Biz eskiden hayata
anlamlar biçerdik. Bir sürü yorumlarda bulunurduk. Sokakta elimizde şarap saçma sapan bağırdığımız olurdu. Ama genel olarak hep evdeydik. Evde de
değil, odadaydık. Çok büyük maceralarımız olmadı. Hayat tecrübemiz ise filmler,
kitaplar üzerinden edinilmiş şeylerdi. Türkiye’nin çeşitli kentlerinde birçok
odada bulunduk. Bu kentlerin bazılarında bizim gibi odalarından pek çıkmamış
insanlarla tanıştık. Uzun süreli olmayan bu arkadaşlıkların sonunda başka
kentlerdeki başka odalarımıza geri döndük.
Hâlâ bir odadayım.
İzmir’den 16 saatlik bir seyahat yapıp başka bir odaya geçiyorum. Bir süre
sonra burdan geri dönüp İzmir’deki odamda hayatımı sürdürmeye devam edicem.
Aradan zaman değil de sadece birkaç film ve kitap geçmiş olacak. Mesela Ruby
Sparks’ı gördüğümde “Hımm bunu Antakya’daki odada izledim” diycem. Hani fena
olmayan bir film. Çok uzun yıllar sonra hatırlamayacağım bir film. Zoe Kazan’a
hâlâ ısınamadığımı gösteren bir film. Ama yine de şu “Fransızca” sahneleriyle
epey ilgimi çeken bir film. Ardından Güz Sonatı izlediğim bir başka oda. Filmin
25. Dakikasında uykuya yenik düşmem, rüyamda başka bir odada bir arkadaşın
çocukluğuna yapılan ziyaret.
Zamanında entelektüel
kaygılarım vardı. Bir şeyi izlememin ya da okumamın nedeni sadece o şeylerin
izlenmesi ve okunması yönünde aldığım duyumlardı. Yaptığım bir İstanbul
ziyaretinde İstanbul Modern’de mutlaka görülmesi gereken şeyler olduğu
yazılıyordu Radikal’de. Ben de fırsat bu fırsat diyip gitmiştim İstanbul
Modern’e. Gördüğüm şeyler bana neredeyse hiçbir şey ifade etmemişti (Ki zaten
etmemesi gerekiyormuş bunu da bu yaşımda anladım). Ama bir iş vardı ya da bir
eser, nasıl söyleniyorsa işte. Rus bir kadının işiydi bu. Adı “Odadan Uzay’a
Uçuş” olan bir iş. Çok bir şey de yoktu aslında. İşte bir oda dizaynı, öyle
yukarıda bir ufo falan da yok. Sadece tavanda bir delik açmışlar. Delikten odaya ışık süzülüyor. Odanın içinde
de yatağında oturmuş kitap okuyan bir çocuk. Fakat elinde kitap yok. Olağanüstü
etkilendiğimi hatırlıyorum. Hiçbir şey anlamadığım durumların beni acayip
etkilediğini de ilk kez orda anlamıştım.
Orta halli bir memur
ailesinin çocuğu olduğum için hayatım Modern Sanat Müzeleri’nde geçmedi doğal
olarak. Ama o gün “Eğer modern sanat buysa, kurban olurum ben böyle sanata”
demiştim. O İstanbul sürecinde sırf öyle bir iş görürüm diye tekrar tekrar
gitmiştim İstanbul Modern’e. Ama Cihat Burak’ın kedili tabloları ve “O Diyarlar
ki Orada Acayiplikler Var” (Adını yanlış hatırlıyor olabilirim) adlı şeyi
dışında bir şey kalmamış aklımda.
İşte dışarıda görüp de
etkilendiğim şeyler bu kadardır sanırım. Onun dışında bütün hayatımızı
yönlendiren, değiştiren şeyler hep odalarda oldu. “Odadan Uzay’a Uçuş” adlı
şeyin bende bıraktığı etkinin bir benzerini ise sadece bir şarkıda bulmuştum:
Mad World. Donnie Darko’nun sonunda çaldığında, sözlerini hiçbir şekilde
anlamasam da aynen Odadan Uzay’a Uçuş’u gördüğümde hissettiğim şeylerin
benzerini yaşamıştım. Şarkıyı daha sonra birçok kez dinlesem de o tuhaflık ve
anlaşılmazlık bir türlü sona ermedi. Dünyada bir sır varsa –ki yok- kesinlikle
bu şarkı ya da o işle alâkalı bir şeydir. Mad World’ün Gary Jules tarafından
tekrar söylenmesi başka bir yaşama işaret eden bir şeydi. Bunu şarkının ilk
halinde hiçbir şekilde göremeyiz. Garey Jules şarkıyı alıp ona bir ruh üfledi
ve o gün bugündür belirsizlik sürüyor (Youtube’da 60 milyon kez dinlenmesi
hiçbir şey ifade etmez. Belirsizlik kafa sayısının çokluğuyla ortadan kalkmaz).
Ne zaman bir
belirsizlik ortaya çıksa ya da ne zaman hiçbir zaman anlayamayacağım bir şeyle
uğraştığımı düşünsem aklıma ya Odadan Uzay’a Uçuş ya da Mad World gelir. Mesela
ölen bir arkadaşınız vardır. Siz onun neden öldüğünü, bunun nasıl oluştuğunu ve
sonuçlarını kesinlikle bilir ve yaşarsınız. Dışarı çıkıp onun ölümünü bütün
haklı gerekçeleriyle onaylarsınız. O başka bir odadan gelip sizinle
tanışmıştır, sonra da ölmeye karar vermiştir. Siz de bu haberi alır ve üzerine
düşünmeye başlarsınız. Bu sizi kahreden bir süreç de olsa bir şekilde olayı her
yönüyle düşünür ve onun ölümünden kendinizi de sorumlu tutarsınız.
Her şey tam olması
gerektiği gibi işler. En sonunda yine odanıza dönersiniz. Telefon rehberinizi
açıp ölen arkadaşınızın numarasını silersiniz. İşte burada yeniden o tuhaflık
ve belirsizlik yakalar sizi. Ölümü, şu bu her şey çok net ortadadır, süreç
işler. Peki neden bütün belirsizlik ve acı onun adını telefon rehberinizden
sildiğinizde ortaya çıkar? Nedeni elbette yok. Sadece bu nedene ya da bu sırra
az da olsa ulaşmış -böyle bir sır olmasa da ulaşmış- şeylerle yetinmeye çalışırsınız. “Odadan Uzay’a Uçuş”u
tekrar görme şansım yok. Ama Mad World ile az da olsa yetinebilirim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder