Christophe Honore var
ya Fransız. Bu adamın bir özelliği var. Bok gibi filmler yapsa da bir şekilde
merak duyuyor insan. Çünkü her filminde sanki bir şey yapmaya çalışmış da
yapamamış gibi bir durum söz konusu oluyor.
Mesela “Ma Mere”. Bataille’nin “yeraltı” romanından uyarlanan (Ayrıntı
sosyalizm falan ayağına bestseller olmuş şeyleri basıp ekmek ekmek yiyor
çaktırmadan) bu filmde diğer bütün Honore filmlerinde görebileceğiniz Louis
Garrel oynuyordu. Ama tabii bizim ilgimizi çeken, başımızı yastığa koyduğumuzda
düşündüren, sabah balkondan dışarı bakmadan da olsa güne başlatan Isabelle
Huppert alıp götürüyordu filmi. Ama geriye kalan ne vardı diye sorarsanız şuna
yakın bir cevap verirdim: Hiç.
Ma Mere |
Belki de Louis
Garrel’dir bu adamın filmlerini merak ettiren derdim ama yok o da değil. Tamam
severiz Garrel’i ama yani eşcinselliğe sempatimiz olsa da öyle bütün bir
Honore filmografisini Garrel’in seksi vücudunu, bakışlarını, işte efendime
söyleyeyim ıslak dudaklarını izlemek için merak etmiyoruz. Onu Umberto Eco
okuyan genç kızlara bırakıp La Belle Personne adlı bir başka Christophe Honore
filmine uzanıyorum. Bu filmi bitirdiğimde açtım kol saatime baktım (kol saatim yok), sonra
aynanın karşısına geçip, “değerli hayatımdan çalınan tam 1.5 saat” diye
düşündüm.
La Belle Personne |
Yani böyle boktan,
böyle gereksiz bir filmi nasıl yapar ortalama zekaya sahip bir insan falan
filan diye düşünürken “Dans Paris” adlı bir başka Christophe Honore filmini
attım Torrent’e. Valla şeytan tülü mü yıldız tozu mu ne, var adamda bir şey.
Sanırım bir belirsizlikle alâkalı bu durum. Yani ben diyorum ki bu Christophe
bir şey yapmak istiyor, o da bilmiyor ne yapmak istediğini ama ben ben ben yani bir gece ansızın Rükneddin olan ben, Fransa’dan çok uzakta anlayacağım Christophe’un
ne yapmak istediğini. La Belle Personne’a ettiğim küfürler bitmemişken Dans
Paris indi başladım izlemeye. (Bu filmde Garrel’in yanında bir başka genç
kızların sevgilisi olarak Romain Duris de var. Bu genç kızlara tavsiyem biraz
da Melvil Poupaud’ya baksınlar)
Şimdi sizden ricam az da
olsa Macellan’ı düşünmeniz dostlar. Hepinizin bildiği gibi 10 Ağustos 1519′da
Macellan’ın idaresindeki beş gemi Trinidad, San Antonio, Concepción, Victoria
ve Santiago’da denizlere açılıyordu. Portekizli kâşif, İspanyollar adına
dünyayı dolaşmayı hedefliyordu. O olmasa da adamları tarih yazmıştı. Dün gece
de buna benzer bir olay yaşandı. Ben de Christophe Honore adına tarih yazdım.
Tarih elbette Honore’u hatırlayacak ama olsun ben mutlu gecelere döneyim yeter.
Başka paye istemez.
Christophe Honore’un
derdi şu sevgili dostlar, adam 1960’larda film yapamamaktan muzdarip. O isterdi
ki o yıllarda yaşasın, Godard, Truffaut, Rivette ile takılsın, adı Yeni Dalga
ile anılsın. Ama heyhat, hayat bu şekil bir şey değil. Bu adamcağızı göndere
göndere 1970 yılında göndermiş dünyaya. O da 2000’lerde Yeni Dalga filmleri yapmaya
çalışıyor. Ah bebeğim, ah Recaizade Mahmut Ekrem, ah Kroisos, ah Christophe!
Şimdi açın bakın Dans
Paris’ye, Louis Garrel’in “canlandırdığı” (Bayılıyorum bu lafa “canlandırdı”,
bu rolü canlandırdı, canlandırdı) Jonathan’a, adam bir Antoine Doinel bir
Çılgın Pierrot, bak filmin sahnelerine bir Godard bir Truffaut, sokak
çekimlerindeki geniş açılı çekimlere bak, al sana Rivette, bir de ekle o başta
ve sonda bulunan üçlü yatak sahnesini al sana Jean Eustache, al sana Jules ve
Jim. Ve tabii o yatakta kitap okuyan Alice ve Jonathan ile, al sana Domicile
Conjugal, al sana Une Femme Marie. Aldın mı? Tam değil. Çünkü olamıyor
canlarım, olamıyor. Film sadece “ne güzel filmler, ne güzel
yıllarmış” nostaljisi bırakıyor insanda. Arada Pierrot’ya göndermeler, sonra
Kadın Kadındır’a gönderme yapılan ufak tefek sahneler. Sonra köprüden atlayan
adamlarla Patrice Leconte’un "Köprüdeki Kız" filmine gönderilen öpücükler, işte
bütün bunlar, bize hatırlattığı şeyler yüzünden bir gülümseme yaratıyor insanın
suratında, bizatihi filmin kendisinden değil.
Dans Paris (Bkz. Domicile Conjugal) |
Bununla beraber,
Honore’un her filminde, hiçbir şey anlatmamaya çalışmasını destekliyorum. Arada
La Belle Personne gibi garabetler ortaya çıksa da işte bu Dans Paris gibi eli
yüzü düzgün şeyler de çıkabiliyor ortaya. Başı ve sonu belli, düz ilerleyen ve
sonunda mutlaka bir şey olan filmlerden siz de sıkılmadınız mı ha. Atilla
Dorsay olsam şöyle bitirirdim, Bu otantik ve sıcak film, Fransız Sineması
severleri epeyi memnun edecek. Ama böyle bitirmeyeceğim, şöyle bitireceğim:
Günümüzde genç kuşak sinemacılar yalnızca kendiliğindenlik ile değil aynı zamanda
öznel ile de ilgilenmektedir. Örneğin Ozon, yaşanan deneyimin yoğunluğunu en
üst değerde görür. Ne olduğumuz hakkında düşündüğümüz sürece kendimize “izin
veremeyeceğimizi” ileri sürer (Bkz. 5x2 ve Kızgın Taşlara Düşen Su damlaları).
Şeyleri sürekli kuramsallaştırmaya çalıştığımız sürece şeyleri asla oldukları
gibi yaşayamayız. Örneğin Petzold’a göre, duygusalı anlamak için kupkuru bir
soyut düşünme alışkanlığından, duygusalın anlaşılmasına dönük bir düşünce
çabasına yönelmek gereklidir. Buradan çıkan temel mesaj, şimdi’nin
eleştirisinden hazcılığın evetlenmesine doğru bir gelişim içinde olmamız
gerektiğidir. Bu noktada Honore ile Petzold arasında bir ilişki kurmamız
gerekse, Honore’a karşı söylenmesi gereken ilk şey Petzold’ün evetleyici
görüşüne yalnızca haz açısından değil açı çekme açısından da bakılması gerektiğidir.
Honore bu düzeyin yalnızca “haz alma” aşamasında kaldığı ve teknik ya da
düşünsel açıdan henüz bir gelişme göstermediği için belki de bu Alman’ı çok
ciddiye almalıdır. Petzold’ün akıl ile dürtüyü birlikte ele almamız gerektiğini
belirtmesi hem Honore gibi ne yapacağını bilmeyen sinemacıların hem de biz, artık
üretici konuma geçmesi gereken seyircilerin üzerinde durması gereken bir
konudur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder