Çok samimi olmadığınız
halde evinde kaldığınız insanlar vardır ya hani. Ya da ne bileyim var mıdır.
Vardır ama. İşte benim de öyle bir arkadaşım vardı. Alsancak’ta bir şekilde
karşılaşırdık. Sonra o hadi bize gidelim derdi ben de kalkar giderdim. Sonra baya
bir süre görüşmezdik. Ta ki tekrar karşılaşana kadar. Bu böyle beş altı kez
oldu. Sonunda ben de onu eve davet ettim falan filan. Bu kadar anlattığım şeyi
bir yere bağlamayacağım elbette. Sadece biz bu arkadaşla bir araya gelince işte
nedense November Rain’in klibini izlerdik. Baya iki erkek geçerdik ekran
karşısına izle babam izle. Neden bilmiyorum. Pek de sevmem zaten o adamları.
Ama şimdi güzel hatırlıyorum o zamanları. Hiçbir şey yapmadan birlikte vakit
geçiren sonra da dağılan insanlar güzel. O arkadaşı da üç yıldır falan
görmüyorum.
Geçen gün rastladığım
şu Salinger minvalli şahane Wes Anderson yazısı* ise bana unuttuğumu sandığım
bir şeyi daha hatırlattı. (Ne demişti Proust: Peki ya tamamen unutulan
hatıralar ne olacak? Sanırım böyle olacak bay Marcel Proust, bir vesileyle
hatırlanacak). Biz yine bu arkadaşla, o ev buluşmalarından birinde bir tane
grup kurmaya karar vermiştik. Sevgili dostlar, biliyorsunuz, 2000’lerde yaşayan
ve üç-beş kişi olunca bir müzik grubu kurmaya karar vermeyen insan topluluğu yoktur.
Ama şöyle bir problem vardı ki ikimiz de ne söz yazarı ne de besteciydik. Bir
de Grunge – Indie ikilemi yaşıyorduk. Bütün bunlarla beraber o sadece gitar
çalmayı biliyordu, ben ise ne sesi olan ne de bir enstrüman üzerinde yeteneği
olan bir insanım. (Bu yüzden bir önceki punk grubumuzda davulcu olmuştum.
Sebebi davul çalmayı bilmemem idi. Punk gruplarında bir şey çalmak gerekli
olmadığı için bu tip şeyleri çabucak ekarte edebilirsiniz.)
Biz de dedik madem
öyle, birimiz sözleri yazsın birimiz de beste yapsın. İşte sesi güzel olan
söylesin öbürü de arkadan kısık sesle vokal yapsın. Cover yapmayacaktık, ah
tabii ki cover yapmayacaktık. Sadece kendi şarkılarımız olmalıydı. Bize bu
yakışırdı. Her şey tamam gibiydi. Tek eksiğimiz (Her şey tamam olduğu ölçüde
eksikti de elbette) gruba isim bulmaktı. İşte bu Salinger minvalli Wes Anderson
yazısının bana bütün bunları hatırlatma nedeni de gruba koyduğumuz isimdi:
Muzbalığı
Grubu kurduğumuz
arkadaşın evinde 5- 6 tane kitap vardı. Benim ilgimi çeken ise elbette
Salinger’in Dokuz Öykü’sü olmuştu. Uzun sayılabilecek kadar bir süre
konuşmuştuk üstüne. Gruba isim verirken de bu sohbetleri hatırlayıp, bir süre
fikir teatisi yaptık. Sonunda da işte Muzbalığı dedik (Yazılışının Muz Balığı
olduğunu biliyorduk ama sonuçta, yani demek istediğim, ne önemi var ki?)
Ama çok sorun vardı.
Mesela, dedim ya, biz bu arkadaşla çok az, karşılaşınca görüşüyorduk. Grubu
kurduktan sonra da ilk karşılaşmamızı beklemek durumundaydık. Neyse ne ben
güfteci olarak iki tane şey yazmıştım. Bir anlamda hazırdım yani. Devran döndü,
rüzgâr başka yerden esti, yine bir gece Alsancak’ta karşılaştık arkadaşla. Yine
gittik evlerine. Yemek falan yedik. (Evet November Rain’i gene izledik) Sonra
şöyle diyaloglar oldu:
Rük: Biz grup kurmuştuk
ne oldu lan o?
Çek: Haa, ben bir iki
melodi buldum. Sen yazdın mı söz möz?
Rük: Hee, yazdım. Var
yanımda. Bakarız.
Bu “bakarız” iki saati
buldu, bir yerde internet varsa, sevgili dostlar, insanlar birbirlerine şu
video süper, bunu gördün mü sen falan demekten çok zevk alıyorlar. Bir tür yeni
iletişim modeli. Neyse. 2 saatin sonunda ben verdim sözleri, o aldı gitarı,
yaklaşık üç beş saat uğraştık, sözlerin bazı yerlerini değiştirdik, ben ağzımla
melodiler falan çıkardım, sabaha doğru aranjmansız, indie – grunge arasında
gidip gelen, eskilerin “sahih bir macera” diyeceği türden iki adet şarkımız
oldu. Sonra sabah oldu, ben kalktım gittim, üç yıl oldu. Şimdi sözlerini bile
yarım yamalak hatırladığım o şarkılar da kayboldu falan. Şarkılardan birinin
adı “Geriye Kalan Sabahlar” diye bir şeydi. Romantik bir parça olduğunu
hatırlıyorum. “Bitti çocuklara inen yağmurlar geriye kalan hep sabahlaaarrr”
diye bir nakaratı vardı. Öbür şarkımızın adı da “Kaldırımda Sokrat” idi. Bu
biraz daha eğlencelik, grubumuzun indie kısmını temsil eden bir şarkıydı.
Nakaratı aklımda yok ama “ Bugünlerde o kaldırımda sürekli bir Sokrat” diye
başlayan bir şarkı olduğunu hatırlıyorum.
3 yıl sonra tekrar o
şarkıları bulsam ya da dinlesem büyük ihtimalle “meehh” der geçerim. Ama böyle
desem de böyle değil. Çünkü haksızlık ediyoruz. Kendi yaptıklarımdan
bahsetmiyorum. Onlar bir anlamda zaten kötüydüler. Ama ne bileyim mesela Ghost
World’e haksızlık ediyoruz. Yine bundan yıllar önce Cine 5 vardı, dekoder
güzeli. İşte bu Cine 5 günde 6 defa koyardı bu filmi. Piçler de bazen 10.
Dakikasında bazen de 22. Dakikasında mutlaka şifreye girerlerdi. Ama sonra yine
devran döndü, tıpkı o arkadaşla olan spontane ilişkimiz gibi bir ilişkimiz oldu
bu filmle. Arada karşılaşıyor, kısa bir vakit geçiriyor ardından da onun
şifreye girmesiyle birbirimizden kopuyorduk.
Bir gece Cine 5 durdu durdu ve şifreye girmekten vazgeçti. Ben de en
sonunda “holaa” diye izledim filmi. Ama bir liseli olarak gördüğüm şeylerden
hiç memnun kalmamış, ulen ben bunu mu bekledim bunca zaman pehh diyip
geçmiştim.
Cine 5 bu |
Ama yine yeni yeniden
Heyhat demem gerekiyor. Hiç uzatmadan söyleyeyim. Bundan yıllar önce halt
etmişim, Allahın liselisi sen ne anlarsın olum sinemadan. Oturup bir Fight Club
bir de Hürriyet gastesinin hediye ettiği Annem Hakkında Herşey’i izleyip
izleyip kendini sinema eleştirmeni zannediyordun koçum sen. Senin neyine lan
Ghost World liseli Sasani.
Neyse, hepinizin
bildiği gibi Amerikan Mainstream Sineması Çizgi Roman uyarlamalarında
ekseriyetle fantastik eğilimler gösterse de Amerikan Bağımsız Sineması
sakinleri (Ki yok böyle bir şey) kıyıda köşede kalmış şeyleri ortaya çıkarmak konusunda
üzerine düşeni yapar. Ghost World de bunun örneklerinden biri. Kurulan ilişki
modeli ise insanın ağzını sulandırıyor. Şöyle bir ilişkiden bahsediyorum: Önce
bir çizer nev-i şahsına münhasır Amerikan Edebiyatı örneklerinden bazılarını
içselleştiriyor, sonra bunu çizgilerine aktarıyor. “Bağımsız Sinemacı” üçüncü tekilimiz
de önce güzel kitapları sonra da o kitaplardan etkilenerek yaratılmış çizgileri
homojenleştirip bir de üstüne kendi tarzını ekleyince ortaya tadından yenmeyen
güzellikler çıkıyor.
Bu anlattığım
homojenleşme durumunun çok fazla örneği yoktur. Ghost World’ü biraz da o yüzden
değerli buluyorum. Daniel Clowes, yani Ghost World’ü bir Çizgi Roman olarak
yaratan adam belli ki Amerikan Edebiyatını da yemiş yutmuş. Başta Salinger
olmak üzere, Updike, Dick gibi geniş bir yelpazede seyreden edebiyat zevki Clowes’un
yaratıcılığını da ayni düzeyde genişletmiş. Daha sonra filmin yönetmeni Terry
Zwigoff da sakin bir şekilde bu çizgi romanı alıp, alabildiğine iddiasız,
alabildiğine basit (bu basitlik ki Ozu gibi bir sinemacıyla hemhaldir,
güzeldir) bir şekilde uyarlayarak yapabileceği en iyi şeyi yapmış.
Üzüldüğümüz şeyler.
Şeyler. Bir müddet mantıklı gelen. Sonra gelmeyen. Olup biten. Tutku ile Arzu
arasında farkı kaçırdığımızda gelen. Olup biteni ve gelip geçeni kendi rengine
boyayan, zaten ölmüş adamların yaşadığı bir dünyada geçmeyen bu filmde iki tane
ergen kızın hayatta yer bulma çabalarına tanık oluyoruz. Sürekli bir alay ve
nefret üzerinden kurdukları iletişim modeli bir yerden sonra iki kızın da izole
bir hayat yaşamasına neden oluyor. Kızlardan biri büyüme amaçlı iş hayatına
adım atana kadar bu böyle devam ediyor. Diğer kızımız ise kendinden yaşça epeyi
büyük bir koleksiyonere aşık olduğunu düşünüp onunla bir ilişki yaşıyor ama
gelin görün ki bu durumdan da mutsuz olarak ayrılıyor. Ve de en sonunda biri
gerçek hayata biri de belirsiz bir dünyaya doğru uzaklaşıyor.
Sevgili okuyucu, sana
kimsenin söylemeyeceği bir şey söyleyeyim bak, yemin ederim öyle değil. İster
acayip bir şey keşfet, ister dünyanın iyiliğine bir katkıda bulun, bak ne
diyorum: Öyle değil. Değil. Ama tabii ki yapmalı. Yani boş da olsa sonuna kadar
götürmeli çünkü öte taraf da öyle değil. Bak valla lan, bunu benden duymanı
istemezdim, ama bundan birkaç bin yıl önce bazı hatalar oldu, biz daha ne
olduğunu anlamadık, 60’lı yıllarda bir adam anladı Akçaburgaz’da, yıkın dedi,
ne varsa yıkın, o da olmadı, neyse bak ne diyorum, öyle sanıyosun ya, öyle
değil, valla değil, ne demiş Kafka “ben zaten her şeyi söylemiştim”, film
izlemeliyiz, Degas’nın resimlerini, Louis Malle’nin 60 ve 70’lerde yaptığı
filmleri, Sait Faik’in öykülerini unutmamalıyız, bir de İskender güzeldir onu
yemeliyiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder