2012’nin Ağustos ayına farkında
olmadan, bir İtalyan Yeni Gerçekçisi olup Tayvan’daki köyüme yerleşmeyi
kafamdan geçirirken girdim. Sonra da Sofia Coppola. Bir insanın 18 yaşına kadar
diş hekimliğiyle kurduğu tek ilişki bir diş hekimine dolgu yaptırmaktan ibaret
olduğu halde, o insanın, hayatının geri kalanını bir diş hekimi olarak geçirmek
üzere diş hekimliği fakültesine başlamasının acayipliği de bunların üstüne
ekleniyor tabii ki. İnanın, bir Alfred Bester kitabı olsam bu kadar
garipsemezdim. Yıkım’a giden adamları olsun, yüksek şatodaki adamları olsun,
özellikle de yüksek şatodaki adamları olsun, olağan durumların olağan
insanlarına tabi kılardım. Ama bunlar çok çok başka.
Sofia Coppola demiştik. Evet, bir
zihinsel engelliyle dalga geçildiğini görünce ikinci kez intihara kalkışacak
kadar “duyarlı” ergen kızlar çizmişti vakti zamanında Sofia. Mütedeyyin
Amerikan camiasını ilginç bir kurguyla eleştirmeye yeltendiği The Virgin
Suicides adlı ilk filminde. Fena bir film de değildi hani. Orada kendi
dilini kurmaya çabalayan bir Sofia görmek, onun sadece babasının adından ekmek
yemeye çalışan birisi olmayacağının haberlerini de verir gibi olduğu için büyük
bir heyecana kapılmıştık kulislerde. Ama gel gelelim, çocuk imajının masumiyet
kavramının temsiliyetinde kullanılmaya çalışılması hamlesinin klişeliği üzerine
beylik laflar edip, Sofia’nın da bu tuzağa düşmesini ise üzülerek
karşılamıştık.
Sosyal şiddete maruz kalan
çocukların, masum-masum değil ikiliğinde toplumsal kodlara uygun
olaraktan masum başlığı altına yerleştirilmiş olması ve hatta asıl
önemlisi hikayenin bu ikiliğe maruz bırakılması, gerçekten beni yataklara
düşürecek denli “olmamışlık” hissi barındırıyordu. 99 yılının Sofia’sı, Platon’dan
bu yana süregelen bu ikiliğe -ve her tür dualite anlayışına- bir dur dememişti.
Asıl meselenin, bu ahlaki nosyona daha başka bir yerden yaklaşmak olması
gerektiğinin bilincine varamamıştı. Ve bizleri kendine bile alan açamayan bu saçma
noktaya oturtmuştu.
Ardından gelen Lost in
Translation filmi ise 2003 Sofia’sının bakış açısının dört yıl öncekine
göre oldukça farklı bir konumdan bize seslendiğini gösteriyordu. Ama itiraf
etmem gerekirse, bu, bu başka bir yazının konusu.
Şimdiki yazı şöyle devam:
Hepimizin fark ettiği gibi, sinemanın
bir tür kapalı dünyası ve düzeni vardır. Bir yönetmenin sinemasal duruşu, günümüz
dünyasından çok, geçmişin yönetmenleriyle ilişkilidir. Yani, 2012 yılında kimse
çıkıp da Dogma95 manifestosunu tekrardan deklare etmez ya da Sine-Yumruk demez.
Veyahut da Avrupa’daki ekonomik krizin yansımalarını göstereceğim diye It’s
A Wonderful Life’ı çekmez. Onların zaten bu tarihi birikim içerisinde yer
aldığını bilerek duruşunu, tarzını ve yaratıcılığını ortaya koymaya çalışır, e
haliyle.
İşte, son birkaç yıl içerisinde,
dilin sorunsallaştırılmasının merkeze konulduğu Yunan filmlerinin üretilmesini
de aslında buraya oturtabiliriz. Avrupa sinemasıyla hesaplaşmanın neticesinde
ortaya konmuş gibi duran bu filmler, Avrupa-sineması-sevicileri’nin sürekli
aynı mefhumlar çerçevesinden yaklaşadurduğu ürünlerin yarattığı o sıkıntılı
ortamda, yepyeni bir düşünce alanı açmıştı hatırlayacağımız üzere. Artık, emekli
olduktan sonra sanat galerisi müdavimliğine başlayan teyzeler ve amcalar
fırsatını buldukları her anda, dil üzerine ontolojik tartışmalara
kalkışmışlardı da biz de ağzımız açık, onları izlemiştik.
Hatırladığım kadarıyla, bu Yunanistan
menşeili ve cam çocuk haysiyetli hareketin çok şey vaat edenlerinden olan Attenberg
ise yeni bir iletişim dilinin bedensel mümkünlüğü üzerinden güzel sorular
soruyordu. Fakat ne yazık ki film, dil problematiği sunma ile 20. yüzyılda
yaşamış bir Fransız filozofunu “yanlış” anlamanın ürünü olma arasında sürekli
yalpalıyordu. Taklit mefhumuna da epeyce bir kafayı takmıştı sanırsam. Ve ben de aşırı
hassas olduğum bu “yanlış hamle” mevzusundan ötürü “Bunu böyle yapmasaydın
keşke arkadaşım, orası olmamış yahu” nidalarıyla filmi izlemiş ve filmden sonra
da sıcak yaz gününe aldırmayıp eski yoldaşım ve meslek arkadaşım ayvalı
ıhlamura koşmuştum. Çeşitli ilaçların ve Doğadan ayvalı ıhlamurun etkisinde ancak sakinleşebildikten
sonra, filmin fena olmadığına kanaat getirebilmiş ve çabalarından ötürü
yönetmeni Athina’yı arayıp tebrik ettikten sonra, “Bence o çocuk öyle
gülmemeli, Athina.” diyerek telefonu hızlıca kapatmıştım. Evet, sanırım Attenberg de böyle güzel bir filmdi.
Buradan da Tayvan’a uzanıp “ey Ming-liang”
diyecektim, “senden öte minimalist sinema yok bu dünyada aslanım” diyecektim,
sana şöyle ne güzel şeyler söyleyecektim, fakat şimdiki yazı böyle son.
İsveçli gemicileri unutmadık. Kedileri
aklımızda.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder