1
Ben seni böyle
sevmemiştim Ozon
Ne
heyecandı ama!
Diyoruz
ki Ozon abimiz film çekiyor bekleyelim. Tamam Ricky pek iyi değildi. Sonra La
Refuge geldi ve anında affettik, kucakladık Ozon’u. Ardından Potiche geldi yine
“Ama sen bu değilsin ki Ozon kardeşim. Tamam dene bakalım ama çok yüzme o
sularda, bildiğimiz sulara gel” diye çağrıda bulunduk ve beklemeye başladık.
Bekle
bekle bekle sonunda Dans La Maison geldi. Tamam kötü bir film değil. Aslında
Ozon’un “ahanda kötü” diyeceğiniz bir filmi de yok. Bi daha iyi filmleri var
bir de o kadar iyi olmayan filmleri var.
Sağolsun o da yukarıda saydığımız gibi bir iyi olmayan filmden sonra
daha iyi olan bir film çekiyordu. Ama bu defa çift dikiş iyi olmayan film yapınca
üzüldük açıkçası. Ozon biliyorum okuyosun ama ne yapayım kardeşim ben de
doğruları konuşmak zorundayım. Rükneddin kimliğim bunu gerektiriyor.
Dans
La Maison’un problemi şu; bu film hâlâ “edebiyatın gücü” denen şeyin geçerli
olduğunu düşünüyor. Yani bir kurgu metin var ve bunu yazan 16 yaşında bir
çocuk. İşler o kadar etkileyici, çocuğun yazma kabiliyeti o kadar yüksek ki
koskoca öğretmeni baştan çıkarıyor, çıldırtıyor falan. Şu kadarını söyleyeyim:
yok böyle bir şey sevgili dostlar.
Bilmiyorum
duydunuz mu ama dil denen şey sona erdi. Yani bu okuduğunuz kelimeler dahil
hepsi zamanında duyulan bir ihtiyacın saçma sapan emareleri. Dans La Maison
özelinde etki altında kalmak isteyen bir kişinin edebiyat yoluyla
dengesizleşmesini izliyoruz. Ama ortadaki şey bir edebiyat eseri değil de tulum
peynir de olsa aynı etki altında kalma durumunu izleyebilirdik. Bir tulum peyniri
de bir insanı baştan çıkartabilir ve bu da yaşadığımız yüzyılda gayet normaldir.
Siz yeter ki kendinizi kaybetmek ya da dengesizleşmek için bir neden arayın.
Şunu demiyorum:
Edebiyatın etkileme gücü sona erdi.
Şunu diyorum:
2000’li yıllarda yazılabilecek herhangi bir edebi eser insanların hayatlarını
değiştirecek bir kudrete sahip olamaz.
Şunu da diyorum;
Bence insanların hayatlarını değiştirebilecek kudrette olan edebi eserler en
son 1970’lerde yazıldı ( Özellikle bu topraklarda).
Şunu da ayrıca diyorum:
Bugün bir Proust, bir Dostoyevski ya da Beckett romanı hâla bir şeyleri
değiştirebilecek kudrete sahiptir ama Pessoa ya da Rowling kitapları böyle bir
kudrete sahip değildir.
En mantıklısı şu olurdu;
Tamam edebiyata sırtını yaslıyor ama Dans La Maison sinemasal açıdan daha
etkileyici bir yapıya sahip.
Ama şu oldu:
Hayır Dans La Maison sinemasal açıdan da yeni bir şey ifade etmiyor ve bu
film-edebiyat ilişkisi sağlıklı bir zeminde buluşamıyor.
Söylenebilecek son şey ise şu:
Canım Ozon lütfen yeni filmin Jeune&Jolie iyi olsun. Zira bu kalp üçüncü
bir darbeyi kaldırmaz. Le Temps Qui Reste ya da Regarde La Mer’i unutturma bize
lütfen.
2
Koparma Gülleri Miguel
Şimdi
bu Miguel Gomes, yani Tabu’nun yönetmeni kalkmış Altyazı’nın İzliyorum’una
katılmış Nisan sayısında. Adama da doğal olarak Kaurismaki işte efendime
söyleyeyim Sunrise’ı falan göstermişler. Tabu’nun bu filmik şeylerin etkisi
altında olduğunu biz zaten daha önce yazmıştık. Ama şu var ki Miquel Gomes
sandığımızdan da harbi bir adammış. En azından bu İzliyorum şeysinden bunu
anladık. Bizim de gayet sevdiğimiz Rosselini, Malick gibi adamları anlatıp
çözümlemiş güzel güzel. Altyazı umarım röportajı iyi değerlendirir de kendi
sayfalarında, kendi yazılarında da benzer bir doyuruculuğa ulaşır, bizi
Portekizli adamlara muhtaç bırakmaz. Yani demem o ki, alın Altyazı’yı ordaki
eleştirileri okuyun sonra da Miguel Gomes’in röportajını okuyun. Miguel Gomes
de eski sinema eleştirmeni bizim turkishler de sinema eleştirmeni, aradaki 7
farkı bulun anacığım.
3
Onlar aşağı
inmeden biz düştük alkışlar vardı
Geldiğimizde
bütün mutluluklar ele geçirilmişti. Mutluluğu ele geçirenler onunla ne
yapacaklarını bilmedikleri için mutsuz olmuşlardı. Bunun üzerine mutluluğu
mutlu olmayanlara vermeye çabaladılar. Mutlu olmayanlar ise mutluluğu elde
etmek için giriştikleri birçok çabanın ardından hiçbir mutluluğa kucak
açamayacak kadar mutsuz olmuşlardı.
Mutlu
olmayanlar çok çabalamıştı. Mutluluğu ele geçirenlerin çok mutlu olduğunu
düşünüp onlar gibi olmaya çalıştılar. Mutlu olanlar gibi sevgilileri olsun
istediler. Mutlu olanlar gibi mal mülk sahibi olmak istediler. Bu amaçla da ilk
önce kendilerini harcadılar. Daha sonra çevrelerindeki en az kendileri kadar
mutsuz insanlara saldırdılar.
Mutsuzların
diğer mutsuzlara gerçekleştirdiği bu saldırılar herkesi daha da mutsuz yaptı.
Mutluluğa sahip olanlar bile “yahu aslında o kadar da matah bir şey değil alın
sizin olsun” deseler de artık çok geçti. Çünkü mutluluğun kendisi değil
düşüncesi insanları kendinden geçiriyordu. Bunun üzerine mutluluk dediğimiz şey
mutlu olanların da elinden alındı ve belirli güçlerin eline geçti. Durum daha
tehlikeliydi çünkü artık bireylerarası bir durum değil soyut politikalar
yönlendiriyordu mutluluğu. Çalışmaya başladılar. Gece gündüz çalıştılar ve
bizlere nasıl mutlu olunacağını göstermeye başladılar. Müzikler önerdiler, filmlerden,
hayatımızı değiştirecek kitaplardan bahsettiler. Nasıl bir sevgili mutlu eder,
nasıl baba olunur, içerdeki bebeğe hangi müzik dinletilir, hepsini anlattılar.
Neşeyle el ele tutuştu insanlık. İşte beklenen olmuştu ve nasıl
kullanabileceğimizi bilmediğimiz mutluluk hepimize dağıtılmaya başlanmıştı.
Gecekondu’da da otursak converse sahibi olabilirdik. Tamam Hilton’da kalamazdık
belki ama Paris Hilton pornolarını istediğimiz zaman izleyebilirdik.
Duygularımız,
acılarımız hâlâ 17. Yüzyıl seviyesindeydi ama bunları artık sms ya da ileti ile
bildiriyorduk. Bir taraf “mosmodern” 21. Y.y. diğer taraf köhnemiş Romans.
Duygusal eğitimimiz tamamlanamadan ele geçirildiğimiz için duruma tam olarak
ayak uyduramıyorduk. Facebook’tan intihar edeceğini duyuran ve bu duyurusunu
gerçekleştiren çocuğun altına yorum olarak L koyuyorduk. Ama kimse
de çıkıp bu ölümün gerçekliği ile uğraşmak istemiyordu. Aslında haklılardı
çünkü gerçekten de ortada bir ölüm yoktu. Sadece Facebook’tan bir adam
eksilmişti. Facebook’tan öleceğini duyuran kişi zaten kendini bir “olmayan”
olarak konumlandırıyordu. Yani hiç tanımadığımız biri bir yerde öldü hayatımız
bunun için değişmeyecek. Biz sadece haberdar olduk. Bir adam vardı,
Facebook’tan öleceğini bildirdi biz de bu bildirimi aldık. “Şurda yemek
yiyorum” da diyebilirdi. Biz bunu da tıpkı o ölüm haberi gibi almış olacaktık.
Ve aslında hepsi bu kadar.
Bunları
yazınca o Facebook’tan ölen insana üzüldüğüm gibi bir şey çıkmış olabilir. Ama
öyle değil. O kişi bir şekilde ölmüştür. Biz haber almasak da bir şekilde
ölecekti. Önemli olan Facebook gibi bir şeyin ölüme taziye sunulan bir yer
olması ve gerçekten öyle olması. “Allah rahmet eylesin kardeşim” diyen adamı
düşünün. Bu adam “gerçekten” böyle düşünüyor ve söylüyor. Son tahlilde
“İnternet yalnızlaştırıyor bu yüzden insanlar yalnızlıklarını da buradan dile
getiriyor hatta ölümlerini bile, modernlik bizi bu hale getirdi” denebilir. Bu
doğru da olabilir. Ama benim açımdan sadece komiktir. Tıpkı Facebook’tan
öleceğini ilan eden o çocuk gibi komiktir. Ve komik olan zannedildiği gibi
sadece gülünecek bir şey değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder