Buradan sonra Fenerium’un önünden geçtim. İnsan neden forma alır ki? Ya da neden insan yolda yürürken “acaba neden yürüyorum” demez ki?. Mancınık denen şeyi icat eden adam “şimdi de gidip yemeğimi yiyem” demiş midir? Einstein hiç yıkanmıyorsa bu kadar pis bir adama kim, nasıl güvenmiş? Git yıkan olum ne göreliliği diyen olmamış mı? Ya Todd Haynes?
Safe diye bir filmi var Todd Haynes’in. Bir kere konuyla alakasız olacak kusura bakmayın sayın okuyucu da ben hani şu kostümlü dramalar vardır ya? Hani İngilizler çeker genelde bu filmleri. Mutlak bir entrika etrafında şekillenen hikâyeler çok süslü kostümlere bezenmiş karakterler etrafında gelişir. Hani bu filmlerin süresi 2 saati falan aşar. Genelde bir kadının iç dünyası ya da kıskançlığın iç çelişkisinin yarattığı bunalım bu filmlerin dramatik yapısını belirler ya. Hani film sıkar sıkar sıkar da bir türlü bitmez ya. Hani Allah belasını versin perdeye kavun atasınız gelir ya sıkıntıdan. İşte bu tip filmleri ben çok severim. James Ivory filmleri mesela. Seviyorum Esteban. Manzaralı Oda olsun, Howard’s End olsun saatlerce izlerim ben bunları. Peki Safe ile bunun ne alakası var? Yok tabi canım ne olacak
Ama bir başka Todd Haynes filmi olan Far From Heaven azıcık şu yukarıda bahsettiğim tipte filmlere benziyor. Onu da pek sevmiştim. Geçenlerde de Safe’i izledim. Ummadan saplandım filme. Tahmin edebileceğiniz gibi film yine bir kadın hikâyesi. Kadın karakterimiz (Carol) diğer Todd Haynes filmlerinde olduğu gibi Julianne Moore tarafından canlandırılıyor. Zengin ve mutsuz kadınımızın mutsuzluğu zamanla hastalık boyutuna ulaşıyor. Ama bak öyle anlatıyorum ya böyle değil aslında. Bu film 21.yüzyılın paranoyasını bir anlamda hastalığını tespit eden ilk filmlerden biri. (Film 1995 yapımı)
Bağımlılıkların, tıbbın tehlikeli iktidarının, “kişisel mutluluğu yaratma cemaatleri”nin korkunçluğu ilk kez bu kadar net bir şekilde çıkıyor izleyici karşısına. Hiçbir çıkışın olmadığı dünyada kalakalmış insanlar. Bir şeylere bağımlı olmadan bir dışsallığa gerek duymadan ayakta duramayan karakterler var bu filmde. Ve tüm bunlar öyle yavaş yavaş gayet normal akarken olayın dehşeti tamamen çıkıyor ortaya.
Eğer filme efekt falan katılsaydı,oyunculuklar abartılsa, üzücü ve korkutucu müzikler konsaydı asla bu kadar etkileyici olmazdı bu film. Her şeyin gayet olağan bir şeymiş gibi anlatılması (ve aslında hayatın da aynen böyle filmdeki gibi sürmesi) filmin hazmını zorlaştırıyor. Carol ile (Moore) bir empati yaşamanız mümkün olmuyor. Çünkü Haynes mutlak bir mesafe gözetiyor filmde. Katharsis beklentilerimiz aşağı düşerken filmin bu “uzak” tavrı rahatsızlık verici boyutlara ulaşıyor. Mesela ben Gaspar Noe izlerken pizza yiyip kola içebilirim. O “vur kır tecavüz et” sahnelerini “mehh” diyerek karşılayabilirim. Çünkü anlık dehşet yaratma hamleleri çoğu zaman başarısızlığa ulaşır. İşte Haynes bunu yapmıyor. Dehşeti “vur kır kan dök” şeklinde göstermek yerine filmin alttan alta sürüklenen akışına ekliyor. Bu akışa kapılırsanız da 2 saat gözleriniz açık bakıyorsunuz ekrana.
Bakmak istemezseniz de,bak çok ciddi söylüyorum : Bana ne? Bak valla diyorum : Bana ne abi. Sonuçta hepimiz Gogol’ün paltosundan çıktık. (Aradan bir ses): Flaubert hariç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder