I
Bütün bunlar bittiğinde bütün bunlar böylece
bittiğinde. Hepsi için, Annie Hall için Dreamers ya da Vivre Sa Vie için.
Yemekten sonra hemen yatıverdiğimiz. Kapı aralıklarından, duvarlardan bütün
duvarlardan biliyorsun bu duvarlardan, hepsi bittiğinde hiç olmadığı kadar
duvarlardan. Zincirlerden halkalardan biri. Evet işte böyleymiş dendiğinde. E
ne olabilirdi ki dendiğinde. Aklın yine balıklara takıldığında. Kesilmiş saçlar
için başlamadı bile. Ne nerede hepsi göremediğimiz. Hem sonra neden görelim.
Hiç görememekten aşındığında. Kaldığında
o bitmemiş. Hiç mi evet hiç. Yürüyüşlerle durmalarla o çocukları çağırınca. Hepsi
için Barbara izle.
Peter Handke- Solak Kadın
II
“Su böyle işte,
başka türlü değil”.
(Vermeer’in bir bilim adamı olan arkadaşı etmiş bu lafı. Mikroskop ile
arkadaşının iddiasını inceleyen Vermeer bu lafın ardından sarıya yönelir ve su
ile ilgili şaka ve resim yapmaktan vazgeçer)
III
Bir koluma n’aber
yazdım öbürüne Wes Anderson
Wes
Anderson’a karşı hissettiğimiz şey bir sevgi ya da saygı değil aslında. Tamam
filmlerini seviyoruz. Onları bekliyoruz.
Ama bizim hissettiğimiz şey bir imrenme, hatta kıskançlık.
Neden
böyle derseniz cevabı çok basit: Çünkü Wes Anderson çoğumuzun aksine hayal
ettiklerini gerçekleştiren bir adam. O da çocukken okumuş bişeyler. İşte Küçük Prens’i ya da Alice Harikalar Diyarında’yı. O da büyüyünce
dalmış Godard’a, Satyajit Ray’e ya da Ozu’ya. Yutmuş Fitzgerald’ı da,
Salinger’ı da.. Arada Felsefe falan da okumuş. Jason Schwartzman, Owen Wilson
gibi dostlar edinmiş.
Bunları
birçoğumuz da yapabilirdik. Ama Wes Anderson başka bir şey yaptı. Bu
izlediklerini, okuduklarını falan hiç unutmadı. Ve onlardan aldıklarıyla,
biriktirdikleriyle öyle filmler yaptı ki bizler evlerimizde pencereleri açtık.
Hepimiz hayal ediyorduk bunları, yani işte çocukken bir izci kampından bir
kızla birlikte kaçmayı, acayip aşklar yaşamayı. Biz de New York üst sınıfından
bir ailede büyümenin nasıl bir şey olduğunu merak ettik. Biz de üvey bir kız
kardeşle birlikte büyüsek nasıl olur diye düşündük. Biz de denizlere açılıp çeşitli
maceralar yaşamayı, Hindistan yollarını trenle aşıp çeşitli badireler atlatmayı
istedik. Ama hepsini evimizde ya da yolda yürürken hayal ettik. Bu Wes Anderson
denen adam ise geldi ve hepimizin hayallerini harika filmlere çevirdi. Hâla
muallaktayız. Bu işe sevinmemiz mi lazım üzülmemiz mi. Belki de ikisi birden.
Moonrise
Kingdom mesela. Şimdilik son filmi. Bir
Pazar akşamı nasıl daha güzel olabilirdi bilemeyiz. Ama bizim filmi izlediğimiz
Pazar akşamı çok güzel bir akşama dönüştü. Biz bu filmdeki çocukları biliyoruz.
Bazılarını Salinger’dan, bazılarını başka Wes Anderson filmlerinden. İzci
kampında kaçmaya karar veren iki çocuk var bu filmde. İzci kampının yeteneksiz
ve hüzünlü Oymakbeyi (Edward Norton) kendi sorumluluğu altında olan Sam’in kaçtığını
fark edince bölge şerifini arar (Bruce Willis) araya Sam’in sevgilisi Suzy’nin
avukat anne babası (Bill Murray ve Frances Mc Dormand), Sam’in kimsesizler yurduna iadesini isteyen bir
sosyal hizmetler görevlisi (Tilda Swinton) ve başka bir izci kampının Oymakbeyi
de girer (Harvey Keitel) vs vs.
Bu
kadar oyuncu ismi yazmamın nedeni şu: Yukarıda adını saydığım isimlerin Bill
Murray haricinde hepsi ilk kez Wes Anderson ile çalışıyor. Wes Anderson’un
başka bir özelliği de burada ortaya çıkıyor. Siz isterseniz çok ünlü bir oyuncu
olun, isterseniz kendinize has bir oyunculuk yeteneğiniz olsun ya da ne bileyim
Bruce Willis gibi macera filmleriyle özdeşleşmiş bir oyuncu olun. Kim olursanız
olun. Onun filminde ona ait bir şeyin parçası olmak zorundasınız.. Sen orada
vay efendim Edward Norton ya da Bruce Willis değilsin. Tamamen bir Wes Anderson
karakterisin. Adının hiçbir önemi yok.
Wes
Anderson’ın arkadaş tayfasından Jason Schwartzman ise küçük ama müthiş bir
rolle çıkıyor karşımıza (Ben). Belki karakteri de bizzat Schwartzman yazmıştır
bilemeyiz. Ama acayip bir kıyak var ortada. Filmin en küçük ama en etkili, en
komik ve en dikkat çekici karakteri Ben, Schwartzman’ın elinde unutulmaz bir
hale geliyor.
IV
Özentilik
boyutunda olan Fransız Sineması sevgimiz tabii ki bir tür yalandır. Ama burada
ne bileyim, bu sinemada unutulmuş çok şey var gibi geliyor bize. Bu eksiklik
Türkiye nüfusunda oldukça az sayıda bulunan ve bir an evvel çoğalması gereken
alkolik miktarına eşit bir seviyede.
Böyle
bir dünyada, böyle bir ülkede, zamanında Lübnan’da bir Ermeni Yetimhanesinde
“Türkleştirme” politikası dahilinde bir sürü çocuğun yalan edildiği, Siirt adlı
ilinde 15 – 16 yaşındaki çocukların 2 ve 3 yaşlarındaki iki çocuğa tecavüz
edip akabinde de kafalarını kesmek suretiyle öldürdüğü, Kütahya’da iki
lezbiyen ortaokul çocuğunun ormana gidip intihar ettiği bu ülkede, Fransız
Sineması ile ilgili ahkâm kesmeden önce az da olsa Max Linder’i hatırlamamız
gerekiyor.
Charles
Chaplin, daha sinema dünyasına girmeden önce çeşitli işleri vesilesiyle Paris’e
gider. Orada gittiği bir sinemada, daha önce Cabaretler ile ün salmış inanılmaz
bir adamın filmlerine rastlar. Bu adam Slapstick’i daha 1904’te sinemada başlatan Max Linder’dir. Chaplin onun için “Hayatımda gördüğüm en olağanüstü
şey. Bir ihtişam. Yıkılmış bir imparatorluk gibi. Yıkılmanın muhteşemliği!” der.
Max
Linder bir avuç sessiz sinema dönemi filminin ardından tam da şöhretinin
doruklarındayken bir gün karısıyla birlikte intihar ermeye karar verir ve bu
isteğini de pratiğe yansıtarak muvaffakiyete erişir.
İşte
bütün o hüzünlü dediğimiz, öyle olduğunu düşündüğümüz Fransız sineması belki de
bu hüzünlü hikâyenin ardılıdır. Ya da değildir. Zaten bunları yazdığımda
akşamdı ve yavaş yavaş hava kararıyordu. Ya da şöyle diyeyim bunları yazdığımda
akşam değildi ve hava yavaş yavaş kararmıyordu.
V
Aşk-ı Memnu körpe dimağları nasıl
kirletti?
Olacak
şey değil! Neredeyse kendimi elliycem şaşkınlıktan. Bu kadarı olur mu Sayın
Türkiye yaşayanları! Bu kadar alttan alta politika yürütülür mü? Aslında bu
gerçeğin yıllar evvel ortaya çıkması gerekiyordu ama kimse cesaret edememiş
sanırım. Demek oluyor ki iş başa düştü, halkı yine biz, yani bu ülkenin
aydınlık yüzleri bilgilendireceğiz.
Şimdi, Tanrı parçacığı çarpsın ben bu Aşk-ı Memnu’yu izlemiyordum ilk yayınlandığında.
Ama şimdi pişmanım. Keşke izleseymişim. Keşke gerçekleri siz değerli turp
halkına anlatabilseydim. Ama zararın neresinden dönülse kârdır?
Youtube’dan
bir adet Aşk-ı Memnu bölümüne denk geldim. Kitabı biliyordum. Halit Ziya ve
Uşaklıgil bir Edebiyat-ı Cedide’ci olarak zaten bizim çimlikte sevilir. Yıllar
evvel Trt’de yayınlanan Müjde Ar’lı Kenan Kalav’lı Aşk-ı Memnu’yu ise küçüklüğümün
oralarda izlemiştim. Bu yeni Beren’li Kıvanç’lı Aşk-ı Memnu ise yüz kaç
bölümlük bir şey olduğu için, yani ne izliycem yea.
Neyse,
Youtube’dan denk geldim işte bir bölüme. Bölüm ilerledikçe duyduğum şoktan Serdar
Ortaç’ın bir şarkısını hatırladım ( Şarkı şöyleydi: Buralara yaz günü kar
yağıyor canım ölene kadar seni bekleyemem) Sonra birkaç bölümüne daha baktım.
Bu şekilde yaklaşık 10 – 15 bölümü inceledim. Ve sevgili dostlar ben böyle bir şey
görmedim. Böyle bir rezillik, kepazelik olur mu dedim. (Hatta şöyle dedim,
“Böyle bir rezillik, kepazelik olur mu?”)
Olay
şu ki, Aşk-ı Memnu bu son haliyle tam bir Gox Studio ( Ekseriyetle irikıyım
erkeklerin arz-ı endam ettiği gey pornoları çeken bir film yapım şirketi. – Bu
arada bu bilgiyi nereden bildiğimi bilmiyorum-) senaryosunu andırıyordu. Bakın
mesela, dizi boyunca genelde yakın çekim yapılıyor. Karakterlerin yüzünü, en
fazla omzunu görüyoruz. Yani ya omuz çekim yapılıyor ya da yakın çekim. Şimdi
sorarım size dostlar. Bu sırada bu karakterlerin elleri nerede?
Mesela
9. bölümde Adnan bey ve Behlül aynı kanepede oturuyorlar. Bir Adnan’ın yüzüne
yakın çekim Bir Behlül’e yakın çekim. Peki eller nerede ey yönetmen? İşte
gerçeği söylüyorum: Eller karşılıklı olarak pantolonun içinde!
Hey
yavrum hey. Bir de bize yutturuyorlar. Arkadaşım, bütün hikâye Adnan’ın
Behlül’e duyduğu aşk. Behlül de deli gibi hoşlanıyor aslında Adnan’dan, ama
bütün hayatı onun gölgesinde, onun tahakkümünde geçmiş. Bir taraftan da
özgürlüğünü istiyor. O da Adnan’a tahakküm uygulamak istiyor. İşte Bihter’i de
bu amaçla kullanıyor. Sadece Adnan’ı kıskandırmak için yani. Adnan’ın ise Behlül
aşkı öylesine büyük ki ne kızı Nihal’in ne de eşi Bihter’in Behlül’le takılmasına
ses etmiyor. Sadece kendilerini tutamadıkları zamanlarda bir araya gelen Behlül
ve Adnan’ın el üzerinden kurdukları yakınlaşmalar da bu yakın çekimler yüzünden
izleyiciye yansımıyor.
Bu
gerçeği de siz değerli milletime, halkıma, insanıma, ayağıma aktarmanın verdiği
sevinçle mutlu Karataş’lara dönebilirim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder