“hiç
unutmam hiç unutmam hiç unutmam”
Metin Eloğlu
1
Ey
güzelim sümbül ve teber, ey canım, ey Starlet..
Filmlerle
anlayıp, fark etmenin kötü tarafları da var. Bu durumlar insanı bir tür
yanılsamaya götürüyor. Mesela bir aşk ilişkisini ele alalım. Filmler bu ilişki
modelini ya sömürür ya da sonuna kadar romantize edip yine sömürür. Arada işini
bilen, az çok sanat kaygısı olan yönetmenler ise bizleri çok güzel şeylerle baş
başa bırakırlar. Bir şeyden sizi gelip kurtaracak olan şey de aşktır, bir
şeyden sizi gelip kurtardıktan sonra köprü altına düşürecek olan şey de aşktır.
Yani ne olursa olsun işin ucu bir şekilde buraya dokunur. Ne bileyim Fassbinder
aşkı alır sömürülme ve yıkılmanın bir modeli olarak ele alır, Truffaut gelir
büyüyen bir Doinel’in hayatın gerçekliğiyle yüzleşmesinin bir metaforu olarak
ele alır.
Fakat
bazı filmler vardır, bunlar küçük filmlerdir, iddiasız filmlerdir.. Onlar size
gelip der ki; Her şey bu kadar değil arkadaşım.. Mesela hayatta farklı
durumlarda bulunan iki insanı bir araya getirir bu filmler ve size garip bir
100 dakika yaşatırlar.. Hiç öyle aşk meşk meselesine de girmez, terk edilmiş
bir kadını ya da aşktan yapayalnız kalmış adamı koymazlar önünüze.. Hayat bazen
işte bu kadar küçük ama güzel duygularla sürebilen basit bir şeydir der bu
filmler..ler. Sen öyle evinde oturup yok sevmekmiş, unutmamakmış falan
uğraşıyosun ama bak bu kadar ufacık şeylerle de bir yetinebilirsin, yeter
ki sevdiğin şeyi bir iştaha çevirip kendini tatmin etmeye çalışma, öylece sev
işte, bazen genç bir kızı bazen bir yaşlı kadını bazen de ne bileyim çubuk
krakeri, çok da büyütme, sadece sev işte amına koyim der bu filmler.
Küçük
durumlardır bunlar. O yüzden de ancak filmler ya da kitaplar kaldırabilir bu
küçüklüğü, bir de hayatımızın, kafamıza ara verdiğimiz, olan biteni olduğu gibi
ele aldığımız dönemlerinde anlarız böyle şeyleri. İşte böyle Starlet gibi
şeyleri.
Konusuna
baktığınızda “Ooo, porno yıldızı varmış işte bu bir kadının paralarını
istemeden de olsa çalınca vicdan azabı çekmeye başlayıp kadına yardım etmeye
başlıyormuş, film de kimi yönleriyle porno sektörünün gerçekçi tarafını
işliyormuş” gibi şeyler görüp “E bakalım şu porno sektörünün gerçekçi yüzüne”
diyip odaklanabilirsiniz Starlet’e. Ama öyle değil işte anam babam öyle değil.
Bu sadece hayatta epey farklı yerlerde duran aslında mutsuz olan ama bunu bir
edebiyata çevirmeyen iki insanın oldukça “saf” ilişkisini anlatan bir film. Çok
Fassbinder izleyince böyle şeyleri hatırlamaya vaktiniz kalmıyor. Neyse ki
Starlet gibi filmler var da “Tamam da Rainer, güzel, ufak şeyler de var lan”
diyebiliyorsunuz.
Jane var bu filmde, genç bir porno film oyuncusu, bir de Sadie var yaşlı bir bingo
tutkunu. Filmin oldukça “sansasyonel” olabilme potansiyeline rağmen yönetmen
öyle bir dramatik yapı oluşturuyor ki asla bu sansasyona izin vermiyor. Ve siz pekâlâ bu kızcağız yani Jane bir garson da olabilirdi ve bu film yine böyle etkileyici
olurdu diyebiliyorsunuz. Jane’in bir porno oyuncusu olmasının gerçekten de
hiçbir numarası yok. Neden öyle peki? Çünkü öyle istemiş bu kadar basit. Tamam,
mutlu falan değil ama dedik ya garson da olsa mutsuz olacaktı zaten, bunun bir
esprisi yok. Filmin bir başka güzel tarafı da bütün karakterlerinin bir tür
kırılganlığa sahip olması ve bir şekilde iyi insanlar olmaları. Porno diyince
direk uyuşturucu, mafya, para gibi şeylerin konuşulduğu böyle bir dünyada çoluk
çocuk sahibi iyi bir aile babası olan bir porno yapımcısıyla karşılaşabiliyoruz
mesela. Ya da kendi ekonomik durumunun kötülüğüne rağmen ev arkadaşının
binlerce dolarına dokunmayan, ona ihanet etmeyen hatta onun bu parayı bir
şekilde çaldığını öğrenince delikanlıca bir tavır sergileyip ona kızan bir
porno yıldızı da var bu filmde.
Jane’in
başlarda gerçekten de bir vicdan azabı ile hareket ettiği aşikâr; fakat
anlıyoruz ki Jane, Sadie’den çaldığı parayı bir yerden sonra sadece onun mutlu
olması için, hayallerini gerçekleştirmesi için kullanmaya başlıyor. Bir
Büyükanne–Torun, Anne-Kız ya da arkadaşlık ilişkisi değil onlarınki. Bütün bu
ilişki modellerinden bir şey alan ama hiçbirine tam olarak uymayan, sadece, bir
şekilde, birbirine ihtiyaç duyan iki insanın filmi Starlet. Sadie ömrünün
sonuna doğru onu yalnızlıktan kurtaran Jane’e ne kadar bağlıysa Jane de
yavaş yavaş profesyonelleştiği yorucu porno sektöründen kaçtığı her fırsatta
sakinliği ve sevgiyi Sadie’de buluyor.
Her
iki karakterin de hayatında bir sürü trajedi var. Özellikle filmin sonunda
Jane’in Sadie’nin kocasının mezarına çiçek koyarken hemen yandaki mezarda
yatan kişinin ismi gelir gözümüzün önüne. Neyse daha fazla açık vermeyeyim.
Demek istediğim şu bunların hepsinden esaslı bir duygulanma bir melodram da
çıkabilirdi. Ama yönetmen bu yollardan vazgeçip her şeyi olduğu gibi bırakıyor.
O yüzden de Starlet çok güzel bir film oluyor.
Hayatta
böyle şeyler oluyor yani. Biz tercihimizi Tchibo’dan yana kullansak da,
hayatımızın bir noktasındaki ufak bir kırılmanın bugün epeyi anlamlı
gözüktüğünü anlayabiliyoruz. Ama bütün bunlar bizde sadece bir Seinfeld etkisi
yaratıyor. Hepsi tuhaf. Şimdi buna bakıp bunalıma da girebilirsiniz. Ama biz
buna bakıp, yani tuhaflığa bakıp gülmeyi tercih ediyoruz. Hep tercih.
2
Jean
Seberg Sahiden Yaşadı mı Patron?
Konuşmak
tuhaf. Ağzımızı hareket ettirip bazı sesler çıkarıyoruz ve karşımızdaki şahıs
da bu seslere benzer bir şekilde karşılık veriyor.
Ama
şey iyi, susmak. Birinin yanında uzun süre susabiliyorsanız o insanı bir
şekilde hep hayatınızda tutmalısınız. Ya da şöyle diyelim yanında uzun süre
saçmalayabildiğiniz ya da uzun süre susabildiğiniz biri varsa o insanı
hayatınızda tutmaya gayret edin. Benim hayatımda böyle iki insan vardı. Biriyle
telefonda yaklaşık beş saat konuşabilirdim Yanında
uzun süre susabildiğim insanla ise durarak, yürüyerek, yemek yiyerek vakit
geçiriyordum. Böyle anlatınca sıkıcı görünüyor belki ama hiç de öyle değildi.
Karşılık sürekli konuştuğum insan da karşılıklı sürekli sustuğum insan da artık
hayatımda değil. Bunun sebepleri vardır sanırım. Ama üzerine düşünecek enerjim
yok.
Çoğunlukla
olmaması gereken şeyleri yaşarız. Bir şeyi olduğu haliyle bırakıp uzaktan bakma
şansımız olmadığı için de sürekli yeni bindirmeler yaparak başımıza gelenlere
farklı anlamlar yükleriz. Burada bir haksızlık olduğu aşikâr. Hayat duygusu
zayıf olan insanlar gördüklerini sürekli kötü bir dünyaya yorabilir. Bu
doğrudur yanlıştır onu bilemem. Ama mümkün ve makbuldür.
Jean
Seberg’in kocası, yazar Romain Gary “Ne
yardım edebildiğiniz ne bırakabildiğiniz ne de sevmekten vazgeçebildiğiniz bir
kadınla yaşamak ne demek bilemezsiniz” demişti
Jean
Seberg, bir yerden sonra hayatı bırakmaya karar vermişti. Bu konuda da oldukça
ısrarcıydı. Şu veya bu sebepten. Bunu bilemeyiz. Ama Jean Seberg çok güzel
kadındı. Geriye doğru, dibe doğru alkışı hak edecek şekilde gidiyordu. Onun
bıraktığı bakiye hissi ile kim uğraşacak bilmiyorum. Bu en azından benim
sorumluluğumda değil sanırım. Siz uğraşın biraz da.
……
Jean
Seberg rüyan ne oldu?
İki
gece önce gördüm en son. Bir daha görmedim.
Aynı
şeyleri mi söyledi sana?
Evet.
Hep aynı şeyleri söylüyor zaten.
Tamam
boşver. Görmüyorsun artık. Bu güzel.
……
Hangi
uyuyan adam?
Şu
bahsettiğin bir kitap vardı ya. Hani filmi de var. Sürekli bir kadın konuşuyor
fonda.
Ha
evet, hatırladım.
Tamam.
O kitabı okumak istiyorum. Versene bana.
Olur.
Nasıl
oldun.
İyi
Yanlış
anlamazsan sana yine bir öneride bulunucam.
Ah.
Lütfen buyurun Mademoiselle. Tam da ihtiyacım olan şey. Hiç çekinmeden başlayın
lütfen.
Sanki
hiç alay etmemişsin gibi başlıyorum.
Sen genel olarak diğer problemlerinin üstünü örtmek için böyle kızlara
kafa yoruyosun gibi. Tepkisel bir durum bu aslında. İlgini çekecek bir şey bulsan ne kız kalacak
ne başka bir şey. Boş boş durduğun için oluyor bunlar. Doğrusu, çok harika,
muhteşem bir insan seni alıp evlense de sen bu kafayla şöyle bir 4 ay içinde
şimdiki haline dönersin. Oysa biraz değiştirebilsen şu kafanı o zaman ne
istediğini de anlayacaksın. Böylece yaşadıkların saçma da olsa atlatılabilir
olacak senin açından.
Evlenmek
mi?
Ya
onu örnek olsun diye söyledim. Şimdi sana “Evlen” desem mutlaka dalga
geçeceksin o yüzden-
Hehe.
Bak ben otobüs yolculuklarından çok hoşlanıyorum. Ve evlendiğin zaman pencere
kenarında oturma şansın da kalmıyor.
……………………….
Jean
Seberg rüyan ne oldu?
Dün
başka bir rüya gördüm. Jean Seberg ile ilgisi yoktu. Rize’de geçiyordu.
Güzel.
3
Woody: Bir Giriş
Woody Allen’ın Melankolik
Filmlerine Bir Giriş Yapıyorum.
Her
yıl olduğu gibi geçen yıl da film çeken Woody Allen “To Rome With Love” ile
selamladı bizi. Tabii ki biz de severek izledik, eğlendik. Şu Roberto Benigni
dedik, nasıl bir yetenektir. Ve böyle bir yetenek nasıl oldu da bir türlü hak
ettiği değeri görmedi. Adamcağızı Fellini keşfetmişti. Bir filminde oynatmıştı.
Filmin içinde “Ay” kelimesi geçiyordu. Google’dan bakmayı reddettiğim için şu
anda şahane şekilde sallıycam filmin adını. Bakalım tutacak mı: “Güzel Ay.”
Hah
işte bu filmle yapmıştı çıkışını. Akabinde Fellini ölünce Benigni de kendi
yoluna çıktı. “Hayat Güzeldir” dışında göze hoş gelen bir şey yapamadı. Jim
Jarmusch sağolsun her gizli saklı hazineyi bulup ortaya çıkarttığı için onu da
buldu ve Down By Low ve Night On Earth filmlerinde oynattı. Neyse ya. İşte
Woody de komediye yatkın bir adam olduğu için ve filmi de İtalya’da çektiği
için Benigni’nin oynamaması söz konusu olamazdı. Böylece Benigni’yi de son
demlerinde güzelce izleme fırsatı bulmuş olduk
(Bu arada Fellini’nin o filminin adı için ikinci bir sallama yapıyorum,
bu daha iddialı “Mavi Ay”). Niye başka ülkelerde de bir star olamadığını
Benigni ile konuştuğumuzda “Benim İngilizcem yetersizdi Aras” dedi (Bunu da
İngilizce söyledi ama ben Türkçe anladım).
Başlıktaki
“giriş” işte bu yukarıdaki iki paragraf aslında. Direk şöyle girebilirdim
“Bildiğiniz gibi Woody Allen’ın melankolik filmleri içinde en çok öne çıkan iki
yapım Another Woman ve Interiors’tır” Ama böyle girmemişim. Neden acaba? Lafı
niye uzatıyorum bilmem. Aslında Ylmaz Özdil gibi yazabilirdim.
İki
melankolik filmi vardı.
Bu
filmler çok önemliydi.
Biri
Another Woman
Diğeri
ise Interiors’tı.
Yeni
filmini Roma’da yaptı.
Adamın
adı Woody Allen’dı.
Konuya
giriyorum;
Interiors
Bir
süredir Woody Allen’ın filmlerini yeniden izliyorum.
Özellikle
de bu “ağır” filmlerini. Interiors çok Bergman bir filmdir. Bir anlamda Woody
Allen’ın da Bergman’a saygı duruşudur. Ama, aziz vatandaşlarım, bu her ne kadar
Bergman etkisi altında olsa da tam bir Woody Allen filmidir.
Aslında
Interiors’un daha önceki Woody Allen filmlerinden bir farkı yoktur. Bu filmdeki
tek farklılık önceki filmlerinin aksine Komedi dozunun tamamen ortadan
kaldırılmasıdır. Konu ve içerik tipik bir Woody Allen filminde olduğu gibi
“entelektüeller arası ilişkilerin bunalımlı yapısı” biçimindedir. Önceki
filmlerinde bu yapının komedi yönüne ağırlık verirken bu defa işte Bergman’ın
da etkisiyle…
Woody Allen’ın Melankolik
Filmlerine Bir Giriş Yaptım.
4
Abi
Onlar Sevişiyor mu?
Efendim
malum olayları bir süredir izliyoruz. Olup biten üzerine konuşmak olaylar
gerçekleşirken pek bir şey ifade etmiyor (Basmane’ye doğru topluca eyleme
giderken bana “Facebook üzerinden bir şey paylaşmadığım” için laf sokan eski
sosyalist yeni anarşist ama güzel bir insana da bunu anlatmaya çalıştım).
Birkaç Fransız’dan öğrendiğimiz bir şey var: Suskunluk. Çünkü biliyoruz ki
ancak olaylar sona erince, gece olunca olup bitenler üzerine konuşabiliriz.
Bugüne kadar söylenen şeylerin hepsi bir yorumdu. İşte “şöyle oldu”, “bence
olay bu” vs gibi şeyler. Ama şimdi, en azından benim için olaylar sona erdi ve
konuşulma kıvamına geldi. Olayın bitmesi “gezi olaylarının bitmesi” gibi bir
şey değil, olup bitenlerdeki “olay” kavramının sona ermesidir. “Olay” dediğimiz
bir içtihattır. Durumu alıp değiştirmek ve bir an bile olsa yönlendirmektir.
Benim için olayın doruk noktası Ntv önünde toplanan kalabalığın en sonunda
kameraları eylemcilere çevirtmesiydi. Olay budur. Gidersiniz ve bir içtihatı
kökünden değiştirirsiniz. Müdahale tam anlamıyla budur. Ahir ömrümüzde böyle
bir ülkede asla bir “olay” a tanık olamayacağımızı düşünürken böyle bir şeyle
karşılaşmak bir utanma duygusu yarattı bizde. Ve işte bu “olay” ile (Ki hâlâ
Türkiye tarihindeki ilk “olay”dır bu) ilk kez Türkiye Cumhuriyeti’nde
yaşamaktan mutluluk duyduk. Devamı olur mu, işler bir yere varır mı bilemem,
ama bu maç çok kaliteli bir maç. Artık skoru önemli değil.
Benim
olup bitenlerle ilgili yapabileceğim tek şey ise bir tespittir.
Burada
bir trajedi söz konusu. Eylemlere tepki gösteren birtakım insanların işin
özünde ne söyledikleriyle çok ilgileniyorum. Tabii ki bunlar “Çadırlarda toplu
seks yapıyor ahlaksızlar” ya da “Camide bira içiliyoooo” türünden komedi unsuru
yaratacak türde saçmalıklar değil. Yani demek istediğim bu bir tepki şekli
değildir. Bunların gerçek olup olmaması da önemli değil. Tepkinin biçimi
problemli. Aslında bütün bunların temelinde biraz sinsice söylenen şey şu:
“Sokakta öpüşen, orda burada sikişen çocuklar kalkmış isyan ediyor”. Bunu böyle
kaba bir şekilde değilse de başka şekilde söyleyen ya da ima eden bir sürü
insan da var. İşte tam da burada bir trajedi var sevgili dostlar. Bu trajediyi
anlamak için memleketimizin tartışılması gereken konularından birine
odaklanmalıyız.
Gerçekten
de iki kutup var. Basitleştirmek için şöyle ayıralım; bir taraf diyor ki:
“Hayatında, gençliğinde, bir kızı öpmemiş, bırak öpmeyi el ele tutuşmamış
adamlar protestocu gençlere nefret duyuyor. Hatta onlar yok olsun istiyor” Öbür
taraf da diyor ki mesela: “Oh ne güzel hem sevişiyorlar hem de isyan ediyorlar.
Ne güzel dünya lan. (Bir sürü istisna vardır elbette. Ama ben temel bakış
açısının karşılıklı olarak bu olduğunu söylüyorum. Birisi çıkıp ben hiç
sevişmiyom ama her gün gaz yiyom ne saçmalıyon sen falan diyebilir. Ya da
muhafazakâr bir tip falan beni yalanlayabilir. Ama ben sadece temeli
söylüyorum, temelde durum budur diyorum).
Şimdi,
trajedinin tarafı tepkiciler oluyor. Yani siz şimdi biraz da kibirle
“Gençliğinde öpüşmemiş, sevişmemiş tipler bize saldırıyor” diyorsunuz. Fakat bu
lafı tekrar söylediğinizde özellikle “Gençliğinde öpüşmemiş, sevişmemiş
tipler..” dediğinizde epeyi üzücü bir durumdan söz etmiş oluyorsunuz
Bunu
söyleyen tipe demek isterim ki: Bu öyle
söylediğin kadar basit bir şey değil arkadaşım. Ve var böyle bir şey. Bir
trajediden dalga geçerek bahsedersen ve bunu yıllarca yaparsan insanların ilk
reaksiyonu da tepkisel olur elbette. “Ben evde Survivor izlerken siz orda
burada sevişiyordunuz. Ne katılıcam lan size” diyebilir (ki bu lafı duydum
cidden) ve öyle sanıyorum bu anlaşılamayacak bir durum değildir. Elbette
insanlar öpüşsün orda burada sevişsin istemiyorlar, elbette bunları
yapmadıkları, yapamadıkları için istemiyorlar ve elbette kıskanıyorlar. Ama
bunlar dalga geçilecek durumlar değildir. Üzücüdür abi bu durum, tamamen
üzücüdür. Uzaktan uzağa birini sevmek, 5- 6 yıl gibi sürelerle “platonik”
kalmak, bırakın ona dokunmayı hiçbir şey söyleyememek vs. travmatik şeylerdir.
“Çadırlarda
sevişiyolaaar” dendi. Ben İzmir –Kordon üzerinden diyebilirim ki “Evet abi,
sevişiliyor, acayip seksler döndü burada.” Tanık olduğum şeyler üzerinden –ki
birçoğu da tanıdığım, bildiğim sevdiğim insanlardır bunların- bir ahlâkçılık
yapacak değilim. Orada insanların sevişmesinde de kötü bir taraf görmüyorum.
Ama aynı şekilde “Sevişilmesin ya” diyen insanları da anlıyorum. Haa şimdi
böyle söyleyince her iki tarafı da anlamaya çalışan, insancıl biri olduğum ve
herkesin el ele, kardeşçe yaşadığı bir dünyayı falan hayal ettiğim ya da tepki
gösterenleri desteklediğim zannedilebilir ama öyle değil.
Neyse.
Sevişmek diyorduk. “E ne diyosun yani,
hep beraber sevişip barışacaz mı?” denilebilir. Mümkün olsa böyle bir şey
isterdim tabii. Ama mantıklı olarak söyleyebileceğim şey hazır belirli
içtihatlar değişirken bu söylem biçimi de değişsin. Çünkü böyle bir yere
varamıycaz. Herkes birbirini anlasın da demiyorum. Sadece tepkilerin biçimini
biraz daha mantıklı ve hatta saygılı bir pozisyona getirelim. “Ben 30 yıl
birine elimi sürmedim” diyen birini de “Her gün sevişiyorum” diyen birini de
belirli bir mantık çerçevesinde buluşturmak lazım. İşte çok güvendiğim bir
kelime olmasa da Saygı lafı burada önem kazanıyor. Bir trajediye saygı duymayı
öğrendiğimiz zaman belki şahsi tepkilerimiz de karşı tarafta aynı şekilde bir
saygı uyandırır.
Bütün
bunlarla beraber, sevgili dostlar, biz epeyi Fassbinder izledik. Biliyoruz ki
hiçbir devrim bireyler arası duygusal sömürüyü sona erdirmeyecek. Söz konusu
olan her zaman ve mekân için duyguların sömürülebilir olmasıdır. Bu sömürü asla
sona ermez. Sürüp giden bir konudur bu. İster vatan aşkı denen şeyi sömüren bir
devlet, ister bir insanın diğerini harap ettiği bir ikili ilişki; sömürüyü
daima yeni çeşitlemeleriyle görebiliriz. O yüzden dünyanın iyi bir yere
gittiğine hiçbir zaman inanamayız. Çünkü bahsi geçen sömürü durumu insan ile
aynı yaştadır ve o yok olmadıkça sona ermeyecektir. Biz sadece idare etmeyi
öğreniyoruz. Başka da yapacak bir şey yok zaten.
5
Suede
Benim İçin En İyisi
Uğur: 68 Mayıs'ında Cannes Film Festivali, Carlos
Saura'nın filminin gösterimi sırasında Godard, Malle, Truffaut gibi bizim de oldukça yakından
tanıdığımız güzel insanlar tarafından basılmış, gösterimin yapıldığı salon
bu Yeni Dalgacıların işgaline uğramıştı. Sahneye
çıkan Godard mikrofonu eline alıp festivali düzenleyenler ve onların yakın akraba-i taallukatı hakkında birtakım sözler
söylemişti. Sonrasında ise bu işgal girişimi netice bulmuş ve festival hemen iptal edilmişti. İşte o iptal kararından sonra,
dönemin otuz altılık delikanlısı Malle gazetecilere dönüp "Benim burada ne işim var.
Barikatlara Paris'e dönüyorum." demişti. Neyse bütün bunları bir tarafa
bırakalım ve sana dönelim. Özellikle son
dönemde, bu kanalda neşrettiğin yazılara baktığımızda metinlerin
içeriğinin belirli bir tarafa doğru meylettiğini görüyoruz. Daha önceden
çoğunlukla merkezinde sinemanın yer aldığı
ve bu noktadan genişletilerek başka konulara temas ettirildiği bir izleği
tercih ederken, son dönemde daha değişik şeyler
yaptığını söyleyebilirim.
Rük: Evet, söyleyebilirsin.
Uğur:
Evet. Peki Rükneddin, bu işler nereye
gidecek böyle?
Rük:
Hiçbir yere.
Uğur:
Peki neden böyle şeyler yazıyosun son günlerde. Başına bir şey mi geldi?
Rük:
Evet, geldi.
…………………………………..
Uğur:
Peki aynı anda hem bu Suede hem de Ferdi Tayfur nerden çıktı?
Rük:
Ya Ferdi Tayfur’u ben maalesef yeni yeni anlamaya başladım. Çok geç kaldığımı
bildiğim için de abandım. Suede ise daha eskiye gider. Doksanların sonunda
bizim evde çanak anten vardı. Bu anteni Hotbird’e çevirdiğinde 123 Sat diye
şahane bir müzik kanalı çıkardı. İlk orada görmüştüm onları. Ama tabii anlayıp, sevecek seviyede değildim.
Fakat Suede ile gerçek tanışmam İskender sayesinde olmuştur. İşte bundan 6 yıl
önce falan İzmir’e geldiğinde bir evde buluşup konuşmuştuk. “Suede dinledin mi
hiç” dedi. “Tam olarak değil” dedim. Sonra Sleeping Pills’i açtı işte. İskender
de Sleeping Pills adlı bir şey yazmış, onu okudu şarkı eşliğinde. Bir tür
metin. Okuduğu şey pek iyi değildi ama Suede iyiydi. Öyle yani.
…………
Uğur E.
(Akşam Güneşi’ni dinlemeye başlıyoruz.
Fakat Sezen Aksu yorumuyla) Fassbinder Herkesin bir şarkısı vardır. Benimki
de Mahler’in 7. Senfonisi demiş.
Rük:
Evet, Mahler’i seçmesi doğal aslında. Fassbinder’in hayatının akış ritmi
Mahler’in eserlerindeki ritimle benzerlik gösterir. Aslında klasik müzik
Almanlar için hem övündükleri hem de utandıkları bir tarihe tekabül eder. Ben
de bunu anlamam işte. Hitler Wagner’i çok seviyor diye Alman Klasik Müziğinin
topuna karşı bir önyargı var. Ki Wagner de iyidir yani. Fassbinder’in de Mahler
seçimi hayatının akış hızına baktığımızda normal.
…………..
Uğur:
Anlıyorum. Peki biraz abarttığını düşünmüyor musun? Yani tamam güzel takılıyosun
falan da, yani biliyosun işte. Bu işler böyle gitmez.
Rük:
Ben de böyle gitmesin diyorum zaten. Hiçbir yere gitmesin. O yüzden bir abartı
yok. Abartıyor koşturur dururdum oradan oraya. Ama öyle bir enerjim yok.
Uğur E.:
(Önce Ferdi’den Benim Gibi Sevenler
çalıyor. Bir müddet bunu dinledikten sonra Suede açıyor Rük, Wild Ones
dinliyoruz.) Peki sen yazılarında hem bir taraftan “ya ben öyle kordondan
kız bulup evine götürebilen bir tip değilim” diyorsun hem de iki yazında da
sonuçta kordonda bulup tanıştığın insanları anlatıyorsun.
Rük:
Şimdi o ikisi dediğin birbirinden çok farklı durumlar. Bal dediğimiz kız
hakkaten bulup bir yere götürdüğüm biriydi. Ama A. zaten vardı ve onu oradan
alıp eve falan götürmedim. Arada birkaç gün var. Ve duygusal anlamda da farklı
şeyler bunlar.. Bulup götürmediğim kesinlikle doğru. Anlattığım iki olayda da
buluşma görüşme öncesi konuşmalara tanık olsan durumu anlardın. Yani ben hiç
öyle yırtıcı bir şekilde olaya girip, konuşmayı açıp ne kadar da zeki ve komik
bir insan olduğumu falan göstermedim. Epeyi çekingendim aslında, özgüvenim de
yerli yerinde değildi Hatta doğru dürüst konuşamadım bile onlarla. Sohbeti
onlar yönlendirdi daha çok. Ben de katılım gösterdim. Sonunda da böyle oldu
işte. Ben de bir mantığa oturtamıyorum zaten. Ama Bal dediğimiz kızın bende
gördüğü bir şey varmış. Yakışıklılık falan değil de cinsel bir şeymiş bu. Epeyi
net bir kızdı bu açıdan..
……………………
Rük:
O değil de bişeyler mi içsek ye. Böyle konuş konuş nereye kadar.
Uğur:
Olur içelim.
Rük:
Rakı falan mı içsek yoksa çay mı içek?
Uğur:
Çay benim için en iyisi
6
Bir
Romanda Görebileceğiniz 22 Bin Çeşit Diyalogdan Farklı Bir Model Önerebilmek
İçin Yapılan Çalışmalar (1)
Telefon
üçüncü çalışında açıldı.
“Geldiğimizde
gittiğimiz bir yer vardı. Hani çok güzel bir İskender yemiştik. Nerdeydi o?”
“Hatırlamıyorum.
Aç mısın? Yürüyüşün ne alemde?”
“Yürüyemiyorum.
Bir de aklıma sürekli Ogorodnikov’un “Prişvin’in Kağıt Gözleri” filmi geliyor.
İzlemedim ben bu filmi. Ama hep aklımda. Evet açım.”
“Seni
yemeğe çağırırdım ama evde değilim ben şu an. Yazlığa geldim. Birkaç gün daha
burada olmam lazım. Buraya gel istersen. Yani işin yoksa. Bu arada ben izledim
iyi değil “Prişvin’in Kağıt Gözleri” Bunuel ile şu Çekoslovak kadın yönetmen
vardı.. Neyse adını unuttum. İşte bu
ikisini taklit etmiş gibiydi.”
“Hangi
Çekoslovak ya?”
“Adını
işte hatırlayamadım. Ama bir filminde böyle iki tane kız çeşitli maceralara
atılıyorlardı. Sürekli eğleniyorlardı falan”
“Çekoslovak
olduğuna emin misin?”
“Evet.
Sen gelecek misin bu arada? Eğer yürüyemiyorsan bu zor olacak senin için. Bir
taksi tut istersen ama acayip pahalı olur. Minibüse binme şansın var mı?”
“Önce
tekrar yürüyebilmem gerekiyor. Dikkatim kayboldu sanırım. Yeniden yürüyüşüme
odaklanabilirsem gelirim oraya. Bu arada ben ölüyorum biliyor musun?.”
“Biliyorum
canım”
“Her
neyse. Ben tekrar yürüyüşüme odaklanacağım şimdi. Başarırsam sana haber
veririm. O değil de şu bahsettiğin yönetmen Macar olabilir”
“Hangi
yönetmen?”
“O
bahsettiğin Çekoslovak yönetmen. Adını hatırlamadın ya”
“Ha,
yok, eminim. Çekoslovak o. Adı aklıma gelecek kesin. İleteceğim ben sana. Neyse
kapatıyorum şimdi. Haberleşiriz”
7
Uzun
Zaman Geceleri Kanatlarımla Yattım
“Komünistlik
başka, ana baba başka” (Mahir Ünsal Eriş – Kanatlarımız Olsa Be Metin)
8
Bana
Kimse Unutmayı Düz Yollar Çevre Yollar Yanında Duran Arabada İyi Biri Olma İhtimali
Hayır Öğretemez
Elini düşünceli bir tavırla pencere
camlarının haç şeklindeki çıtalarına dayadı, sanki camı kaldırıp dışarı
sarkarak, kız ve köpeğin ardından bakmak istermiş gibi. Ama purolu eliydi
dayadığı ve bir saniye fazla duraksamıştı. Purosundan bir nefes çekti. “Allah
kahretsin” dedi. “Dünyada hoş şeyler de var. Hakkaten hoş şeyler yani. Hepsini
birden ıskalayacak kadar da salağız biz. Olup biten her şeyi hemen o sefil
egolarımıza gönderiyoruz mütemadiyen”
9
Extremly Well
10
Atom İyi Atom yahut Kış Bilgisi
Peki
neden daha iyisin?
Kış
bitti çünkü.
Ciddi
misin?
Evet.
Bu
çok iyi lan. Valla sevindim yani. Hani biraz daha sürecek diye bekliyordum ben.
Ama güzel atlattın. Görüşelim mi o zaman. Gelicem ben İzmir’e.
Olabilir.
Peki
nasıl kurtuldun. Ya da şöyle sorayım hangi film ya da kitap sayesinde?
Ya
kitap ve filmlerin etkisi var tabii de bu defa lise bilgilerimi hatırlamak iyi
geldi diyebilirim.
Nasıl
lan. Ne bilgileri.
Atom
bilgileri ya. Hani nötron, proton, elektron falan. Yani işte her şeyin
yapı taşı olan atom. Yani neyden bahsetsek aslında atomdan bahsetmiş oluyoruz.
Sevdiğimiz şeyler de sevmediğimiz şeyler de hep atom. Ben de dedim ulan sen
evde oturmuş yok şu yok bu falan diye düşünüyon da atom lan hepsi dedim.
Atomseviciyiz yani. Bu da bana çok saçma geldi işte. Kediyi de insanı da hep
atom niyetine seviyoz. Bir de bunun üzerine biraz Curb.. biraz da Seinfeld
izleyince bütün ışıklar yandı kafamda. Düşünme biçimim değişti. Bir şeye yer
değiştirip farklı açıdan bakmaya başladım. Ve daha önce bakıp üzüldüğüm şeyin
epeyi komik olduğunu fark ettim. Böylece kış bitti işte.
İlginç.
Ama bitmesi güzel. Gey Pride var orada buluşak o zaman Pazar günü.
Olur.
Sen
yine de ne olur ne olmaz Fassbinder’i falan azalt. Devam et komedi dizilerine.
Ben yeniden Scrubs izlemeye başladım mesela. Hatta bazı bölümlerin sonunda
ağlıyorum falan. Neyse. Haydi seni vuran beni de vursun o zaman çocuğum, öptüm.
Sağolasın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder