9 Eylül 2012 Pazar

Ghost World: Bir Giriş


Çok samimi olmadığınız halde evinde kaldığınız insanlar vardır ya hani. Ya da ne bileyim var mıdır. Vardır ama. İşte benim de öyle bir arkadaşım vardı. Alsancak’ta bir şekilde karşılaşırdık. Sonra o hadi bize gidelim derdi ben de kalkar giderdim. Sonra baya bir süre görüşmezdik. Ta ki tekrar karşılaşana kadar. Bu böyle beş altı kez oldu. Sonunda ben de onu eve davet ettim falan filan. Bu kadar anlattığım şeyi bir yere bağlamayacağım elbette. Sadece biz bu arkadaşla bir araya gelince işte nedense November Rain’in klibini izlerdik. Baya iki erkek geçerdik ekran karşısına izle babam izle. Neden bilmiyorum. Pek de sevmem zaten o adamları. Ama şimdi güzel hatırlıyorum o zamanları. Hiçbir şey yapmadan birlikte vakit geçiren sonra da dağılan insanlar güzel. O arkadaşı da üç yıldır falan görmüyorum.


Geçen gün rastladığım şu Salinger minvalli şahane Wes Anderson yazısı* ise bana unuttuğumu sandığım bir şeyi daha hatırlattı. (Ne demişti Proust: Peki ya tamamen unutulan hatıralar ne olacak? Sanırım böyle olacak bay Marcel Proust, bir vesileyle hatırlanacak). Biz yine bu arkadaşla, o ev buluşmalarından birinde bir tane grup kurmaya karar vermiştik. Sevgili dostlar, biliyorsunuz, 2000’lerde yaşayan ve üç-beş kişi olunca bir müzik grubu kurmaya karar vermeyen insan topluluğu yoktur. Ama şöyle bir problem vardı ki ikimiz de ne söz yazarı ne de besteciydik. Bir de Grunge – Indie ikilemi yaşıyorduk. Bütün bunlarla beraber o sadece gitar çalmayı biliyordu, ben ise ne sesi olan ne de bir enstrüman üzerinde yeteneği olan bir insanım. (Bu yüzden bir önceki punk grubumuzda davulcu olmuştum. Sebebi davul çalmayı bilmemem idi. Punk gruplarında bir şey çalmak gerekli olmadığı için bu tip şeyleri çabucak ekarte edebilirsiniz.)


Biz de dedik madem öyle, birimiz sözleri yazsın birimiz de beste yapsın. İşte sesi güzel olan söylesin öbürü de arkadan kısık sesle vokal yapsın. Cover yapmayacaktık, ah tabii ki cover yapmayacaktık. Sadece kendi şarkılarımız olmalıydı. Bize bu yakışırdı. Her şey tamam gibiydi. Tek eksiğimiz (Her şey tamam olduğu ölçüde eksikti de elbette) gruba isim bulmaktı. İşte bu Salinger minvalli Wes Anderson yazısının bana bütün bunları hatırlatma nedeni de gruba koyduğumuz isimdi: Muzbalığı



Grubu kurduğumuz arkadaşın evinde 5- 6 tane kitap vardı. Benim ilgimi çeken ise elbette Salinger’in Dokuz Öykü’sü olmuştu. Uzun sayılabilecek kadar bir süre konuşmuştuk üstüne. Gruba isim verirken de bu sohbetleri hatırlayıp, bir süre fikir teatisi yaptık. Sonunda da işte Muzbalığı dedik (Yazılışının Muz Balığı olduğunu biliyorduk ama sonuçta, yani demek istediğim, ne önemi var ki?)


Ama çok sorun vardı. Mesela, dedim ya, biz bu arkadaşla çok az, karşılaşınca görüşüyorduk. Grubu kurduktan sonra da ilk karşılaşmamızı beklemek durumundaydık. Neyse ne ben güfteci olarak iki tane şey yazmıştım. Bir anlamda hazırdım yani. Devran döndü, rüzgâr başka yerden esti, yine bir gece Alsancak’ta karşılaştık arkadaşla. Yine gittik evlerine. Yemek falan yedik. (Evet November Rain’i gene izledik) Sonra şöyle diyaloglar oldu:

Rük: Biz grup kurmuştuk ne oldu lan o?
Çek: Haa, ben bir iki melodi buldum. Sen yazdın mı söz möz?
Rük: Hee, yazdım. Var yanımda. Bakarız.

Bu “bakarız” iki saati buldu, bir yerde internet varsa, sevgili dostlar, insanlar birbirlerine şu video süper, bunu gördün mü sen falan demekten çok zevk alıyorlar. Bir tür yeni iletişim modeli. Neyse. 2 saatin sonunda ben verdim sözleri, o aldı gitarı, yaklaşık üç beş saat uğraştık, sözlerin bazı yerlerini değiştirdik, ben ağzımla melodiler falan çıkardım, sabaha doğru aranjmansız, indie – grunge arasında gidip gelen, eskilerin “sahih bir macera” diyeceği türden iki adet şarkımız oldu. Sonra sabah oldu, ben kalktım gittim, üç yıl oldu. Şimdi sözlerini bile yarım yamalak hatırladığım o şarkılar da kayboldu falan. Şarkılardan birinin adı “Geriye Kalan Sabahlar” diye bir şeydi. Romantik bir parça olduğunu hatırlıyorum. “Bitti çocuklara inen yağmurlar geriye kalan hep sabahlaaarrr” diye bir nakaratı vardı. Öbür şarkımızın adı da “Kaldırımda Sokrat” idi. Bu biraz daha eğlencelik, grubumuzun indie kısmını temsil eden bir şarkıydı. Nakaratı aklımda yok ama “ Bugünlerde o kaldırımda sürekli bir Sokrat” diye başlayan bir şarkı olduğunu hatırlıyorum.

3 yıl sonra tekrar o şarkıları bulsam ya da dinlesem büyük ihtimalle “meehh” der geçerim. Ama böyle desem de böyle değil. Çünkü haksızlık ediyoruz. Kendi yaptıklarımdan bahsetmiyorum. Onlar bir anlamda zaten kötüydüler. Ama ne bileyim mesela Ghost World’e haksızlık ediyoruz. Yine bundan yıllar önce Cine 5 vardı, dekoder güzeli. İşte bu Cine 5 günde 6 defa koyardı bu filmi. Piçler de bazen 10. Dakikasında bazen de 22. Dakikasında mutlaka şifreye girerlerdi. Ama sonra yine devran döndü, tıpkı o arkadaşla olan spontane ilişkimiz gibi bir ilişkimiz oldu bu filmle. Arada karşılaşıyor, kısa bir vakit geçiriyor ardından da onun şifreye girmesiyle birbirimizden kopuyorduk.  Bir gece Cine 5 durdu durdu ve şifreye girmekten vazgeçti. Ben de en sonunda “holaa” diye izledim filmi. Ama bir liseli olarak gördüğüm şeylerden hiç memnun kalmamış, ulen ben bunu mu bekledim bunca zaman pehh diyip geçmiştim.

Cine 5 bu


Ama yine yeni yeniden Heyhat demem gerekiyor. Hiç uzatmadan söyleyeyim. Bundan yıllar önce halt etmişim, Allahın liselisi sen ne anlarsın olum sinemadan. Oturup bir Fight Club bir de Hürriyet gastesinin hediye ettiği Annem Hakkında Herşey’i izleyip izleyip kendini sinema eleştirmeni zannediyordun koçum sen. Senin neyine lan Ghost World liseli Sasani.


Neyse, hepinizin bildiği gibi Amerikan Mainstream Sineması Çizgi Roman uyarlamalarında ekseriyetle fantastik eğilimler gösterse de Amerikan Bağımsız Sineması sakinleri (Ki yok böyle bir şey) kıyıda köşede kalmış şeyleri ortaya çıkarmak konusunda üzerine düşeni yapar. Ghost World de bunun örneklerinden biri. Kurulan ilişki modeli ise insanın ağzını sulandırıyor. Şöyle bir ilişkiden bahsediyorum: Önce bir çizer nev-i şahsına münhasır Amerikan Edebiyatı örneklerinden bazılarını içselleştiriyor, sonra bunu çizgilerine aktarıyor. “Bağımsız Sinemacı” üçüncü tekilimiz de önce güzel kitapları sonra da o kitaplardan etkilenerek yaratılmış çizgileri homojenleştirip bir de üstüne kendi tarzını ekleyince ortaya tadından yenmeyen güzellikler çıkıyor.



Bu anlattığım homojenleşme durumunun çok fazla örneği yoktur. Ghost World’ü biraz da o yüzden değerli buluyorum. Daniel Clowes, yani Ghost World’ü bir Çizgi Roman olarak yaratan adam belli ki Amerikan Edebiyatını da yemiş yutmuş. Başta Salinger olmak üzere, Updike, Dick gibi geniş bir yelpazede seyreden edebiyat zevki Clowes’un yaratıcılığını da ayni düzeyde genişletmiş. Daha sonra filmin yönetmeni Terry Zwigoff da sakin bir şekilde bu çizgi romanı alıp, alabildiğine iddiasız, alabildiğine basit (bu basitlik ki Ozu gibi bir sinemacıyla hemhaldir, güzeldir) bir şekilde uyarlayarak yapabileceği en iyi şeyi yapmış.



Üzüldüğümüz şeyler. Şeyler. Bir müddet mantıklı gelen. Sonra gelmeyen. Olup biten. Tutku ile Arzu arasında farkı kaçırdığımızda gelen. Olup biteni ve gelip geçeni kendi rengine boyayan, zaten ölmüş adamların yaşadığı bir dünyada geçmeyen bu filmde iki tane ergen kızın hayatta yer bulma çabalarına tanık oluyoruz. Sürekli bir alay ve nefret üzerinden kurdukları iletişim modeli bir yerden sonra iki kızın da izole bir hayat yaşamasına neden oluyor. Kızlardan biri büyüme amaçlı iş hayatına adım atana kadar bu böyle devam ediyor. Diğer kızımız ise kendinden yaşça epeyi büyük bir koleksiyonere aşık olduğunu düşünüp onunla bir ilişki yaşıyor ama gelin görün ki bu durumdan da mutsuz olarak ayrılıyor. Ve de en sonunda biri gerçek hayata biri de belirsiz bir dünyaya doğru uzaklaşıyor.



Sevgili okuyucu, sana kimsenin söylemeyeceği bir şey söyleyeyim bak, yemin ederim öyle değil. İster acayip bir şey keşfet, ister dünyanın iyiliğine bir katkıda bulun, bak ne diyorum: Öyle değil. Değil. Ama tabii ki yapmalı. Yani boş da olsa sonuna kadar götürmeli çünkü öte taraf da öyle değil. Bak valla lan, bunu benden duymanı istemezdim, ama bundan birkaç bin yıl önce bazı hatalar oldu, biz daha ne olduğunu anlamadık, 60’lı yıllarda bir adam anladı Akçaburgaz’da, yıkın dedi, ne varsa yıkın, o da olmadı, neyse bak ne diyorum, öyle sanıyosun ya, öyle değil, valla değil, ne demiş Kafka “ben zaten her şeyi söylemiştim”, film izlemeliyiz, Degas’nın resimlerini, Louis Malle’nin 60 ve 70’lerde yaptığı filmleri, Sait Faik’in öykülerini unutmamalıyız, bir de İskender güzeldir onu yemeliyiz.














Hiç yorum yok: