Fransa-Türkiye ilişkileri
yaklaşık 600 yıllık bir dönemi kapsar. Bu iki ülkenin birbiriyle ilişkisi bu
600 yıllık dönemin ilk 50 – 60 yılında daha çok Türkiye’nin domine ettiği bir
yapıya sahipti. Ondan sonraki 550 yıllık dönem ise tamamen Fransa’nın etkinliğinde
geçmiştir.
XIV. Louis’nin Osmanlılara karşı
bir başka Avrupa devletiyle birleşemeyeceğini söylediği tarihten
başlatılabilecek Fransız – Osmanlı ilişkileri daha sonraki yıllarda özellikle
Osmanlı Ordusuna yapılan Fransız usulü takviyelerle güçlenmiştir. Özellikle
topçu sınıfını ıslah eden Fransız zabitleri Kırım Savaşından sonra Osmanlı’nın
kahramanları haline gelmişlerdir. Ordunun tanzimatı ile güçlenen bu ilişkiler
Abdülaziz ve Abdülmecit zamanında yapılan Fransız kaynaklı ıslahat
hareketleriyle bir tür hayranlığa dönüşmüştür. Kimi tarihçilerin “Fransız Asrı”
olarak değerlendirdikleri Abdülmecit ve Abdülaziz dönemleri ordu dışında eğitim
ve lisan alanlarında da görülen bir Fransız etkisiyle hemhaldir. Uzun
yüzyıllardan sonra Osmanlı’nın son dönemlerinde yavaş yavaş Alman tesirine
girmesi de Fransızlar tarafından pek hoş karşılanmamıştır.
Siyasi ve ekonomik yakınlaşmalar
bir yana özellikle sanat ve kültür açısında hiçbir devlet Osmanlı’yı (ve halefi
Türkiye’yi) Fransa kadar etkilememiştir. Tiyatro, Edebiyat, Şiir, Sinema ve
diğer birçok sanat dalı Fransa üzerinden Türkiye’ye sirayet etmiştir. Örneğin
roman türü bir gereklilikten değil de batıda yazıldığı için Türkiye’de de
yazılmaya başlanmıştır. İlk dönem Fransız etkili Türk romanları gerçekçilikten
dolayısıyla romanın doğasından uzaklaşırken Muhsin Ertuğrul icazetli Türk
Tiyatrosu da benzer bir istikamet izliyordu. Şiir’de Edebiyat-ı
Cedideciler bütünüyle sembolist
Fransız şairlerinin etkisiyle yoluna devam ederken henüz emekleme çağında olan
Türk Sineması ise en kötü durumda olan sanat dalı olarak dikkat çekiyordu.
Bu kötü durumun nedeni yukarıda
saydığım bütün etkilenmelerin bir kombinasyon halinde Sinema’da terennüm
etmesiydi. Muhsin Ertuğrul’un tiyatrodan ayırdığı zamanlarda sinemaya da bulaşması
ve Tiyatro-Film’ler çekmesi (Bkz. Aysel Bataklı Damın Kızı) bir “İlk Dönem Türk
Sineması”ndan bahsetmemizi engellemektedir.
Tek partili dönemin ardından ivme
kazanan Türk Sinema Endüstrisi 50’li yıllarda iki koldan hareket etmiştir.
Birinci kol Hollywood kaynaklı bir etkilenme ile Romans benzeri bir türe
meylederken İkinci Kol Anadolu Filmleri
diyebileceğimiz gerçekçi bir yapı yakalamaya çalışan filmlerden oluşur.
60’larla birlikte bu iki kol da
tümüyle yerlerine yerleşirler. Hollywood – Romans karışımı dediğimiz tür
Yeşilçam Sineması’nı oluştururken Anadolu Filmleri dediğimiz kol ise çerçeveyi
küçülterek Köy- Gerçekçi ya da Edebiyat Etkili Toplumcu Gerçekçi bir yapıda
kendine yer bulur.
Metin Erksan işte bu “hertaraflı”
sinema ortamında kendi damarını bulmakta güçlük yaşamıştır. (Aslında bir “Metin
Erksan Damarı” var mıdır orası da tartışmalı bir durum) bir taraftan Yeşilçam’a
yaklaşan Acı Hayat diğer taraftan Toplumcu – Gerçekçi yapısıyla dikkat çeken
Susuz Yaz gibi filmler çeken Erksan en önemli hamlesini ise 1965 yapımı Sevmek
Zamanı ile yapar.
Sevmek Zamanı yukarıda girişini
yaptığımız “Fransız Etkisi”nin yeniden Türk Sineması’na girişini temsil eder.
Ne Yeşilçam’a yüz veren ne de Toplumcu – Gerçekçi bir yapıya sahip olan Sevmek
Zamanı Sembolizm, Sürrealizm gibi Fransız kökenli kavramlarla
değerlendirilebilir.
Sevmek Zamanı, bir anlamda yine
Fransız kökenli Auteur kavramının da Türkiye’deki ilk örneklerindendir.
Bütünüyle filmine hakim bir yönetmeni imleyen Auteur kavramı Metin Erksan’la
cisimleşir. O gerçekten de en azından Sevmek Zamanı özelinde bütünüyle kendi
sinemasına doğru ilk adımı atmıştır. Bahsettiğimiz Fransız etkisi ise Tanzimat
Romanında görülen bir taklitçilikten ziyade bir uyarlama, yerliyurtlulaştırma
hamlesidir. Yerlileştirilmiş Fransız etkisi Sevmek Zamanı’nın açıklanması için
elzem bir hareket noktasıdır.
Metin Erksan daha sonraki
filmlerinde bu Auteur’lüğe yaklaşan filmler yapmışsa da Sevmek Zamanı’nda
ulaştığı düzeye yaklaşamamıştır. Hem şahsi ihtirasları hem de bir tür kafa
karışıklılığıyla her türden film yapmayı sürdüren Metin Erksan kendi damarını
tam olarak bulamasa da etkilendiği şeyleri yerlileştirme konusunda uzman bir
konuma ulaşmıştır.
Korku filmlerinden tutun
(Şeytan), Antonioni sinemasına (Suçlular Aramızda), Polisiye filmlerden tutun
(Yine Suçlular Aramızda), Teatral İngiliz uyarlamalarına (Kadın Hamlet) kadar
her türü birbirine harmanlamaya çalışan –Ki bu bilinçli bir tercih midir
bilemiyoruz. Aynı filmler içinde farklı türleri denemek gibi bir girişimi olmuş
olabilir Erksan’ın.-Metin Erksan’ın Auter’lüğü bir başka tanımı hak edecek
cinstendir.
Bu Auteur’lük kendine has bir
film yapısıyla değilse de kendine has bir film yapma metoduyla kendini gösteren
bir yapıya sahiptir. Bu da bir anlamda Metin Erksan Tipi Auter’lüktür ve
bütünüyle yerli bir motivasyon ve muhayyileden beslenmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder