1
Bir maç
esnasında tam topu rakipten kapmıştı ki yan çizgiye yakın seyircilerden biri
bağırdı: “Pis Çingene”. Hemen durdu, biraz düşünüp taşındı sonra topu uzağa
vurup seyircilere döndü. Beş metre ötesinde durduğu seyircileri gözleriyle
taradı, önce sağdan sola, sonra soldan sağa. “Az önce bana kimin Pis Çingene
dediğini öğrenebilir miyim?” Herkes suspustu. “Kimdi o?” Oyuncu inat etmişti.
“Son kez soruyorum, kim dedi ‘Pis Çingene’ diye?” Sessizlik, pis pis sırıtan
yüzler. “Peki öyleyse” dedi oyuncu, “Şapkalı beyden itibaren” –eliyle sağ
tarafta oturan adamı gösterdi, şapkalı sözcüğünü üzerine basa basa söyledi–
“Şuradaki şapkasız beye kadar” –şapkasız sözcüğünü yine çok güçlü vurguladı ve
biraz dalgın devam etti: “Hepiniz orospu çocuğusunuz!”
Orada
öylece dikilip düşünceli düşünceli baktı onlara, tıpkı bir kesiti herkesten iyi
tanımlayan bir matematikçi gibi.
Laszlo Darvasi – Santrforun Rüyası
2
Uyku şu hayattaki en garip şey.
Biliyorsunuz ya da bilmiyorsunuz uyumanın nedeni hâlâ tam olarak bilinmiyor. Ve
biz sanki böyle tuhaflıklar yokmuş gibi hayatımızı sürdürmeye devam ediyoruz.
Ama uykudan daha acayip bir şey vardır ki bazen bir hayat boyu sürebilir. Bu
acayip şey ise “uyku hali” dediğimiz şeydir. Kesinlikle uyumaktan bahsetmiyoruz
burada. Uyku hali bir anlamda hayata bir bakış tarzıdır.
Eski bir anı kaybolduğunda ne
olur? Bu belki de bütün bir Proust edebiyatının temelinde yatan sorudur. Proust
bu anıların olduğu kayıp zamanın peşinden giderken şöyle tuhaf bir şey yapar; o
anıları “hatırlamak” yerine geçmişi bir blok halinde yeniden şimdiye getirir.
Bu anının değil manzaranın çağrılmasıdır. Manzara resimlerini hatırla sevgili
okuyucu. Ne vardır orada? En başta bir durağanlık. Bir şey o an olduğu şey
olarak, olmakta olduğu şey olarak resmedilir. Manzarayı getirmek ile geçmişi
hatırlamak aynı şey değildir. Geçmiş düzçizgisel (Kronos) bir akışta olup bitmiş
olan bir şeydir. (Ne büyük bir yalan!) Ama manzara olmakta olan ve şimdiye
çağrılan aynı zamanda da şimdiden yayılan, ardışık olmayan bir girişimdir. Bu
manzara halinin bazı resimlerde (Hollandalı bazı güzel adamları ve Cezanne’ı
hatırlayalım) dikkatlice baktığımızda bir uyku hali olduğunu görürüz. Uyku
halinde yahut uyurgezer bir manzara, geçip gitmeyen, geçmiş ve geleceğin toplu
bir şimdide sürekli olmakta olduğu, yayıldığı bir manzara. Düzçizgisel bir
zaman yerine dönüp duran bir zaman. Bir Aion. (Tarihte mutlu ölünür. Kronos da
hep ölmek ister) Geçip giden bir anı yerine blok halinde yeniden canlanan
manzara. Proust bunu bir adet madlen çikolatadan yola çıkarak oluşturur,
Fitzgerald ise kısa ve güzel bir romanında 10 yıl boyunca bir delikle dolaşan
bir adamın “deliği” üzerinden oluşturur.
Hayatlarda da Fitzgerald’ın
karakterinin sahip olduğu delikler vardır. Bizim uyku hali dediğimiz şeyle
neredeyse aynı şey olan bu delikler olup biten her şeyi belirli bir manzaraya
çevirir. Hayatlarımızdaki delikler ne yapacağımızı bilemediğimiz anılarla
uğraşmaktan da kurtarır bizi. Her şeyi hatırladığınızı düşünsenize. Önemli olan
şeyleri değil ne bileyim küçükken yanınızdan geçen bir adamın çöp bidonuna
izmarit attığını, tuvalette kaç tane fayans olduğunu vs. Bu delikler olmasa
bütün bu şeylerle baş etmek zorunda kalırdık. Ne güzel ki “hatırlamamak” diye
bir şey var (Unutmak değil, Hatırlamamak, ısrarla belirtmeli).
Ama ama ama, sevgili
yaşayanlar, biliyorsunuz ki bu delikler bütün bir hayatınız da olabilir. Her
şey bir uyku halinde yaşanıp bitebilir. Ne bileyim yürürsünüz, okulunuza
gidersiniz, iş ve eş sahibi olursunuz, uyursunuz ve kalkarsınız ama o “uyku
hali” bir kader gibi bırakmaz peşinizi. Bu konuda yapacak herhangi bir şey de
yoktur ha. Zira çoğunlukla bu “uyku hali” dediğimiz modda olduğunuzu bile anlamazsınız.
Georges Perec’in Türkçeye de
çevrilen “Uyuyan Adam” diye bir kitabı var. Kitabı okumasak bile kitabın bir
metin olarak okunduğu tuhaf ve güzel bir filmi izlemiş bulunduk. Filmin adı da
tabii ki “Uyuyan Adam”
Film çeşitli görüntüler üzerine
Perec’in metninin okunması ile başlayıp bitiyor. Herhangi bir diyalog yahut
olay ile karşılaşmıyoruz.
Bir adet adamın yürümesi,
esnemesi, uyuması, sinemaya gitmesi, bir yerde oturması vs üzerine sürekli konuşan
bir kadın sesi. Aslında bir tarif ya da bir tanımlama. Uyumanın ya da yukarıda
açıklamaya çalıştığımız şekilde “uykuda olma” nın tarifi.
3
Tekrar “Ona Sevdiğimi Söyle”yi
düşünmenin zamanı geldi. Neden diye sormadan şuna dikkat edelim. Bir kere
Martinaud kesinlikle ama kesinlikle Lise’e “sahip” olmak istiyor. Lise ile
birlikte Lise’in “manzarasına” da sahip olmak istiyor. Kendi kurduğu manzarayı.
Lise ile bütünleştirdiği ve akıp giden ya da geçen bir manzara değil, Aion olan
bir manzara. Bütün mesele de bu aslında. Ama bunun yolu ne? Demek istediğim
evet sahip olmak istiyor ama bunu hangi yoldan yapacağını bilemiyor. İzole bir
hayat istemesi, Lise için kırsalda bir ev yapması falan, bu kapatma isteği
bütünüyle bir “sahip olma” arzusundan besleniyor.
Filmin sonunda Martinaud’nun
yaptıkları bu “sahip olma” arzusunun bir türlü gerçekleşmemesi nedeniyle
oluyor. Peki bu kadar basit mi?
Tabii ki değil, yoksa niye elin
Fransız filmine böyle üç tane yazı döşeyelim. Martinaud’nun başına gelen “şey”
çok daha ağır. Martinaud şunu anlıyor: Lise onu sevse de, onunla bir hayat
geçirse de, ah tabii ki yavrucuğum, tabii ki ona hiçbir şekilde “sahip” olamayacağını
anlıyor. Sevgili dostlar bir İskoç’un da diyebileceği gibi “Hayatta iki büyük
felaket vardır. Biri çok istediğiniz bir şeyin gerçekleşmemesidir. Diğeri ise
çok istediğiniz bir şeyin gerçekleşmesidir.”
Martinaud, daha “sahip”
olamadan olayı anlıyor. Ve böyle bir hayata ne diye katlanayım diye düşünerek
arzusunun nesnesini “yok” ediyor. Bakınız bu işin daha da vahim bir yönü işte.
Bütün bir hayatınızı üzerine kurduğunuz bir Arzu var. Daha sonra ne yapsanız bu
arzunun karşılığının olamayacağını fark ediyorsunuz. Ve en sonunda da bütün bu
arzunun nesnesi olan “şey”i yok ediyorsunuz. Peki arzunun nesnesi “yok” olunca
ne oluyor?
Filmin sonunda Martinaud’nun
ıslak yüzüne tekrar bakın. Bakın da görün arzunun nesnesi yok olunca ne
oluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder