How
To Disappear Completely..
Bugün
gerçek mesele var olmak değil. Varlığın ne olduğu, ya da varlık için aranan töz
vs. bin yıl boyunca konuşuldu. Gelinen nokta rasyonel felsefenin de yerle
yeksan olduğu ikinci dünya savaşıydı. Ardından Frankfurt Okulu vs. çıkıp
aydınlanmanın eleştirisini falan yapsalar da vakit artık çok geçti. Adorno da
zaten en fazla “Auchwitz’den sonra şiir yazılamaz” falan diyebildi. Yok olma,
yok kılma, yoklaşma ya da siz ne demek isterseniz öncelikle edebiyatın
meselesiydi. Bunu Kafka ile başlatmak mümkün. Ama işi daha eskiye götürürsek, fişi James Joyce’a takıp olayı başlatabiliriz. Ama o kadar eskiye gitmeden,
Kafka’nın yokluğu ile yetinelim.
Kafka’nın
şu bilinen kasvetinin, ironikliğinin falan yanında bir de beden üzerinden kurduğu
bir yoklaşma “parodisi” vardır. Akla hemen Dönüşüm gelebilir. Orada bir yok
olma üzerinden işleyen bir parodi mevcuttur. İnsanın ruhsal boşluğunun,
bedensel bir yok oluşa “dönüşmesi” ve bunun parodisi olarak da böceğin
sunulması Kafka’nın yok kılma edimini edebiyata şarj ettiği örneklerden
biridir. Kitabı sadece Kafka’nın babası ile kurduğu “ödipal” ilişki ile
sınırlayanlar bunu ıskalasa da, “yok” edebiyata gerçek anlamda Kafka ile
girmiştir.
Kafkaesk
denen şeyin bir boyutunun da bu “yok” durum olduğunu kabul edersek, diğer sanat
eserlerinde karşılaşılan ve hep Kafka’ya yorulan Kafkaesk üslubun yeniden
tanımlanması gereken bir kavram olduğunu iddia edebiliriz.. Steven
Soderbergh’in Kafkaesk olmak için ölümüne kastığı, siyah-beyaz çekerek mutlaka
kasvetli bir ortam yaratacağına inandığı “Kafka” adlı filmi “Kafkaesk” bir
durum yaratmak konusunda kesinlikle başarısız olmuştu. Çünkü “Kafkaesk” bir
durum yaratmanın en kolay, aynı zamanda en faydasız yolu direk Kafka’ya
yönelmektir. Steven Soderbergh de Kafkaesk’i bizatihi Kafka biyografisinden
çıkartmaya çalıştığı için yavan bir film çıkmıştı ortaya.
Bu
kötü tecrübeye rağmen Kafka’nın edebi bir mesele haline getirdiği “yok”
durumunun sinemada bir karşılığı vardır. Bu karşılık için de Coen kardeşleri
bir teşekkür borçlu olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. 2001 yapımı “Orada
Olmayan Adam” (The Man Who Wasn’t There) sadece adında barındırdığı “olmayan”
kelimesi nedeniyle değil, Ed karakterinde vücut bulmuş Kafkaesk “yok” ya da
“artık olmayan” kavramları nedeniyle de Kafka’nın “yok” edebiyatının sinemasal
karşılığıdır.
“Yok”
un edebiyattaki mucidi Kafka’dır evet. Ama “Artık olmayan insan” kavramı için
Kafka ya da Coen kardeşlerden çok daha öncelere, 19.yüzyıla dönüp nev-i şahsına
münhasır bir Alman ile tanışmak zorundayız.
..
And
Never Be Found Again
“Olmayan”ın
insanın bir tanımına dönüşmesi Nietzsche’nin ortaya koyduğu bir durumdu. Onun
ünlü “Tanrı öldü” önermesi, devamında dile getirdiği “bununla beraber tanrının
bileşkesi, onun ürünü olan insan da öldü” sözleriyle anlam kazanır. Nietzsche
daha çok teolojik düşüncenin, bilimsel ilerleyişler karşısındaki acizliğinden
yola çıkar ve Hıristiyanlığın yönlendirdiği, batılı, prototip insan modelinin sonunu
haber verir.
Bu
haberi bazıları İkinci Dünya savaşıyla, bazıları Soğuk Savaş’la bazıları da
başka bir sebeple bir şekilde aldı. Ama konunun yani “insanın ölmüş olduğu
gerçeğinin” yarattığı boşluk ya da yokluk hâlâ dolmuş değil. Nietzsche “yeni
insan“ konusunda bazı önerilerde bulunmuş olsa da (Üst İnsan vs.) bugün
Nietzsche’nin iyimserliğine denk düşen bir model de yok. Bir modeli bırakın
başka bir şey de “yok”. İnsanın yeni bir tanımı yok. (İnsanın bu “yokluğunu” en
iyi fark edenlerden Foucault ne diyordu: İnsan zaten yeni bir icattır, bütün
ömrü iki asrı bile bulmaz; bilgimizde yeni bir izdir ve bu bilgi yeni bir form
keşfeder keşfetmez yeniden kaybolacaktır.”)
Bu
yokluğu edebiyat üzerinden yorumlayan, hatta dalgasını geçen ikinci mühim ise Samuel
Beckett’ti. “Adlandırılamayan”da sadece bir “ağız”a dönüşen insan, “Acaba
Nasıl”da ise sadece bir “düşünme potansiyeli, olma potansiyeli” olarak
sunuluyordu. Beckett da Foucault’ya yakın durur: İnsan zaten hiçbir zaman
varolmadı ki!
Yokluğun
bir estetiğe, bir akıma dönüşmesini engelleyen şey ise göstergesel bir kodunun
bulunmamasıdır. Yokluk ancak bir “fark-ediş” ile sanatın bir meselesi olur.
Bunu Kafka ya da Beckett kendi üsluplarında keşfetmişti. Ama mesela bir
Fassbinder’in bunu fark edişi çok somut ve çok kişiseldir. Yokluğu, yok kılmayı
kendi bedeni üzerinden fark eden Fassbinder, kendi hayatını bu yokluğun
parodisi haline getirmiştir. (Parodinin hiç de mizahi olmayan, ciddi bir tarafı
olduğunu da yazmıştık zamanında buralara)
Beckett
“Ölmek değil de, şöyle bir yok olup gitsem hiç fena olmazdı” derken neyi kast
ediyorsa, Thom Yorke da bir Radiohead şarkısına “How To Disappear Completly And Never Be Found Again”
ismini koyduğunda aynı şeyi kastediyordu. Yokluğun fark ediliş biçiminin sanatsal bir
hiyerarşi içinde olmaması onu daha da değerli kılar. Bir müzisyen, bir ressam
ya da bir yazar “yok”u nasıl fark edebilirse, bir manav, berber ya da ne bileyim astronot da da bunu fark edebilir. Düşünce aşamasında tamamen pratik, tamamen anlaşılabilir
bir şeyden bahsediyoruz: İnsan yok! Bu insanın yeniden tanımlanmasıdır bir
bakıma. Bir olmayan üzerinden tanımlanması (Ama Hegelci bir “olmayan” değil bu
kesinlikle. Şu an için “var olmayan” bir tarihsellik içinde kendini
tamamlayacak ve var edecek insandan bahseder Hegel, biz burada öteki Alman’a
güvenip “zaten-olmayan insan”ın tanımına giriyoruz)
Evet,
tanı yaklaşık 250 yıl önce kondu, şimdi bunu fark-etme üzerinden, bir üretim
biçimine dönüştürme zamanı. Coen kardeşler, Antonioni ve Resnais’nin bazı
filmlerini, Francis Bacon’un resimlerini ya da Saul Bellow, Nabokov, Philip Roth ve
Kafka’nın kitaplarını biraz da bu gözle değerlendirirsek biz de bu fark-ediş’e
erişip mutlu geceler yaşayabiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder