17 Temmuz 2012 Salı

İşte Geldiğimiz Böyle Bir Dünya



Sevgili dostlar, biliyorsunuz, tıpkı bazı mutluluklar gibi, bazı felaketler de fazlasıyla gecikirler.


Bu felaketlerin boyutu telakki ettiğiniz seviyeyi bile aşmışsa mümkün olan tüm mutlulukları bir anda elde etme hülasasına kapılırsınız. Fakat yine biliyorsunuz, mutluluklar da bazen bir felaketin biçimsel illüzyonudur.


Eskiden yeni filmlerini beklediğimiz yönetmenler olurdu. Ne bileyim, Ozon mesela. Yahut Julio Medem. Ama dünya içinde ve dışında olup bitenler bir yere kadar ilgilendiriyor kişiyi. 


Upuzun boşluk anlarında, yani herhangi bir şey yapılmak istenmeyen, hayatımızın büyük kısmını kaplayan, durduğumuz, vantilatör karşısında durduğumuz, yatakta durduğumuz, koltukta durduğumuz, sokakta durduğumuz ya da uzay gemisinde durduğumuz anlar bütünüyle bir hayatın özeti oluyor. Kişi şu hayatta durur dostlar. Filhakika, bu duruş bir tavır niteliği kazandığı o meşum anda katıksız bir yaratıcılığın lanetiyle, mukadderatın sahih bir oyununa dönüşebilir. Ya da nasıl derler: Fazla hareketin nedeni hayal gücü eksikliğidir.


Felaketler tam da bu hayal gücü eksikliğiyle zuhur eder. Zira hayal edebileceğiniz en büyük felaket, eğer ki hayal etmişseniz tam anlamı ile bir felaket değildir.


En kötüsünü düşünme kabiliyetiniz varsa başınıza gelenler yeterince baktıktan sonra behemehal komik bir lahza olarak zihninizde yer edebilir. Mutlulukların kaynağı da aslında bu felaketlerden terennüm eden ayrıcalık hissidir. Ancak hayal etme kudretine sahip olabilme mutluluğuna erişen bir kişi yeterince felaketi omuzlayacak kuvveti tatbik edebilir.


Mesela bir Fassbinder’de felaketlerin ayrı bir görünümü vardır. Bütünüyle kırılgan, mutsuz karakterlerle bezeli olan Fassbinder filmografisi bütün felaketlerin kendi içinde yeni delikler açtığı ve oradan daha başka odalarda daha başka mutsuzluklara kapandığı süreksiz bir apartman içinde döner durur.





Hareketin bu med ve ceziri şüphesiz Fassbinder’in bedbin kişiliğinden kaynaklanıyordu. Petra Von Kant’ın Acı Gözyaşları’nı hatırlayalım. Bir arzu vardır değil mi? Petra bir şeyi istemektedir. Bir şeyi istemek, sevgili dostlar, çok acayip bir şeydir. Bir canlının en temel güdüsüdür Arzu. Bütün bir arzunuzu bir şeyi istemek üzerine kurduğunuzda ise tahammülü zor ıstırapların ağırlığı altında kaybolabilir yahut bu tip durumlarda çok sık görüldüğü gibi sûkut-u hayaller ile kan bağı kurabilirsiniz.  Ya da başka bir deyişle, elde edemeyeceğiniz bir şeyi istemeniz sizi gerçekten de şu veya bu şekilde mahvedebilir.  Ama heyhat, gelin görün ki bu mahvolmalar bu felaketler olmasa, söyleyin bakalım mesela bir Dostoyevski olabilir miydi? Ya Nietzsche? Tanpınar, Camus, başka binlerce daha örnek ve Fassbinder?






Elbette olamazdı. İşte tam da böyle bir saikle, denilebilir ki, felaketler gerçekten de gecikebilir dostlar. Bir Kafka’nın felaketi ne kadar gecikmiştir düşünsenize. Yahut bir Spinoza felaketi? Bizim de felaketimiz elbette gecikecek. Aldığımız ve buraya aktardığımız kayıtlar elbette gecikecek. Elbette bir işe yaramayacak. Ama felaketimiz bir gün mutlaka ama mutlaka, tıpkı Selim’in ya da Franz’ın ya da Sasani İsmail’in ve Mişkin’in felaketleri gibi, tıpkı Temmuz’da geçen birkaç yıl ya da Tanpınar’ın uykuları gibi. Geç de olsa. Gelecek.


Hiç yorum yok: