21 Mayıs 2013 Salı

Tolstoy Çok Geç Kalkardı


1

Geceler Diken Bana

Biraz daha diken. Bunun barda olması.

Genç adamın mutfaktaki görüntüsü sinema durdukça gülümseyecek.



Bir romanda ya da bir başka filmde bir adam ise gülümsemekten vazgeçecek. Bizim ikincil kaynaklar ya da ikincil hayatlar dediğimiz – sanat da diyebileceğimiz- şeyler saklamakla mükelleftir. Geçenlerde haberlerde de çıktı Latmos dağlarındaki kaya resimleri mıcır olmak için dinamitlenecekmiş. 8.000 yıldır kol kola duran çiftler, cinsiyetleri pek de net olmayan insanlar resmedilmiş orada. Yürümeye devam ediyorlar. Siz sevgilinizden ayrıldığınız da ya da bir başka sevgili bulduğunuzda, çok acı çektiğinizde ya da evlenip-boşandığınızda, öldüğünüzde ya da ölünüzün üzerinde çeşitli canlılar dans ettiğinde de onlar orada duruyorlardı, yürüyorlardı. Birkaç orospu çocuğu (ana babalarından bağımsız) onları dinamitleyene kadar da orada durup yürümeye devam edecekler.

Ettore Scola sadece “Özel Bir Gün”  nedeniyle önemli bir yönetmendir. İzlediyseniz bilirsiniz her şey “ahanda bir aşk hikâyesi başlayacak” şeklinde dizayn edilmiştir. Bu yüzden filmi yarısında bırakıp çıkmak mümkün. Mesela ben yıllar önce bir gösteriminde “Ne aşk hikâyesi izleyecem ya bu saatte” diyip terk etmiştim filmi. Daha önce Cennet ile ilgili söylediğimiz bir şey vardı. Filmin manzarasıyla birlikte izleyicinin o andaki hali, manzarası da önemlidir değerlendirme yapmak için. İşte bu vesileyle filmi izlemek için gerekli ruh haline sahip olduğumu fark ederek ikinci bir deneme yapmaya karar verdim ve başladım filmi izlemeye. Film bittiğinde ise aynanın karşısına geçip yüzüme tükürdüm.

Tamam herkesten iyi bir film olduğunu falan duymuştuk. Atilla Dorsay özellikle hep överdi filmi (O övdüğü için belki de bu kadar geç izleyebildik bu filmi. Dorsay referansı her zaman piyangodur. Şu an Cannes’da kendisi, Eva Longoria’nın kiyafetinden falan bahsediyor Radikal’de). Ama biz “Aşk filmi” beklerken klişeleri alt üst eden bir şeyle karşılaştık.. Bir tarafta faşist İtalya’nın halet-i ruhiyesini, Hitler’in Roma’yı ziyaretiyle de bu halet-i ruhiye’nin tam bir manyaklığa dönüşmesini izliyoruz. Sürekli açık olan bir radyonun arka fona geçmesiyle de asıl olayımıza yani çiftimize odaklanıyoruz. Neyse ya filmin konusunu her yerden öğrenirsiniz zaten ben asıl olaya geleyim, şu klişeleri yıkma meselesi dediğim şey. İşte biz tam bir aşk atmosferiyle çiftimize odaklanmışken birdenbire erkeğimizin aslında eşcinsel olduğunu anlıyoruz. Bütün aşk hikâyesi izleme hayalimiz şahane şekilde yıkılırken filmin güzelliği tavan yapıyor.
Özel Bir Gün İtalya Sinemasının da sonudur aynı zamanda. Ta Rosselini ile başlatacağımız bu sürecin son hamlesidr. Yaklaşık 35 yıldır da İtalya Sineması büyük bir yönetmen ya da büyük bir film çıkartamamıştır. Özel Bir Gün sanki bu sonun hüznünü de taşır. Her şey sona ermektedir, Sinema da, Scola da hatta Sophia Loren de. Görkemli bir son. Daha iyisi olamazdı.

Bunun üzerine bilgisayarı kapatıp dışarı çıkıyoruz. Üstümüzde bir iki parça bir şey. Küçükpark’ta yollarımız ayrılıyor. Bir teras arıyorum. Koduğumun Küçükpark esnafı bir tane bile teraslı mekân yapmamış. Taksiciye “Hiç de özel bir gün değil amına koyim” diyorum. “Öyle” diyor, öyle.



2

Acılara son

Bizim buralarda birkaç canlı var. Bu canlılardan bazıları bundan birkaç gün önce ailelerini kaybettiler. Kedi olan bir canlı kuş olan bir canlıyı ölü olarak ele geçirdi. Bu savaş sırasında bazı karıncalar telef oldu ve bir zorunlu göçe maruz kalarak bahçenin öteki tarafına göç ettiler. Allahsız kedinin yaydığı dehşete 6 yaşındaki allahsız bir çocuk son verdi ve kediyi kuyruğundan tutmak suretiyle bizim ev kapısının demir parmaklıklarına doğru fırlattı. Ama kedi bunu zerre kadar siklemedi ve yaşamına aynen devam etti. Göç eden karıncalar kuştan kalan tüyleri taşıyarak kendilerine yeni bir hayat kurdular. Allahsız çocuk ve allahsız kedi hayatlarını sürdürüyor. Kedi nasıl bir insan bilemem ama çocuk ileride büyük ihtimalle Bülent Serttaş’a benzeyecek.




3


Kahır gibi geçer günler

Atilla Taş gibi bir insan olmak isterdim sevgili okuyucu. Gideyim güzel ülkemizi dolaşayım, horozla inekle konuşayım, ağaçlara tırmanayım, ağaçlardan atlayayım, böyle bir yaşantım olsun isterdim.

İsterdim ama olmuyor işte. Yine uyandığımız dünyaya yeniden uyuyoruz. Güllü dinlemek, Müslüm dinlemek, Yenişehirli Avni’den alıntılar yapmak istiyorum. Bunların bazılarını yapıyorum da. Hayatta görünen en realist hedefim bir Güllü konserine gitmek. Zamanında bir Cansever konserine gitmiştim. Tuhaf bir pavyonda çıkan Cansever o manyak sesiyle büyülemişti bizi. Pezevenk viskisi dediğimiz Wat 69’a abandığımız o gece hayatımın en kahır dolu gecelerinden biriydi. İnsanlar pavyonlarda kahroluyor sayın okuyucu, sen bunu biliyor muydun? O gece ağlayan mı dersin inleyen mi dersin ne ararsan vardı allahıma. Pavyonların seks amaçlı kuruluşlar olduğuna dair bir önyargı var. Bu yanlış. Pavyonlar kahrolmuş adamların koca memeli kadınlara yaslanıp içlerini döktükleri, ağladıkları mekânlardır.



Dillere pelesenk olmuş bir sürü yalan yanlış söz var sevgili okuyucu. Yok ölenle ölünmezmiş, yok yer çekimi varmış. Yalan bunlar. Yukarıdaki klibin başında dendiği gibi Her Şey Yalan Sunar. Bu dediğim şeyi de en iyi arabesk müzik anlatıyor işte. Biz bekledik. Müslüm ölünce arkasından vahlanan iki gün sonra da unutan sahtekârlardan olmak istemedik zira. Bergen gitti, Azer gitti, Müslüm de gitti işte. Ne lan bu dünya böyle. Allah Güllü ve Cansever ablalarımıza uzun ömür versin. Onlar da gidince arabesk bitecek, tıpkı Cobain gittiğinde Grunge’ın bitmesi gibi.



4

Tolstoy’la Yatan Adam: Anna Karenina’yı Ben Yazdım

Tolstoy çok geç kalkardı. O yüzden onun uyanmasını beklerken epeyi sıkılırdınız. Sağolsun bana roman yazmasını öğretiyordu. Ama bu kadar geç kalkınca gün boşa gidiyor ben de sıkıntıdan patlıyordum.

Tolstoy uyanana kadar bir şeyler yazayım bari diyerek oturdum masa başına. Aklımda Anna adında bir kadın vardı. Uzun süredir onu kuruyordum kafamda. Şöyle okkalı bir giriş bulmak üzereydim, arkası da gelecekti. Olayların sonunda ise karakterim intihar edecekti. Başlangıç ve son aklımdaydı ama ortasında ne olacaktı bilmiyordum. Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Birden öfkelendim bu duruma. Gittim Tolstoy’un yatağına bir tepik atıp “Kalk lan koduğumun ihtityarı. Kalk da roman yazak” dedim. Tolstoy “Ne oluyor babası belirsiz” der gibi baktı bana. “Artık yeter reis. Hep uyuyon. İki kelime roman yazıcaz diye geldik burnumuzdan getirdin. Yeter sikecem ızdırabını da Hacı Murat’ı da.” dedim. “Tamam lan tamam. Git otur yerine, ben geliyorum” dedi. “Çabuk ol” diyip masanın başına döndüm.

10-20-200 dakika geçti Tolstoy paşamız ortada yok! Bir daha gittim odasına aynen yatıyordu pezevenk. “Senin yazdıracağın romana da, edebiyatına da, varoluşuna da ayağımı sokayım” diyip elimdeki bir tomar Anna kağıdını suratına çarptım. “Anama küfretme lan pezevenk hıyarağası” diyerek terlik attı arkamdan. “Anana kim küfür etti lan bebek bezi” dedim. “Siktir git lan. Sikerim ense tıraşını, itoğli it öküz taşağı puştun oğlu gerizekalı” dedi. “Ettiğin küfürü sikeyim” diyip çarptım kapıyı.

Tolstoy’un evinden çıkıp kuzenim Alyoşa’nın yanına gittim. İş ortağı olup bir terzi açtık. Aradan yıllar geçti. Bir de baktım Tolstoy Anna Karenina diye kitap yazmış. Kuzenimi çağırdım yanıma ve bütün olanları anlattım. “Boşver ya” dedi. “Sen daha iyisini yazarsın. Otur “Anna Karenina’yı Ben Yazdım diye bir kitap yaz. Çayın çorban benden.” dedi. Gaza geldim başladım yazmaya. Kitap bitince hiçbir yayınevi basmayı kabul etmedi. Ağladım. Alyoşa’ya gittim. “Ne olacak ya. Basmazlarsa basmasınlar. Sen işinde yüksel” dedi. O gün bugündür kendimi işe verdim. Yıllardan sonra Tolstoy’a bir mektup yazdım. Fikrimi çaldığını ama affettiğimi dünyanın boş olduğunu söyledim. “Kusura bakma kardeş” şeklinde kısa bir yanıt geldi.

Tolstoy’u sonunda affettim ama bir daha onunla asla yatmadım.









Hiç yorum yok: