Bütün bu filmler, kitaplar ya da müzikler yani sevdiğimiz şeyler.. Bunlar elbette hayatla şartlanmıştır. Neden büyük bir yönetmen olduğunu hâlâ bilemediğimiz Fellini’nin dile getirdiği “Kitaplar okumaya, resimler görmeye gerek yok, tüm bu yapıtlar hayatla şartlanmıştır. O halde yaşamak yeterlidir” türünden cümleler de bize pek bir şey ifade etmiyor. Bu cümlede kabul edebileceğimiz tek nokta “hayatla şartlanma” meselesidir. Sanatın bu hayat şartlanması bir başka şeye yol açar ki işte bu noktadır bizi Fellini’den azade kılan: Bu filmler, bu kitaplar sevgili okuyucular, özellikle de bazıları, hayatı aşarlar. Oldukları şeyi, dahil oldukları sanat dalını nasıl aşıyorlarsa, hayatı da aynen öyle aşarlar. Tarkovski Ayna’da Sinema ile birlikte hayatı da aşmıyor muydu? Bir başka türden hayata, belki de hayatın bir üst noktasına Yaşam’a ulaşmıyor muydu? Ya da Beckett Fransızca yazdığı herhangi bir kitapta hayattan kalkıp bir başka şeye yani Yaşam’a ulaşmıyor muydu? Bizde oluşan belki de bu gereksiz hayranlık olgusu da tam bundan kaynaklanıyor. Bizim gibi organik canlılar hayattan kalkar ve hayata geri dönerler. Uyku gibi. Sabah yattığınız yatağa akşam geri dönersiniz ve bu en azından bir ömür sürer. Ama bir Yaşam’da ya da bu mertebeye ulaşmış herhangi bir şeyde organik hayatta olduğu gibi bir “geri dönüş” yoktur. Onlar kalktıkları hayata asla geri dönmezler, bir daha asla uyumazlar.
Bu anlamda bizler elbette hayata inanmıyoruz. İnandığımız şey bir Yaşam’dır. Organik olmayan bir yaşam. Bir desende, bir müzik parçasında ya da bir filmde yakalayabildiğimiz ama günlük denilen hayatta asla erişemediğimiz bir Yaşam vardır. Günlük hayat duruşlar, yürüyüşler, gidiş ve geri dönüşler ve bunların çeşitli kombinasyonları üzerinden ilerlerken Yaşam delikler, boşluklar ve bütünüyle kırık bir çizgiden ibaret bir güzergahta ilerler. Geri dönecek bir şey bırakmadığı gibi “hatırlanacak ve unutulacak şeylerin” aynı kaynakta bulunduğunu da bilir. Bu noktada da bütünüyle bir hareket, bedensiz bir ilerleyiş, organik olmayan bir canlılıktır. Bir yaratıcıya değil, yaratıcılığa ihtiyaç duyar, zeminini orada bulur. Ve bu anlamda tabii ki sonsuzdur.
Önemli yazarların, yönetmenlerin ya da filozofların yaptığı da tamamen budur. Onlar özne ve nesnenin açmazlarını aştığı ölçüde ne bir varlığa bağlı olan ne de bir eyleme tâbi olan bir alanı yani aşkın olanı bir yaşam olarak yakalarlar. Artık “hiçbir eylemi varlığa gönderme olmayan” fakat hiç durmadan bir yaşam içinde ortaya çıkan “dolaysız mutlak bir bilince” ulaşırlar. Bize “bıraktıkları” şey günlük hayatları, vazgeçiş ve kabul edişleri değildir. Ama biz ısrarla bunlara odaklanırız. Biyografilere saplanıp, “şairane” hayatları, dolu dolu anıları yakalamak isteriz. Hayat her zaman daha ilgi çekicidir. Çünkü onunla ilgilenmek bir anlamda daha kolaydır. Nazım Hikmet’in bütün şiirlerini okumak yerine hayatını bilir hayatından tanıdığımız Nazım Hikmet’i sevmek isteriz. Özellikle edebiyata sinmiş bu “yaşantı” paraziti bizi Yaşam’dan bir adım daha uzaklaştırır. Kendi kişisel hayatı bütünüyle bir özyıkım olan Fitzgerald, Pavese ya da Fassbinder’i “bıraktıkları” yaşam adımları yerine kişisel ve hayli hüzünlü hayatları üzerinden sevmek isteriz. Bunu biz de yaptık, yapıyoruz. Ama değil bunlar da değil, bırakılan şey o hüzünlü organik hayatlar ya da bir yerde başlayıp bitmiş şeyler değil, tam da ortadan başlamış ve Yaşam’a karışmış filmler ve kitaplardır. Asıl bakiye hissi onlara beslenmelidir. Bir Jean Eustache’a üzülmek yerine onun “bıraktıklarını” nasıl sürdürebiliriz diye düşünmeliyiz. Filmleri üzerinden bıraktığı soruları, parçaları ve belirsizlikleri nasıl taşıyabiliriz diye üzülmeliyiz. Hiçbir şey yapmasa da “Le Maman Et La Putain ” üzerinden Jean Eustache bize bazı “kafa karışıklıkları” bıraktı. Nasıl oldu, nasıl olmadı gibi şeyler yerine belki de ölümüne neden olan o ağır soruyu “neden böyle” olduğunu sordu. Bu görüldüğü ya da işitildiği kadar kolay bir soru değildir sevgili dostlar. Üzerine gitmek çaba ve güç ister. İşte bu sorudur aslında hayatla şartlanan.
Hayatta da filmde de bu soruyu sorduğunuzda kalakalmayı göze almalısınız. Eustache ya da Fassbinder bunu sordu, Türkiye gibi uykunun anavatanı bir ülkede, bir adamın belki de hayatı boyunca bir dağda, ya da eksi 30 derecede bir mağarada yaşayıp bir şeyler uğruna savaşmayı göze aldığını biliyorsanız, o adama da “neden” diye sorma cesaretini bulmak zorundasınız. Hayatın da filmlerin de sorusu aynıdır aslında ama biri bir başka düzlemde Yaşam’a ulaşabilirken diğeri son bulmakla zemin bulan ya da önem kazanan bir yapıya sahiptir. Son bulduğu için değerli olan bir şeyin yanında tek bir soruyla sonsuzluğa ulaşabilen bir başka şey dururken hayata duyulan bu sevgiyi anlamak zor değil. Biteceği kesin olan bir şeyde arzulamak daha kolaydır. Bu arzunun nesnesi de tabii ki daha değerli en azından Yaşam’ın verdiği şeyin yanında daha somuttur. Ulaşılanın boyun eğen yansıması bize hayatta ne getirdi? Hepsi geçici olan bir sürü şey. Ama Yaşam üzerinden bırakılan şeyler bütün hayatların üzerinde, bir başka düzlemde, kendisi de bir yaşam olan ve durmaksızın dönüşen bir içkinlikte hiçbir şekilde yok olmadı. Belki de somut hayat yerine o eksiklikle damgalanmış arzuyu da geri bırakmalı ve içkinliğin alanında Yaşam için, tam da bu dünyada, başka bir dünyada değil, bu dünyada olan Yaşam için çabalamalıyız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder