15 Ağustos 2012 Çarşamba

Çoğu İnsan Sabahlara Kadar Çin’de Yaşar


Christophe Honore var ya Fransız. Bu adamın bir özelliği var. Bok gibi filmler yapsa da bir şekilde merak duyuyor insan. Çünkü her filminde sanki bir şey yapmaya çalışmış da yapamamış gibi bir durum söz konusu oluyor.  Mesela “Ma Mere”. Bataille’nin “yeraltı” romanından uyarlanan (Ayrıntı sosyalizm falan ayağına bestseller olmuş şeyleri basıp ekmek ekmek yiyor çaktırmadan) bu filmde diğer bütün Honore filmlerinde görebileceğiniz Louis Garrel oynuyordu. Ama tabii bizim ilgimizi çeken, başımızı yastığa koyduğumuzda düşündüren, sabah balkondan dışarı bakmadan da olsa güne başlatan Isabelle Huppert alıp götürüyordu filmi. Ama geriye kalan ne vardı diye sorarsanız şuna yakın bir cevap verirdim: Hiç.

Ma Mere


Belki de Louis Garrel’dir bu adamın filmlerini merak ettiren derdim ama yok o da değil. Tamam severiz Garrel’i ama yani eşcinselliğe sempatimiz olsa da öyle bütün bir Honore filmografisini Garrel’in seksi vücudunu, bakışlarını, işte efendime söyleyeyim ıslak dudaklarını izlemek için merak etmiyoruz. Onu Umberto Eco okuyan genç kızlara bırakıp La Belle Personne adlı bir başka Christophe Honore filmine uzanıyorum. Bu filmi bitirdiğimde açtım  kol saatime baktım (kol saatim yok), sonra aynanın karşısına geçip, “değerli hayatımdan çalınan tam 1.5 saat” diye düşündüm.

La Belle Personne


Yani böyle boktan, böyle gereksiz bir filmi nasıl yapar ortalama zekaya sahip bir insan falan filan diye düşünürken “Dans Paris” adlı bir başka Christophe Honore filmini attım Torrent’e. Valla şeytan tülü mü yıldız tozu mu ne, var adamda bir şey. Sanırım bir belirsizlikle alâkalı bu durum. Yani ben diyorum ki bu Christophe bir şey yapmak istiyor, o da bilmiyor ne yapmak istediğini ama ben ben ben yani bir gece ansızın Rükneddin olan ben, Fransa’dan çok uzakta anlayacağım Christophe’un ne yapmak istediğini. La Belle Personne’a ettiğim küfürler bitmemişken Dans Paris indi başladım izlemeye. (Bu filmde Garrel’in yanında bir başka genç kızların sevgilisi olarak Romain Duris de var. Bu genç kızlara tavsiyem biraz da Melvil Poupaud’ya baksınlar)

Şimdi sizden ricam az da olsa Macellan’ı düşünmeniz dostlar. Hepinizin bildiği gibi 10 Ağustos 1519′da Macellan’ın idaresindeki beş gemi Trinidad, San Antonio, Concepción, Victoria ve Santiago’da denizlere açılıyordu. Portekizli kâşif, İspanyollar adına dünyayı dolaşmayı hedefliyordu. O olmasa da adamları tarih yazmıştı. Dün gece de buna benzer bir olay yaşandı. Ben de Christophe Honore adına tarih yazdım. Tarih elbette Honore’u hatırlayacak ama olsun ben mutlu gecelere döneyim yeter. Başka paye istemez.





Christophe Honore’un derdi şu sevgili dostlar, adam 1960’larda film yapamamaktan muzdarip. O isterdi ki o yıllarda yaşasın, Godard, Truffaut, Rivette ile takılsın, adı Yeni Dalga ile anılsın. Ama heyhat, hayat bu şekil bir şey değil. Bu adamcağızı göndere göndere 1970 yılında göndermiş dünyaya. O da 2000’lerde Yeni Dalga filmleri yapmaya çalışıyor. Ah bebeğim, ah Recaizade Mahmut Ekrem, ah Kroisos, ah Christophe!


Şimdi açın bakın Dans Paris’ye, Louis Garrel’in “canlandırdığı” (Bayılıyorum bu lafa “canlandırdı”, bu rolü canlandırdı, canlandırdı) Jonathan’a, adam bir Antoine Doinel bir Çılgın Pierrot, bak filmin sahnelerine bir Godard bir Truffaut, sokak çekimlerindeki geniş açılı çekimlere bak, al sana Rivette, bir de ekle o başta ve sonda bulunan üçlü yatak sahnesini al sana Jean Eustache, al sana Jules ve Jim. Ve tabii o yatakta kitap okuyan Alice ve Jonathan ile, al sana Domicile Conjugal, al sana Une Femme Marie. Aldın mı? Tam değil. Çünkü olamıyor canlarım, olamıyor. Film sadece “ne güzel filmler, ne güzel yıllarmış” nostaljisi bırakıyor insanda. Arada Pierrot’ya göndermeler, sonra Kadın Kadındır’a gönderme yapılan ufak tefek sahneler. Sonra köprüden atlayan adamlarla Patrice Leconte’un "Köprüdeki Kız" filmine gönderilen öpücükler, işte bütün bunlar, bize hatırlattığı şeyler yüzünden bir gülümseme yaratıyor insanın suratında, bizatihi filmin kendisinden değil.

Dans Paris (Bkz. Domicile Conjugal)


Bununla beraber, Honore’un her filminde, hiçbir şey anlatmamaya çalışmasını destekliyorum. Arada La Belle Personne gibi garabetler ortaya çıksa da işte bu Dans Paris gibi eli yüzü düzgün şeyler de çıkabiliyor ortaya. Başı ve sonu belli, düz ilerleyen ve sonunda mutlaka bir şey olan filmlerden siz de sıkılmadınız mı ha. Atilla Dorsay olsam şöyle bitirirdim, Bu otantik ve sıcak film, Fransız Sineması severleri epeyi memnun edecek. Ama böyle bitirmeyeceğim, şöyle bitireceğim: Günümüzde genç kuşak sinemacılar yalnızca kendiliğindenlik ile değil aynı zamanda öznel ile de ilgilenmektedir. Örneğin Ozon, yaşanan deneyimin yoğunluğunu en üst değerde görür. Ne olduğumuz hakkında düşündüğümüz sürece kendimize “izin veremeyeceğimizi” ileri sürer (Bkz. 5x2 ve Kızgın Taşlara Düşen Su damlaları). Şeyleri sürekli kuramsallaştırmaya çalıştığımız sürece şeyleri asla oldukları gibi yaşayamayız. Örneğin Petzold’a göre, duygusalı anlamak için kupkuru bir soyut düşünme alışkanlığından, duygusalın anlaşılmasına dönük bir düşünce çabasına yönelmek gereklidir. Buradan çıkan temel mesaj, şimdi’nin eleştirisinden hazcılığın evetlenmesine doğru bir gelişim içinde olmamız gerektiğidir. Bu noktada Honore ile Petzold arasında bir ilişki kurmamız gerekse, Honore’a karşı söylenmesi gereken ilk şey Petzold’ün evetleyici görüşüne yalnızca haz açısından değil açı çekme açısından da bakılması gerektiğidir. Honore bu düzeyin yalnızca “haz alma” aşamasında kaldığı ve teknik ya da düşünsel açıdan henüz bir gelişme göstermediği için belki de bu Alman’ı çok ciddiye almalıdır. Petzold’ün akıl ile dürtüyü birlikte ele almamız gerektiğini belirtmesi hem Honore gibi ne yapacağını bilmeyen sinemacıların hem de biz, artık üretici konuma geçmesi gereken seyircilerin üzerinde durması gereken bir konudur.




Hiç yorum yok: