sorumlu tutarsınız.
Her şey tam olması
gerektiği gibi işler. En sonunda yine odanıza dönersiniz. Telefon rehberinizi
açıp ölen arkadaşınızın numarasını silersiniz. İşte burada yeniden o tuhaflık
ve belirsizlik yakalar sizi. Ölümü, şu bu her şey çok net ortadadır, süreç
işler. Peki neden bütün belirsizlik ve acı onun adını telefon rehberinizden
sildiğinizde ortaya çıkar? Nedeni elbette yok. Sadece bu nedene ya da bu sırra
az da olsa ulaşmış -böyle bir sır olmasa da ulaşmış- şeylerle yetinmeye çalışırsınız. “Odadan Uzay’a Uçuş”u
tekrar görme şansım yok. Ama Mad World ile az da olsa yetinebilirim.
Daha önce Eymirli ile
Bored to Death üzerine konuşmalar yapmıştık. Birinci sezon odaklı bu konuşmalarda
dizinin polisiye düzeyinin yüksek ama yetersiz olmasının bir yerden sonra
problem doğurabileceğini öngörmüştüm. Şimdi aradan bir ay geçtikten sonra ve
Bored to Death’in üçüncü sezonunu da izledikten sonra diyebilirim ki öngörümde
tamamen yanılmışım.
Jonathan Ames’in ikinci sezondan itibaren
dizinin polisiye dozunu düşürüp karakterlerin günlük hayatlarına odaklanmaya
başlamasıyla Bored to Death tadından yenmeyecek bir hale gelmeye başladı. Ve her
yeni bölümüyle de çıtayı biraz daha yükseltip bizleri mutlu etti. Üç karakterin
(Jonathan, George ve Ray) “büyüyememiş” hallerini erkeklik gibi bir kod
üzerinden değil de “insan olma” durumu üzerinden ele almaya başladıkça Bored To
Death küçük çapta bir başyapıta dönüştü. Eşcinsellik,ensestlik, sübyancılık
vs. gibi konulara değinen ve bütün bu durumlara alabildiğine naif ve hassas bir
şekilde yaklaşan Jonathan Ames üçüncü sezonla birlikte mesajını daha net bir
şekilde vermeye başlıyordu.
Jonathan
Bu “insan olma” durumu
verili olan duygu ve davranışların reddedilmesiyle ortaya çıkan bir durumdur. Bizler
hep toplumsal ahlâkı reddetmenin çok cool bir şey olduğunu düşünerek büyüdük. Sanki
yıkılan her tabu bizi özgürleştirecekmiş gibi davrandık. Fakat elimizde kalan
şey yine küçük bir mutsuzluk oldu. Aslında bunun sebebi içten içe gerçekten de
toplumsal bir ahlâka inanmamızdı. Bundan kurtulduğumuzu zannettiğimizde bile
beklenen özgürlük ya da mutluluğa erişememiştik. Harcanan çaba, şöyle ya da
böyle olma duygusu aslında olduğumuz şeyin de yok olmasına neden oluyordu. Kısacası,
sürekli kendi üzerimize gelip çeşitli engel ve hedefler yaratarak hayatı olduğu
gibi görme fırsatını kaçırıyorduk. Ahlaki bir durumu kabul ya da reddetmek
olduğumuz şeye neredeyse hiçbir fayda sağlayamıyordu. Çünkü her iki durum da
olağan akışa yapılan müdahaleden başka bir şey değildi.
Bored to Death işte bu
yukarıda bahsetmeye çalıştığım durumu çok iyi kavramış bir yapıya sahipti.
Jonathan, Ray ve George toplumsal açıdan ahlâki diyebileceğimiz neredeyse
hiçbir özelliğe sahip değiller. Fakat bunun edebiyatını da yapmıyorlar. Ahan da ne
güzel sürekli ot içiyoruz, sperm satıyoruz, ensest yaşıyoruz demiyorlar. Üçünün
de çocuksu ve kırılgan yapıları ve birbirlerine duydukları şefkat duygusu “insan
olma” denen şeyin unutulan ya da deforme olan özellikleri olarak dizi boyunca
yeniden hatırlatılıyor. George’un zarafeti, Ray’in çocuksuluğu ve Jonathan’ın saflığı bir araya gelince içinde
hiçbir “kötülüğün” bulunmadığı bir ilişki modeli çıkıyor ortaya.
Ray (Süper Ray)
Bir şekilde mutlu olmak
için çabalayan, hayata tam olarak ayak uyduramasa da bir sürü badireler atlatıp
yeniden bir araya gelen üçlümüz hayatı yaşamanın bir başka modelini
öneriyorlar. Jonathan’ın dedektiflik maceraları, Ray’in bir yerden sonra ünlü
olmasına sebep olan koca penisli kahramanların başrolde olduğu çizgi romanları
ya da George’un yaşadığı bir sürü ot ve seks macerası karakterlerin
kırılganlığına ve güvensizliğine çare olmuyor. Bahsettiğimiz model de tam
burada ortaya çıkıyor. Ne yaparsak yapalım aslında hiçbir şey o kadar cool
değil diyor Bored to Death. Siz birbirinize elinizden geldiğince şefkatli
davranın ölüp gideceksiniz diyor. Dolgun yaşamaya bakın günleri diyor. Bunu neredeyse
hiçbir toplumsal norm ile bağdaşmayan bir şekilde de olsa bütün ahlâki kurallara
bağlılık göstererek de olsa bir şekilde uygulayın diyor.
İkinci ve üçüncü
sezonda karakterler zenginleştikçe hikâyenin akışı da hızlanmaya başlıyor. Böylece
anlıyoruz ki belirli bir akış yaratmak için illa da dedektiflik olaylarına
gerek yok. Karakterlerin kişisel olaylarının akıcılığı ve komedisi bir diziyi
on sezon bile götürebilir. Bored to Death de işte tam bu kıvama gelmişti. Karakterler
yerli yerine oturmuş ve dizi asıl şimdi doruğa ulaşacakken allahsız HBO diziyi
iptal etti.
George
Dünya minvalini
kaybetti sevgili dostlar, bu kesin. Bu duruma bakıp distopya yaratmak da mümkün epeyi gülmek de
mümkün (Aslında bu kayboluşun komedisini Bored to Death’den daha iyi yapan bir
başka dizi var: Louie. Onu da yazarız bir gün). Bored to Death tüm bu kaybolma
durumunun ortasında birbirine tutunmuş ve genel olarak komik ve kırılgan
karakterleri getirdi önümüze. Dünya kötüye gidiyor evet. Ama bu yeni bir şey
değil. O yüzden sürekli üzülüp, anlayamamak yerine Bored to Death izleyip iyi
hissedebiliriz. Kötüye giden bir dünyada iyi hissetmek de yeterince güzel bir
şeydir.
Ey
güzelim sümbül ve teber, ey canım, ey Starlet..
Filmlerle
anlayıp, fark etmenin kötü tarafları da var. Bu durumlar insanı bir tür
yanılsamaya götürüyor. Mesela bir aşk ilişkisini ele alalım. Filmler bu ilişki
modelini ya sömürür ya da sonuna kadar romantize edip yine sömürür. Arada işini
bilen, az çok sanat kaygısı olan yönetmenler ise bizleri çok güzel şeylerle baş
başa bırakırlar. Bir şeyden sizi gelip kurtaracak olan şey de aşktır, bir
şeyden sizi gelip kurtardıktan sonra köprü altına düşürecek olan şey de aşktır.
Yani ne olursa olsun işin ucu bir şekilde buraya dokunur. Ne bileyim Fassbinder
aşkı alır sömürülme ve yıkılmanın bir modeli olarak ele alır, Truffaut gelir
büyüyen bir Doinel’in hayatın gerçekliğiyle yüzleşmesinin bir metaforu olarak
ele alır.
Fakat
bazı filmler vardır, bunlar küçük filmlerdir, iddiasız filmlerdir.. Onlar size
gelip der ki; Her şey bu kadar değil arkadaşım.. Mesela hayatta farklı
durumlarda bulunan iki insanı bir araya getirir bu filmler ve size garip bir
100 dakika yaşatırlar.. Hiç öyle aşk meşk meselesine de girmez, terk edilmiş
bir kadını ya da aşktan yapayalnız kalmış adamı koymazlar önünüze.. Hayat bazen
işte bu kadar küçük ama güzel duygularla sürebilen basit bir şeydir der bu
filmler..ler. Sen öyle evinde oturup yok sevmekmiş, unutmamakmış falan
uğraşıyosun ama bak bu kadar ufacık şeylerle de bir yetinebilirsin, yeter
ki sevdiğin şeyi bir iştaha çevirip kendini tatmin etmeye çalışma, öylece sev
işte, bazen genç bir kızı bazen bir yaşlı kadını bazen de ne bileyim çubuk
krakeri, çok da büyütme, sadece sev işte amına koyim der bu filmler.
Küçük
durumlardır bunlar. O yüzden de ancak filmler ya da kitaplar kaldırabilir bu
küçüklüğü, bir de hayatımızın, kafamıza ara verdiğimiz, olan biteni olduğu gibi
ele aldığımız dönemlerinde anlarız böyle şeyleri. İşte böyle Starlet gibi
şeyleri.
Konusuna
baktığınızda “Ooo, porno yıldızı varmış işte bu bir kadının paralarını
istemeden de olsa çalınca vicdan azabı çekmeye başlayıp kadına yardım etmeye
başlıyormuş, film de kimi yönleriyle porno sektörünün gerçekçi tarafını
işliyormuş” gibi şeyler görüp “E bakalım şu porno sektörünün gerçekçi yüzüne”
diyip odaklanabilirsiniz Starlet’e. Ama öyle değil işte anam babam öyle değil.
Bu sadece hayatta epey farklı yerlerde duran aslında mutsuz olan ama bunu bir
edebiyata çevirmeyen iki insanın oldukça “saf” ilişkisini anlatan bir film. Çok
Fassbinder izleyince böyle şeyleri hatırlamaya vaktiniz kalmıyor. Neyse ki
Starlet gibi filmler var da “Tamam da Rainer, güzel, ufak şeyler de var lan”
diyebiliyorsunuz.
Jane var bu filmde, genç bir porno film oyuncusu, bir de Sadie var yaşlı bir bingo
tutkunu. Filmin oldukça “sansasyonel” olabilme potansiyeline rağmen yönetmen
öyle bir dramatik yapı oluşturuyor ki asla bu sansasyona izin vermiyor. Ve siz pekâlâ bu kızcağız yani Jane bir garson da olabilirdi ve bu film yine böyle etkileyici
olurdu diyebiliyorsunuz. Jane’in bir porno oyuncusu olmasının gerçekten de
hiçbir numarası yok. Neden öyle peki? Çünkü öyle istemiş bu kadar basit. Tamam,
mutlu falan değil ama dedik ya garson da olsa mutsuz olacaktı zaten, bunun bir
esprisi yok. Filmin bir başka güzel tarafı da bütün karakterlerinin bir tür
kırılganlığa sahip olması ve bir şekilde iyi insanlar olmaları. Porno diyince
direk uyuşturucu, mafya, para gibi şeylerin konuşulduğu böyle bir dünyada çoluk
çocuk sahibi iyi bir aile babası olan bir porno yapımcısıyla karşılaşabiliyoruz
mesela. Ya da kendi ekonomik durumunun kötülüğüne rağmen ev arkadaşının
binlerce dolarına dokunmayan, ona ihanet etmeyen hatta onun bu parayı bir
şekilde çaldığını öğrenince delikanlıca bir tavır sergileyip ona kızan bir
porno yıldızı da var bu filmde.
Jane’in
başlarda gerçekten de bir vicdan azabı ile hareket ettiği aşikâr; fakat
anlıyoruz ki Jane, Sadie’den çaldığı parayı bir yerden sonra sadece onun mutlu
olması için, hayallerini gerçekleştirmesi için kullanmaya başlıyor. Bir
Büyükanne–Torun, Anne-Kız ya da arkadaşlık ilişkisi değil onlarınki. Bütün bu
ilişki modellerinden bir şey alan ama hiçbirine tam olarak uymayan, sadece, bir
şekilde, birbirine ihtiyaç duyan iki insanın filmi Starlet. Sadie ömrünün
sonuna doğru onu yalnızlıktan kurtaran Jane’e ne kadar bağlıysa Jane de
yavaş yavaş profesyonelleştiği yorucu porno sektöründen kaçtığı her fırsatta
sakinliği ve sevgiyi Sadie’de buluyor.
Her
iki karakterin de hayatında bir sürü trajedi var. Özellikle filmin sonunda
Jane’in Sadie’nin kocasının mezarına çiçek koyarken hemen yandaki mezarda
yatan kişinin ismi gelir gözümüzün önüne. Neyse daha fazla açık vermeyeyim.
Demek istediğim şu bunların hepsinden esaslı bir duygulanma bir melodram da
çıkabilirdi. Ama yönetmen bu yollardan vazgeçip her şeyi olduğu gibi bırakıyor.
O yüzden de Starlet çok güzel bir film oluyor.
Hayatta
böyle şeyler oluyor yani. Biz tercihimizi Tchibo’dan yana kullansak da,
hayatımızın bir noktasındaki ufak bir kırılmanın bugün epeyi anlamlı
gözüktüğünü anlayabiliyoruz. Ama bütün bunlar bizde sadece bir Seinfeld etkisi
yaratıyor. Hepsi tuhaf. Şimdi buna bakıp bunalıma da girebilirsiniz. Ama biz
buna bakıp, yani tuhaflığa bakıp gülmeyi tercih ediyoruz. Hep tercih.
2
Jean
Seberg Sahiden Yaşadı mı Patron?
Konuşmak
tuhaf. Ağzımızı hareket ettirip bazı sesler çıkarıyoruz ve karşımızdaki şahıs
da bu seslere benzer bir şekilde karşılık veriyor.
Ama
şey iyi, susmak. Birinin yanında uzun süre susabiliyorsanız o insanı bir
şekilde hep hayatınızda tutmalısınız. Ya da şöyle diyelim yanında uzun süre
saçmalayabildiğiniz ya da uzun süre susabildiğiniz biri varsa o insanı
hayatınızda tutmaya gayret edin. Benim hayatımda böyle iki insan vardı. Biriyle
telefonda yaklaşık beş saat konuşabilirdim Yanında
uzun süre susabildiğim insanla ise durarak, yürüyerek, yemek yiyerek vakit
geçiriyordum. Böyle anlatınca sıkıcı görünüyor belki ama hiç de öyle değildi.
Karşılık sürekli konuştuğum insan da karşılıklı sürekli sustuğum insan da artık
hayatımda değil. Bunun sebepleri vardır sanırım. Ama üzerine düşünecek enerjim
yok.
Çoğunlukla
olmaması gereken şeyleri yaşarız. Bir şeyi olduğu haliyle bırakıp uzaktan bakma
şansımız olmadığı için de sürekli yeni bindirmeler yaparak başımıza gelenlere
farklı anlamlar yükleriz. Burada bir haksızlık olduğu aşikâr. Hayat duygusu
zayıf olan insanlar gördüklerini sürekli kötü bir dünyaya yorabilir. Bu
doğrudur yanlıştır onu bilemem. Ama mümkün ve makbuldür.
Jean
Seberg’in kocası, yazar Romain Gary “Ne
yardım edebildiğiniz ne bırakabildiğiniz ne de sevmekten vazgeçebildiğiniz bir
kadınla yaşamak ne demek bilemezsiniz” demişti
Jean
Seberg, bir yerden sonra hayatı bırakmaya karar vermişti. Bu konuda da oldukça
ısrarcıydı. Şu veya bu sebepten. Bunu bilemeyiz. Ama Jean Seberg çok güzel
kadındı. Geriye doğru, dibe doğru alkışı hak edecek şekilde gidiyordu. Onun
bıraktığı bakiye hissi ile kim uğraşacak bilmiyorum. Bu en azından benim
sorumluluğumda değil sanırım. Siz uğraşın biraz da.
……
Jean
Seberg rüyan ne oldu?
İki
gece önce gördüm en son. Bir daha görmedim.
Aynı
şeyleri mi söyledi sana?
Evet.
Hep aynı şeyleri söylüyor zaten.
Tamam
boşver. Görmüyorsun artık. Bu güzel.
……
Hangi
uyuyan adam?
Şu
bahsettiğin bir kitap vardı ya. Hani filmi de var. Sürekli bir kadın konuşuyor
fonda.
Ha
evet, hatırladım.
Tamam.
O kitabı okumak istiyorum. Versene bana.
Olur.
Nasıl
oldun.
İyi
Yanlış
anlamazsan sana yine bir öneride bulunucam.
Ah.
Lütfen buyurun Mademoiselle. Tam da ihtiyacım olan şey. Hiç çekinmeden başlayın
lütfen.
Sanki
hiç alay etmemişsin gibi başlıyorum.
Sen genel olarak diğer problemlerinin üstünü örtmek için böyle kızlara
kafa yoruyosun gibi. Tepkisel bir durum bu aslında. İlgini çekecek bir şey bulsan ne kız kalacak
ne başka bir şey. Boş boş durduğun için oluyor bunlar. Doğrusu, çok harika,
muhteşem bir insan seni alıp evlense de sen bu kafayla şöyle bir 4 ay içinde
şimdiki haline dönersin. Oysa biraz değiştirebilsen şu kafanı o zaman ne
istediğini de anlayacaksın. Böylece yaşadıkların saçma da olsa atlatılabilir
olacak senin açından.
Evlenmek
mi?
Ya
onu örnek olsun diye söyledim. Şimdi sana “Evlen” desem mutlaka dalga
geçeceksin o yüzden-
Hehe.
Bak ben otobüs yolculuklarından çok hoşlanıyorum. Ve evlendiğin zaman pencere
kenarında oturma şansın da kalmıyor.
……………………….
Jean
Seberg rüyan ne oldu?
Dün
başka bir rüya gördüm. Jean Seberg ile ilgisi yoktu. Rize’de geçiyordu.
Güzel.
3
Woody: Bir Giriş
Woody Allen’ın Melankolik
Filmlerine Bir Giriş Yapıyorum.
Her
yıl olduğu gibi geçen yıl da film çeken Woody Allen “To Rome With Love” ile
selamladı bizi. Tabii ki biz de severek izledik, eğlendik. Şu Roberto Benigni
dedik, nasıl bir yetenektir. Ve böyle bir yetenek nasıl oldu da bir türlü hak
ettiği değeri görmedi. Adamcağızı Fellini keşfetmişti. Bir filminde oynatmıştı.
Filmin içinde “Ay” kelimesi geçiyordu. Google’dan bakmayı reddettiğim için şu
anda şahane şekilde sallıycam filmin adını. Bakalım tutacak mı: “Güzel Ay.”
Hah
işte bu filmle yapmıştı çıkışını. Akabinde Fellini ölünce Benigni de kendi
yoluna çıktı. “Hayat Güzeldir” dışında göze hoş gelen bir şey yapamadı. Jim
Jarmusch sağolsun her gizli saklı hazineyi bulup ortaya çıkarttığı için onu da
buldu ve Down By Low ve Night On Earth filmlerinde oynattı. Neyse ya. İşte
Woody de komediye yatkın bir adam olduğu için ve filmi de İtalya’da çektiği
için Benigni’nin oynamaması söz konusu olamazdı. Böylece Benigni’yi de son
demlerinde güzelce izleme fırsatı bulmuş olduk
(Bu arada Fellini’nin o filminin adı için ikinci bir sallama yapıyorum,
bu daha iddialı “Mavi Ay”). Niye başka ülkelerde de bir star olamadığını
Benigni ile konuştuğumuzda “Benim İngilizcem yetersizdi Aras” dedi (Bunu da
İngilizce söyledi ama ben Türkçe anladım).
Başlıktaki
“giriş” işte bu yukarıdaki iki paragraf aslında. Direk şöyle girebilirdim
“Bildiğiniz gibi Woody Allen’ın melankolik filmleri içinde en çok öne çıkan iki
yapım Another Woman ve Interiors’tır” Ama böyle girmemişim. Neden acaba? Lafı
niye uzatıyorum bilmem. Aslında Ylmaz Özdil gibi yazabilirdim.
İki
melankolik filmi vardı.
Bu
filmler çok önemliydi.
Biri
Another Woman
Diğeri
ise Interiors’tı.
Yeni
filmini Roma’da yaptı.
Adamın
adı Woody Allen’dı.
Konuya
giriyorum;
Interiors
Bir
süredir Woody Allen’ın filmlerini yeniden izliyorum.
Özellikle
de bu “ağır” filmlerini. Interiors çok Bergman bir filmdir. Bir anlamda Woody
Allen’ın da Bergman’a saygı duruşudur. Ama, aziz vatandaşlarım, bu her ne kadar
Bergman etkisi altında olsa da tam bir Woody Allen filmidir.
Aslında
Interiors’un daha önceki Woody Allen filmlerinden bir farkı yoktur. Bu filmdeki
tek farklılık önceki filmlerinin aksine Komedi dozunun tamamen ortadan
kaldırılmasıdır. Konu ve içerik tipik bir Woody Allen filminde olduğu gibi
“entelektüeller arası ilişkilerin bunalımlı yapısı” biçimindedir. Önceki
filmlerinde bu yapının komedi yönüne ağırlık verirken bu defa işte Bergman’ın
da etkisiyle…
Woody Allen’ın Melankolik
Filmlerine Bir Giriş Yaptım.
4
Abi
Onlar Sevişiyor mu?
Efendim
malum olayları bir süredir izliyoruz. Olup biten üzerine konuşmak olaylar
gerçekleşirken pek bir şey ifade etmiyor (Basmane’ye doğru topluca eyleme
giderken bana “Facebook üzerinden bir şey paylaşmadığım” için laf sokan eski
sosyalist yeni anarşist ama güzel bir insana da bunu anlatmaya çalıştım).
Birkaç Fransız’dan öğrendiğimiz bir şey var: Suskunluk. Çünkü biliyoruz ki
ancak olaylar sona erince, gece olunca olup bitenler üzerine konuşabiliriz.
Bugüne kadar söylenen şeylerin hepsi bir yorumdu. İşte “şöyle oldu”, “bence
olay bu” vs gibi şeyler. Ama şimdi, en azından benim için olaylar sona erdi ve
konuşulma kıvamına geldi. Olayın bitmesi “gezi olaylarının bitmesi” gibi bir
şey değil, olup bitenlerdeki “olay” kavramının sona ermesidir. “Olay” dediğimiz
bir içtihattır. Durumu alıp değiştirmek ve bir an bile olsa yönlendirmektir.
Benim için olayın doruk noktası Ntv önünde toplanan kalabalığın en sonunda
kameraları eylemcilere çevirtmesiydi. Olay budur. Gidersiniz ve bir içtihatı
kökünden değiştirirsiniz. Müdahale tam anlamıyla budur. Ahir ömrümüzde böyle
bir ülkede asla bir “olay” a tanık olamayacağımızı düşünürken böyle bir şeyle
karşılaşmak bir utanma duygusu yarattı bizde. Ve işte bu “olay” ile (Ki hâlâ
Türkiye tarihindeki ilk “olay”dır bu) ilk kez Türkiye Cumhuriyeti’nde
yaşamaktan mutluluk duyduk. Devamı olur mu, işler bir yere varır mı bilemem,
ama bu maç çok kaliteli bir maç. Artık skoru önemli değil.
Benim
olup bitenlerle ilgili yapabileceğim tek şey ise bir tespittir.
Burada
bir trajedi söz konusu. Eylemlere tepki gösteren birtakım insanların işin
özünde ne söyledikleriyle çok ilgileniyorum. Tabii ki bunlar “Çadırlarda toplu
seks yapıyor ahlaksızlar” ya da “Camide bira içiliyoooo” türünden komedi unsuru
yaratacak türde saçmalıklar değil. Yani demek istediğim bu bir tepki şekli
değildir. Bunların gerçek olup olmaması da önemli değil. Tepkinin biçimi
problemli. Aslında bütün bunların temelinde biraz sinsice söylenen şey şu:
“Sokakta öpüşen, orda burada sikişen çocuklar kalkmış isyan ediyor”. Bunu böyle
kaba bir şekilde değilse de başka şekilde söyleyen ya da ima eden bir sürü
insan da var. İşte tam da burada bir trajedi var sevgili dostlar. Bu trajediyi
anlamak için memleketimizin tartışılması gereken konularından birine
odaklanmalıyız.
Gerçekten
de iki kutup var. Basitleştirmek için şöyle ayıralım; bir taraf diyor ki:
“Hayatında, gençliğinde, bir kızı öpmemiş, bırak öpmeyi el ele tutuşmamış
adamlar protestocu gençlere nefret duyuyor. Hatta onlar yok olsun istiyor” Öbür
taraf da diyor ki mesela: “Oh ne güzel hem sevişiyorlar hem de isyan ediyorlar.
Ne güzel dünya lan. (Bir sürü istisna vardır elbette. Ama ben temel bakış
açısının karşılıklı olarak bu olduğunu söylüyorum. Birisi çıkıp ben hiç
sevişmiyom ama her gün gaz yiyom ne saçmalıyon sen falan diyebilir. Ya da
muhafazakâr bir tip falan beni yalanlayabilir. Ama ben sadece temeli
söylüyorum, temelde durum budur diyorum).
Şimdi,
trajedinin tarafı tepkiciler oluyor. Yani siz şimdi biraz da kibirle
“Gençliğinde öpüşmemiş, sevişmemiş tipler bize saldırıyor” diyorsunuz. Fakat bu
lafı tekrar söylediğinizde özellikle “Gençliğinde öpüşmemiş, sevişmemiş
tipler..” dediğinizde epeyi üzücü bir durumdan söz etmiş oluyorsunuz
Bunu
söyleyen tipe demek isterim ki: Bu öyle
söylediğin kadar basit bir şey değil arkadaşım. Ve var böyle bir şey. Bir
trajediden dalga geçerek bahsedersen ve bunu yıllarca yaparsan insanların ilk
reaksiyonu da tepkisel olur elbette. “Ben evde Survivor izlerken siz orda
burada sevişiyordunuz. Ne katılıcam lan size” diyebilir (ki bu lafı duydum
cidden) ve öyle sanıyorum bu anlaşılamayacak bir durum değildir. Elbette
insanlar öpüşsün orda burada sevişsin istemiyorlar, elbette bunları
yapmadıkları, yapamadıkları için istemiyorlar ve elbette kıskanıyorlar. Ama
bunlar dalga geçilecek durumlar değildir. Üzücüdür abi bu durum, tamamen
üzücüdür. Uzaktan uzağa birini sevmek, 5- 6 yıl gibi sürelerle “platonik”
kalmak, bırakın ona dokunmayı hiçbir şey söyleyememek vs. travmatik şeylerdir.
“Çadırlarda
sevişiyolaaar” dendi. Ben İzmir –Kordon üzerinden diyebilirim ki “Evet abi,
sevişiliyor, acayip seksler döndü burada.” Tanık olduğum şeyler üzerinden –ki
birçoğu da tanıdığım, bildiğim sevdiğim insanlardır bunların- bir ahlâkçılık
yapacak değilim. Orada insanların sevişmesinde de kötü bir taraf görmüyorum.
Ama aynı şekilde “Sevişilmesin ya” diyen insanları da anlıyorum. Haa şimdi
böyle söyleyince her iki tarafı da anlamaya çalışan, insancıl biri olduğum ve
herkesin el ele, kardeşçe yaşadığı bir dünyayı falan hayal ettiğim ya da tepki
gösterenleri desteklediğim zannedilebilir ama öyle değil.
Neyse.
Sevişmek diyorduk. “E ne diyosun yani,
hep beraber sevişip barışacaz mı?” denilebilir. Mümkün olsa böyle bir şey
isterdim tabii. Ama mantıklı olarak söyleyebileceğim şey hazır belirli
içtihatlar değişirken bu söylem biçimi de değişsin. Çünkü böyle bir yere
varamıycaz. Herkes birbirini anlasın da demiyorum. Sadece tepkilerin biçimini
biraz daha mantıklı ve hatta saygılı bir pozisyona getirelim. “Ben 30 yıl
birine elimi sürmedim” diyen birini de “Her gün sevişiyorum” diyen birini de
belirli bir mantık çerçevesinde buluşturmak lazım. İşte çok güvendiğim bir
kelime olmasa da Saygı lafı burada önem kazanıyor. Bir trajediye saygı duymayı
öğrendiğimiz zaman belki şahsi tepkilerimiz de karşı tarafta aynı şekilde bir
saygı uyandırır.
Bütün
bunlarla beraber, sevgili dostlar, biz epeyi Fassbinder izledik. Biliyoruz ki
hiçbir devrim bireyler arası duygusal sömürüyü sona erdirmeyecek. Söz konusu
olan her zaman ve mekân için duyguların sömürülebilir olmasıdır. Bu sömürü asla
sona ermez. Sürüp giden bir konudur bu. İster vatan aşkı denen şeyi sömüren bir
devlet, ister bir insanın diğerini harap ettiği bir ikili ilişki; sömürüyü
daima yeni çeşitlemeleriyle görebiliriz. O yüzden dünyanın iyi bir yere
gittiğine hiçbir zaman inanamayız. Çünkü bahsi geçen sömürü durumu insan ile
aynı yaştadır ve o yok olmadıkça sona ermeyecektir. Biz sadece idare etmeyi
öğreniyoruz. Başka da yapacak bir şey yok zaten.
5
Suede
Benim İçin En İyisi
Uğur: 68 Mayıs'ında Cannes Film Festivali, Carlos
Saura'nın filminin gösterimi sırasında Godard, Malle, Truffaut gibibizim de oldukça yakından
tanıdığımız güzel insanlar tarafından basılmış, gösterimin yapıldığı salonbu Yeni Dalgacıların işgaline uğramıştı. Sahneye
çıkan Godard mikrofonu eline alıp festivali düzenleyenler ve onlarınyakın akraba-i taallukatı hakkında birtakım sözler
söylemişti. Sonrasında ise bu işgal girişimi netice bulmuş ve festivalhemen iptal edilmişti. İşte o iptal kararından sonra,
dönemin otuz altılık delikanlısı Malle gazetecilere dönüp"Benim burada ne işim var.
Barikatlara Paris'e dönüyorum." demişti. Neyse bütün bunları bir tarafabırakalım ve sana dönelim. Özellikle son
dönemde, bu kanalda neşrettiğin yazılara baktığımızdametinlerin
içeriğinin belirli bir tarafa doğru meylettiğini görüyoruz. Daha önceden
çoğunlukla merkezindesinemanın yer aldığı
ve bu noktadan genişletilerek başka konulara temas ettirildiği bir izleğitercih ederken, son dönemde daha değişik şeyler
yaptığını söyleyebilirim.
Rük: Evet, söyleyebilirsin.
Uğur:
Evet. Peki Rükneddin, bu işler nereye
gidecek böyle?
Rük:
Hiçbir yere.
Uğur:
Peki neden böyle şeyler yazıyosun son günlerde. Başına bir şey mi geldi?
Rük:
Evet, geldi.
…………………………………..
Uğur:
Peki aynı anda hem bu Suede hem de Ferdi Tayfur nerden çıktı?
Rük:
Ya Ferdi Tayfur’u ben maalesef yeni yeni anlamaya başladım. Çok geç kaldığımı
bildiğim için de abandım. Suede ise daha eskiye gider. Doksanların sonunda
bizim evde çanak anten vardı. Bu anteni Hotbird’e çevirdiğinde 123 Sat diye
şahane bir müzik kanalı çıkardı. İlk orada görmüştüm onları. Ama tabii anlayıp, sevecek seviyede değildim.
Fakat Suede ile gerçek tanışmam İskender sayesinde olmuştur. İşte bundan 6 yıl
önce falan İzmir’e geldiğinde bir evde buluşup konuşmuştuk. “Suede dinledin mi
hiç” dedi. “Tam olarak değil” dedim. Sonra Sleeping Pills’i açtı işte. İskender
de Sleeping Pills adlı bir şey yazmış, onu okudu şarkı eşliğinde. Bir tür
metin. Okuduğu şey pek iyi değildi ama Suede iyiydi. Öyle yani.
…………
Uğur E.
(Akşam Güneşi’ni dinlemeye başlıyoruz.
Fakat Sezen Aksu yorumuyla) Fassbinder Herkesin bir şarkısı vardır. Benimki
de Mahler’in 7. Senfonisi demiş.
Rük:
Evet, Mahler’i seçmesi doğal aslında. Fassbinder’in hayatının akış ritmi
Mahler’in eserlerindeki ritimle benzerlik gösterir. Aslında klasik müzik
Almanlar için hem övündükleri hem de utandıkları bir tarihe tekabül eder. Ben
de bunu anlamam işte. Hitler Wagner’i çok seviyor diye Alman Klasik Müziğinin
topuna karşı bir önyargı var. Ki Wagner de iyidir yani. Fassbinder’in de Mahler
seçimi hayatının akış hızına baktığımızda normal.
…………..
Uğur:
Anlıyorum. Peki biraz abarttığını düşünmüyor musun? Yani tamam güzel takılıyosun
falan da, yani biliyosun işte. Bu işler böyle gitmez.
Rük:
Ben de böyle gitmesin diyorum zaten. Hiçbir yere gitmesin. O yüzden bir abartı
yok. Abartıyor koşturur dururdum oradan oraya. Ama öyle bir enerjim yok.
Uğur E.:
(Önce Ferdi’den Benim Gibi Sevenler
çalıyor. Bir müddet bunu dinledikten sonra Suede açıyor Rük, Wild Ones
dinliyoruz.) Peki sen yazılarında hem bir taraftan “ya ben öyle kordondan
kız bulup evine götürebilen bir tip değilim” diyorsun hem de iki yazında da
sonuçta kordonda bulup tanıştığın insanları anlatıyorsun.
Rük:
Şimdi o ikisi dediğin birbirinden çok farklı durumlar. Bal dediğimiz kız
hakkaten bulup bir yere götürdüğüm biriydi. Ama A. zaten vardı ve onu oradan
alıp eve falan götürmedim. Arada birkaç gün var. Ve duygusal anlamda da farklı
şeyler bunlar.. Bulup götürmediğim kesinlikle doğru. Anlattığım iki olayda da
buluşma görüşme öncesi konuşmalara tanık olsan durumu anlardın. Yani ben hiç
öyle yırtıcı bir şekilde olaya girip, konuşmayı açıp ne kadar da zeki ve komik
bir insan olduğumu falan göstermedim. Epeyi çekingendim aslında, özgüvenim de
yerli yerinde değildi Hatta doğru dürüst konuşamadım bile onlarla. Sohbeti
onlar yönlendirdi daha çok. Ben de katılım gösterdim. Sonunda da böyle oldu
işte. Ben de bir mantığa oturtamıyorum zaten. Ama Bal dediğimiz kızın bende
gördüğü bir şey varmış. Yakışıklılık falan değil de cinsel bir şeymiş bu. Epeyi
net bir kızdı bu açıdan..
……………………
Rük:
O değil de bişeyler mi içsek ye. Böyle konuş konuş nereye kadar.
Uğur:
Olur içelim.
Rük:
Rakı falan mı içsek yoksa çay mı içek?
Uğur:
Çay benim için en iyisi
6
Bir
Romanda Görebileceğiniz 22 Bin Çeşit Diyalogdan Farklı Bir Model Önerebilmek
İçin Yapılan Çalışmalar (1)
Telefon
üçüncü çalışında açıldı.
“Geldiğimizde
gittiğimiz bir yer vardı. Hani çok güzel bir İskender yemiştik. Nerdeydi o?”
“Hatırlamıyorum.
Aç mısın? Yürüyüşün ne alemde?”
“Yürüyemiyorum.
Bir de aklıma sürekli Ogorodnikov’un “Prişvin’in Kağıt Gözleri” filmi geliyor.
İzlemedim ben bu filmi. Ama hep aklımda. Evet açım.”
“Seni
yemeğe çağırırdım ama evde değilim ben şu an. Yazlığa geldim. Birkaç gün daha
burada olmam lazım. Buraya gel istersen. Yani işin yoksa. Bu arada ben izledim
iyi değil “Prişvin’in Kağıt Gözleri” Bunuel ile şu Çekoslovak kadın yönetmen
vardı.. Neyse adını unuttum. İşte bu
ikisini taklit etmiş gibiydi.”
“Hangi
Çekoslovak ya?”
“Adını
işte hatırlayamadım. Ama bir filminde böyle iki tane kız çeşitli maceralara
atılıyorlardı. Sürekli eğleniyorlardı falan”
“Çekoslovak
olduğuna emin misin?”
“Evet.
Sen gelecek misin bu arada? Eğer yürüyemiyorsan bu zor olacak senin için. Bir
taksi tut istersen ama acayip pahalı olur. Minibüse binme şansın var mı?”
“Önce
tekrar yürüyebilmem gerekiyor. Dikkatim kayboldu sanırım. Yeniden yürüyüşüme
odaklanabilirsem gelirim oraya. Bu arada ben ölüyorum biliyor musun?.”
“Biliyorum
canım”
“Her
neyse. Ben tekrar yürüyüşüme odaklanacağım şimdi. Başarırsam sana haber
veririm. O değil de şu bahsettiğin yönetmen Macar olabilir”
“Hangi
yönetmen?”
“O
bahsettiğin Çekoslovak yönetmen. Adını hatırlamadın ya”
“Ha,
yok, eminim. Çekoslovak o. Adı aklıma gelecek kesin. İleteceğim ben sana. Neyse
kapatıyorum şimdi. Haberleşiriz”
7
Uzun
Zaman Geceleri Kanatlarımla Yattım
“Komünistlik
başka, ana baba başka” (Mahir Ünsal Eriş – Kanatlarımız Olsa Be Metin)
8
Bana
Kimse Unutmayı Düz Yollar Çevre Yollar Yanında Duran Arabada İyi Biri Olma İhtimali
Hayır Öğretemez
Elini düşünceli bir tavırla pencere
camlarının haç şeklindeki çıtalarına dayadı, sanki camı kaldırıp dışarı
sarkarak, kız ve köpeğin ardından bakmak istermiş gibi. Ama purolu eliydi
dayadığı ve bir saniye fazla duraksamıştı. Purosundan bir nefes çekti. “Allah
kahretsin” dedi. “Dünyada hoş şeyler de var. Hakkaten hoş şeyler yani. Hepsini
birden ıskalayacak kadar da salağız biz. Olup biten her şeyi hemen o sefil
egolarımıza gönderiyoruz mütemadiyen”
9
Extremly Well
10
Atom İyi Atom yahut Kış Bilgisi
Peki
neden daha iyisin?
Kış
bitti çünkü.
Ciddi
misin?
Evet.
Bu
çok iyi lan. Valla sevindim yani. Hani biraz daha sürecek diye bekliyordum ben.
Ama güzel atlattın. Görüşelim mi o zaman. Gelicem ben İzmir’e.
Olabilir.
Peki
nasıl kurtuldun. Ya da şöyle sorayım hangi film ya da kitap sayesinde?
Ya
kitap ve filmlerin etkisi var tabii de bu defa lise bilgilerimi hatırlamak iyi
geldi diyebilirim.
Nasıl
lan. Ne bilgileri.
Atom
bilgileri ya. Hani nötron, proton, elektron falan. Yani işte her şeyin
yapı taşı olan atom. Yani neyden bahsetsek aslında atomdan bahsetmiş oluyoruz.
Sevdiğimiz şeyler de sevmediğimiz şeyler de hep atom. Ben de dedim ulan sen
evde oturmuş yok şu yok bu falan diye düşünüyon da atom lan hepsi dedim.
Atomseviciyiz yani. Bu da bana çok saçma geldi işte. Kediyi de insanı da hep
atom niyetine seviyoz. Bir de bunun üzerine biraz Curb.. biraz da Seinfeld
izleyince bütün ışıklar yandı kafamda. Düşünme biçimim değişti. Bir şeye yer
değiştirip farklı açıdan bakmaya başladım. Ve daha önce bakıp üzüldüğüm şeyin
epeyi komik olduğunu fark ettim. Böylece kış bitti işte.
İlginç.
Ama bitmesi güzel. Gey Pride var orada buluşak o zaman Pazar günü.
Olur.
Sen
yine de ne olur ne olmaz Fassbinder’i falan azalt. Devam et komedi dizilerine.
Ben yeniden Scrubs izlemeye başladım mesela. Hatta bazı bölümlerin sonunda
ağlıyorum falan. Neyse. Haydi seni vuran beni de vursun o zaman çocuğum, öptüm.