En
azından hayatımızın böyle gitmeyeceğinin farkındayız. Tamam böyle gider belki
ama onun da maksimum bir süresi vardır mutlaka. İçimdeki Deniz’de şu hiç
yataktan çıkamadan ölen adam vardı ya mesela. İşte öyle bir hayat bile sonuçta
yaşanmış ve sona ermiştir. Fakat burada önemli olan nokta öyle bir hayatın
yaşanmış olmasıdır. Bizim yapacağımız tespit de tabiyetiyle şöyle olur: Evet lan
hayatı böyle de yaşayan adamlar var gerçekten.
İşte
bu düşüncelerle evden çıktım. Kapıya kilidi vurduğumda aklımda beni böyle
düşünmeye yönlendiren Fitzgerald vardı. Kendimi Selim İleri gibi hissediyordum.
Böyle “bütün mutluluğum kitaplar” kafası. Okuduğum her şey hayatımı bir şarap
gibi şenlendiriyordu adeta. Edebiyatın gücü sanki beni esir almış gibiydi.
Etrafımdaki her şeye edebi bir gözle bakıyormuş gibiydim. Gibiydim ama öyle
değildi işte anasını satayım. Çünkü dışarı çıkıp fatura ödemem ardından okula
ve “atölye” adlı arkeolojik yere uğrayıp çalışmam gerekiyordu. Bütün bunlar da
emin olun aşırı kötü şeylerdi. Ama bu kötülüklerin yanında Fitzgerald’ın
Mutluluğun Tortuları adlı öyküsü bir türlü çıkmıyordu kafamdan. Büyük bir
mutlulukla başlayan ve sonunda yatalak bir adama bakmakla son bulan bir
evliliğin hikâyesi. Bazı kitapları ve bazı kitaplardaki karakterleri hayattan
ve onun içinde yaşayan canlılardan çok daha fazla seviyorum. Mesela işte bu
öyküdeki Roxanne’i, Petzold’ün Barbara’sı kadar sevmiştim. Gerçek hayatta bu
kadar sevebildiğim insan sayısı epeyi azdır. Ama o insanlardan biri tam da bu
düşüncelere dalmışken aramaya başladı. Telefonu açmamam gerektiğini çok iyi
bildiğim için şöyle bir bakıp sessize aldım telefonu.
Metroya
bindiğimde ise aklımda Doug Wilson vardı. Weeds’in 4. sezonunun bir yerinde
kafası güzelken Silas’a durmadan sorduğu bir soru beni güldürüp duruyordu: You
suck dick Silas? Doug Wilson hayatını mahvetmiş, eşinden ve çocuklarından ayrı
düşmüştür. Kafasını en çok kurcalayan ise eşcinsel oğludur. Bu durumdan dolayı
da kendisini suçlamaktadır. O yüzden Nancy’nin oğlu Silas’a sürekli aynı soruyu
sorarak belki de bu eşcinsel oğul konusunda yalnız kalmamak istiyordur.
İşte
bu sahne metroda sürekli aklıma geliyordu. Karşıma da şansıma sarışın bir
beyefendi oturmuştu. Gülmemek için dudaklarımı ısırıyodum ama olmuyordu işte.
Adama o soruyu sormamak için kendimi zor tutuyordum: You suck dick Silas?
Kendimi tuttukça da sürekli gülüyordum. Sonra aklıma dâhiyane bir fikir geldi
ve telefonumu çıkardım. Böylece sanki bana atılan bir mesaja gülüyormuş gibi
yapabilecektim. Telefona bakıp gönül rahatlığıyla gülerken arada “Hay Allah ya”
falan da dedim. Tam bu sırada A. ikinci kez aradı. Yeniden sessize aldım.
Akşamüstü
yapmam gerekenleri yaptıktan sonra yeniden eve geldim. Bu eylemden 10 dakika
sonra ise dışarı çıkmaya karar verdim. Metroya binip Alsancak yollarına düştüm.
İnsanlarla görüşüp biraz daha sosyal bir hayat yaşarsam belki de daha mantıklı
bir insan olabileceğime karar vermiştim. Bu yüzden de yaklaşık 1 aydır zorunlu
haller dışında çıkmadığım evden çıkıp bir arkadaşla görüşmeye gidiyordum. Evden
çıkmıştım ama ev henüz kafamdan çıkmamıştı. O evin içinde izlediğim ya da
okuduğum şeyler rahat bırakmıyordu beni. Bu defa Running With Scissors geldi
aklıma. Nedense Tennenbaum Ailesi ile kıyaslanan ama pek de bir alâkası olmayan
kendi çapında iyi bir film. “İlginç” bir gerçek hayat öyküsüne sırtını yaslamış
ve bu hayatın ilginçliği dışında kendisine kapı açamamış bir film olarak değerlendirilebilir
Running With Scissors. Ama işte bizim de bazı zaaflarımız var. Şair olucam
derken kafayı yiyen annesi biricik oğlu Augusten’ı Psikiyatrisine ve onun tuhaf
ailesine terk edince filmin ilginçliği de başlamış olur. Gotik ve dinci iki kız
kardeş, sürekli köpek maması yiyen bir anne ve bir bok parçasının ilahi bir
haber olduğuna inanan Psikiyatrist babadan mürekkep bu ailede bir sürü şeye
tanık olan Augusten’ın eşcinsel olduğunu da anladığımızda film bizi ele
geçirmeye başlar. Bir de sürekli çalan birbirinden şahane şarkılar film ile pek
bir uyum sağlayamasa da bize güzel dakikalar yaşatırlar vs. İşte bu filmin bir
sahnesinde Şair olamadan kafayı yiyen anne bir şiir buluşması düzenler ve bu
buluşmada herkes şiirlerini okur falan. Buluşmanın yıldızı ise Augusten’ın
sevgilisi 32 yaşındaki şizofren Neil Bookman’dır. Annesine yazdığı Kızgın
Rahibe şiiri biraz hardcore da olsa özellikle giriş kısmıyla insanları sarsar.
Alsancak’a
geldiğimde buluşacağımız arkadaş beni bir mekâna davet etti. Gittim. Ortamda
daha çok gezi döneminden yüzüne aşina olduğum kişiler vardı. Gayet güzel bir
ortamdı aslında. İlk 1-2 saat her şey yolundaydı. Sonra tanıdık yüzler arasında
B. adlı kızı gördüm. Bundan uzun yıllar önce yarım kalan bir sevişmemiz
olduğunu hatırladım. Ama işte benim şansıma kız şimdi gayet güzel 23 yaşında
bir kadındı. Benim takıldığım zamanlarda ise 19 yaşında tombul bir kızcağızdı.
Hayatın bana oynadığı oyunlara alışıktım. O yüzden takılmadım bu duruma. “Naber
Amokachi “ dedi B. İyiydim. Yani Kieslowski’nin kullandığı anlamda iyiydim.
Şiir yazdığından bahsetti. Hatta bu şiirlerden birini Kitap-Lık basmış. Sanırım
etkilenmem gerekiyordu. Ama etkilenmedim. Benim şiirlerimi de bazı dergilerde
gördüğünü ve “deneysele” kaydığımı belirtti. “Evet” dedim ben de “deneysele
kaydım”. Konu kapansın istemiştim ama olaylar büyümüştü. Bizim arkadaş bir
dergi çıkardı ve orada bulunan şiirimi gösterip okumaya çalıştı. Olaylar boka
sarıyordu. Şiir konusunu kapatmak için tam karşımda oturan kıza döndüm (Baya da
güzel kızdır Allah saklasın) ve “Sen hâlâ bitli punklar ile mi takılıyorsun
yaşın kaç oldu ya” dedim. Evet şiir konusu kapanmıştı. Ama kız bu lafıma epeyi
alındı sanırım. Önce biraz sustu. Sonra da “Yok ya takılmıyorum” dedi. Bu
barbarca hareketle ortama gereken ciddiyeti kazandırdığıma sevinerek B.’ye
döndüm “Sen Ankara’da değil miydin yahu” dedim. “E okul bitti ne yapayım
Ankara’da” dedi. Çok haklıydı. O yüzden sustum. Belli ki bu “bitli punklar”
olayı kapanmamıştı. Çünkü az önce o soruyla canını yaktığım güzel kız belli ki
intikam peşindeydi. Gözlerimin tam içine bakarak “Ee, A. ne yapıyor Aras” dedi.
Açıkçası güzel bir darbeydi. Elini sıkabilirdim. Ama biramdan bir yudum alıp
“Görüşmüyoruz” dedim. Anında “Neden” diye sordu. “Özel bir nedeni yok” dedim.
Yeniden bir suskunluk oldu. Galiba sinirlenmiştim ama gülmeye başladım. Kıza
baktım ve: “You suck dick Silas?” dedim. “Anlamadım” diyerek kulağını bana
yaklaştırdı. Ben de bunun üzerine “Memelerin büyümüş” dedim. Gülerek teşekkür
etti. Bir süre sonra yetişmem gereken bir yer olduğunu söyleyerek kalktım.
Hakkaten
de eve yetişmem gerekiyordu. Dışarısı bana iyi gelmiyordu. A. üçüncü kez aradı
yeniden sessize aldım. Sabah güzel olan dünya akşama doğru yine kötüleşmişti.
Fassbinder üzerinden bir “Yok Beden” yazısı yazmaya karar verdim. Çünkü tam o
anda Fassbinder’in ölümünün daha çok bir “Yok kılma” çabası olduğunu
anlamıştım. 16 yıl boyunca bedenini yok sayarak yaşaması büyük ihtimalle buna
dalaletti. Sonra yine aklıma bir sahne geldi. Ta uzun yıllar öncesinden bizim
pek sevdiğimiz Almodovar’ın ilk döneminden bir filmdeydi bu sahne. Sahneyi
hatırlıyordum ama film gelmiyordu bir türlü aklıma. Bu defa da Almodovar’ın ilk
dönemiyle ilgili bir yazı yazmaya karar verdim. Şimdilerde “Usta” sayılan bu
herifin çok eğlenceli ilk dönem filmleri de olduğunu hatırlatmak gerekiyordu.
Galiba A.’yı aramalıydım. Çok saçmaydı, birlikte bir yere varmamız imkânsızdı,
bizden bir bok olması imkânsızdı, değil aylar yıllar, bir saati bile birlikte
geçirmemiz imkânsızdı ama uygar insanlar olarak konuşup bu konuya tatlıya
bağlayabilirdik. İşte bu düşüncelerle sahafa girdim. Hayat gerçekten çok
sıkıcıydı. Hava karanlık her yer fazla “anı doluydu” hepsinden nasıl kurtulacaktım?
Bunu sağlayacak olan şeyin bir insan olmadığı az çok netleşmişti. Bununla
beraber aklımdan o Almodovarlı sahne de çıkmıyordu, sözleri çok güzel olan o
şarkının fazlasıyla İspanyolca olan sözlerini elbette bilmiyordum. Ama bir
şekilde Türkçe sözlerini de hatırlıyordum.
“Ulan
Pavese, ne hallere düşürdün bizi” dedim Yaşama Uğraşı’nı görünce. “Hayatını
kadınlar üzerine düşünerek harcadın bak biz de senin yüzünden ne haldeyiz
allahsız pezevenk” diye de ekledim. Hızlıca sahafın kasa bölümüne ilerleyip “Birikim’in
eski sayıları var mı ya” dedim. Adam bir yere doğru el işareti yaptı ve
“Şuradalar kardeşim” dedi. Bizim internet kafe sahibi Sinan da bana hep
“Kardeşim” der. Ben de insanlara kardeşim diye hitap etmeye karar verdim. Bana
Birikim’lerin yerini gösteren çocuğa “Sağ ol kardeşim” dedim. “Rica ederim”
dedi. Ulan hem ortamı “kardeşim” samimiyetine getiriyorsunuz hem de biz
kardeşim diyince Fransız gibi “Rica ederim” diyorsunuz. Hakkaten insanları
anlamak mümkün değil lan.
Baktım
Birikim’lerin eski sayıları aşırı eski sayılarmış. 1999 seçimlerinden falan
bahsediyorlar. Hepsini geri yerine koydum A.’yı arayacaktım sanırım. Baktım
mesaj vardı. Uzun zamandır mesaj almadığımı fark ettim. Sanırım benimle
görüşmek isteyen insanlar beni arıyorlardı. Bu hayatımla ilgili yaptığım güzel
bir tespitti. Ama arayan da öyle çok fazla değildi açıkçası. O yüzden beni
arayan A.’yı mutlaka geri aramalıydım. Kitapçıda kız özlemek fazla naif bir
durumdu. Jean Seberg'in yüzü gelmişti aklıma. Belki de o kadar hüzünlü bir yerdi burası.
Mesaj F. Adlı kızdan “Nerdesin” şeklinde gelmişti. Konumumu bildirdim
ve bundan yaklaşık 3 dakika sonra aynı arkadaştan “Bana gelsene “ şeklinde
ikinci bir mesaj aldım. Bir huyum var, eğer birini fazla özlüyorsam mutlaka pek
de özlemediğim bir insanla sevişmeye çalışırım. Bu çoğu zaman böyle olmuştur.
Bu sevişmenin daha da kötü hissettireceğini bilsem de ve özlediğim insanı daha
da özlememe sebep olacağını bilsem de şartlanmış şekilde böyle davranırım. Ama
çevrem eskisi gibi değildi. Etrafımda bulunan kadın bireylerin çoğu kent
dışındaydı. Ve büyük bir çoğunluğu da dinamik erkekler sayesinde artık beni
unutmuşlardı. Yani A. sonrası için böyle bir fiziksel fırsatım olmamıştı. Ama
sanırım bu “Bana gel” mesajı içeriğindeki gizli sevişme sinyaliyle geleneği
bozmamam için bir fırsattı. O yüzden “Tamam gelirim” dedim ve kitapçıdan
çıkmaya yeltendim. Tam bu çıkış sırasında gayrı ihtiyari sağ tarafımdaki bölüme
bakarken ne göreyim: Gece Gibi Geçiyorum.
Biraz
da Bored to Death nedeniyle uzun süredir aradığımız hatta çevirmeni artist
Fatih Özgüven’e kitabı bulmak için mail attığımız, 1993’ten beri yeni baskısı
yapılmayan bu Jonathan Ames kitabı öyle malak gibi karşımda duruyordu. Biraz
yüksek bir sesle “Harbi mi lan” diyerek kitabı elime aldım. “Nasıl kardeşim”
diye kasa yönünden bir ses geldi. “Yok abi kitaba dedim” diye cevapladım.
Görmediğim ses “Haa” dedi. Kitabı alıp kasaya yöneldim. 7 liraydı. “5 lira
olmaz mı ya” dedim. “Olsun kardeşim, yıllardır gidip geliyosun zaten” dedi
kasadaki adam. Bu söz büyük ihtimalle yıllardır uğradığım ve Eymirli ile
birlikte kitap yürüttüğüm bu sahafın bana yaptığı bir göndermeydi. Zira o
yıllar içinde galiba ikinci kez bedel ödeyerek kitap alıyordum. Ama bütün bu
göndermeler, şunlar bunlar önemli değildi. Kitabı almıştım artık. Çıktım ve bu
defa İzban’a yürüdüm. Gün içinde İzmir’in bütün ulaşım biçimlerini tecrübe
etmiştim. Tam İzban’a binerken yanına gittiğim arkadaştan “Yalnız ben adet
dönemimdeyim haberin olsun” şeklinde bir mesaj aldım. “Önemli değil ya, bir şey
yapmamıza gerek yok, kitap var zaten yanımda” diyerek cevapladım bu mesajı.
Büyük bir ihtimalle bir şey anlamamıştı ama önemli de değildi artık.
Arkadaşla
çeşitli kahveler ve diğer içecekler eşliğinde bir süre sağlık vs. üzerine
konuşmalar yaptık. Sonra o gece 5 sularında uyudu. Ben de salona geçip kitabımı
okumaya başladım. Sabah 7 sularında kitabı bitirmeme az kalmışken, uyuyan
arkadaşa bir şekilde veda edip evden çıktım.
Yeniden
metroya bindim. A.’ya mesaj atmaya karar verdim. Ama bunun üzerine B. adlı
arkadaşa mesaj attım. “Sevgili B.” dedim “Bizim şu yıllar önceki sevişme
girişimimiz neden yarım kalmıştı ya” dedim. Sabahın köründe böyle bir soruyu
sorabilecek tek adamdım. İşte buydu belki de beni farklı yapan. İnsanlara
sabahın köründe seksle ilgili sorular sorarım. Gerçekten iyi bir hayatım vardı.
Uyuduğunu varsaydığım için hemen bir cevap beklemiyordum. Ama yanılmışım. Gayet
uzun bir cevap geldi “Çünkü sen tam olayın ortasında durup çocukken yaptığın
bir kardan adamı anlatmaya başladın. Sonra televizyonda Fenerbahçe Ülker’in bir
maçına takıldın akabinde de “açım ya” diyerek dışarı çıkıp çorba içmeyi teklif
ettin. Ben de bütün bunlardan senin eşcinsel olduğun çıkarımını yaptım ve bir
şey demedim.” dedi. Oldukça tatmin edici bir cevaptı. “Ne artistmişim ha” dedim
kendi kendime. “Teoman gibi yarım kalmış sevişmeler falan. Evinde, tuvalet
kapında yorgan var lan senin hıyar, cakan kime koduğumun kırık dişlisi” diye de
ekledim.
A.’ya
mesaj atamayacağım kesinleşmişti. Yatağa girdim. En azından B.’ye bir şeyler
yazabilirdim. Ona zamanında artist olduğumu, aslında otobüs muavini olacakken
çeşitli kadınlar ve çeşitli filmler yüzünden bu hale geldiğimi, basit ve yalnız bir birey
olduğumu falan yazabilirdim. Ama yazmadım. Çok uykum vardı. Yorganı başımın
üstüne çektim. Yeni uykusuzluk rekorum 42 saat olmuştu. Telefonu aldım “Galiba
yağmur yağacak” yazdım. Kimseye gönderemeden uykuma yenildim
Uykumda
beni bir sirkte çalışan, omuzları açık kırmızı bir kostüm giyen ve ağzından
alev püskürtüp “ğıaaahhh” diye bağıran bıyıklı halim bekliyordu.
Not:
Yukarıda bahsettiğim, Almodovar filminde geçen ve güzel olduğunu iddia ettiğim
şarkının (Encadenados) sözlerini bütün yazıyı okuyabilen şanslı okurlara sunuyorum. Hatırlayamadığım film de 1983 yapımı Entre Tinieblas (Karanlık Alışkanlıklar) imiş. Bu arada
çeviriye ben de kafamdan katkıda bulundum.
Belki de
dönmesen daha iyi.
Belki de beni
unutmalısın.
Yine kendimize
işkence edeceğiz.
Aşkımız sonsuz
bir nefrete dönüşecek.
Birbirimizin
canını o kadar yaktık ki
Sevgi bizim için
sadece eziyet oldu.
Hayal kırıklığı,
unutkanlık ve delilik.
Bunlar her zaman
yanı başımızda olacak.
Biliyorsun, biz
hiç değişmeyeceğiz.
Sevgilim,
bizimki gibi bir aşk ölene dek sürecek bir ceza
Kaderime kaderin
gerek ve sana ben gereğim daha da fazla.
İşte bu yüzden
hiç elveda diyemeyeceğiz.
Acı bizi hep
bulacak diz çökerken ya da küçük bir aydınlıkta.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder