Sevgili dostlar, biliyorsunuz,
tıpkı bazı mutluluklar gibi, bazı felaketler de fazlasıyla gecikirler.
Bu felaketlerin boyutu telakki
ettiğiniz seviyeyi bile aşmışsa mümkün olan tüm mutlulukları bir anda elde etme
hülasasına kapılırsınız. Fakat yine biliyorsunuz, mutluluklar da bazen bir felaketin
biçimsel illüzyonudur.
Eskiden yeni filmlerini
beklediğimiz yönetmenler olurdu. Ne bileyim, Ozon mesela. Yahut Julio Medem.
Ama dünya içinde ve dışında olup bitenler bir yere kadar ilgilendiriyor
kişiyi.
Upuzun boşluk anlarında, yani
herhangi bir şey yapılmak istenmeyen, hayatımızın büyük kısmını kaplayan,
durduğumuz, vantilatör karşısında durduğumuz, yatakta durduğumuz, koltukta
durduğumuz, sokakta durduğumuz ya da uzay gemisinde durduğumuz anlar bütünüyle
bir hayatın özeti oluyor. Kişi şu hayatta durur dostlar. Filhakika, bu duruş
bir tavır niteliği kazandığı o meşum anda katıksız bir yaratıcılığın lanetiyle,
mukadderatın sahih bir oyununa dönüşebilir. Ya da nasıl derler: Fazla hareketin
nedeni hayal gücü eksikliğidir.
Felaketler tam da bu hayal gücü
eksikliğiyle zuhur eder. Zira hayal edebileceğiniz en büyük felaket, eğer ki
hayal etmişseniz tam anlamı ile bir felaket değildir.
En kötüsünü düşünme kabiliyetiniz
varsa başınıza gelenler yeterince baktıktan sonra behemehal komik bir lahza olarak
zihninizde yer edebilir. Mutlulukların kaynağı da aslında bu felaketlerden
terennüm eden ayrıcalık hissidir. Ancak hayal etme kudretine sahip olabilme
mutluluğuna erişen bir kişi yeterince felaketi omuzlayacak kuvveti tatbik
edebilir.
Mesela bir Fassbinder’de
felaketlerin ayrı bir görünümü vardır. Bütünüyle kırılgan, mutsuz karakterlerle
bezeli olan Fassbinder filmografisi bütün felaketlerin kendi içinde yeni
delikler açtığı ve oradan daha başka odalarda daha başka mutsuzluklara
kapandığı süreksiz bir apartman içinde döner durur.
Hareketin bu med ve ceziri
şüphesiz Fassbinder’in bedbin kişiliğinden kaynaklanıyordu. Petra Von Kant’ın
Acı Gözyaşları’nı hatırlayalım. Bir arzu vardır değil mi? Petra bir şeyi
istemektedir. Bir şeyi istemek, sevgili dostlar, çok acayip bir şeydir. Bir
canlının en temel güdüsüdür Arzu. Bütün bir arzunuzu bir şeyi istemek üzerine
kurduğunuzda ise tahammülü zor ıstırapların ağırlığı altında kaybolabilir yahut
bu tip durumlarda çok sık görüldüğü gibi sûkut-u hayaller ile kan bağı
kurabilirsiniz. Ya da başka bir deyişle,
elde edemeyeceğiniz bir şeyi istemeniz sizi gerçekten de şu veya bu şekilde
mahvedebilir. Ama heyhat, gelin görün ki
bu mahvolmalar bu felaketler olmasa, söyleyin bakalım mesela bir Dostoyevski
olabilir miydi? Ya Nietzsche? Tanpınar, Camus, başka binlerce daha örnek ve
Fassbinder?
Elbette olamazdı. İşte tam da böyle bir saikle, denilebilir ki, felaketler gerçekten de gecikebilir dostlar. Bir Kafka’nın felaketi ne kadar gecikmiştir düşünsenize. Yahut bir Spinoza felaketi? Bizim de felaketimiz elbette gecikecek. Aldığımız ve buraya aktardığımız kayıtlar elbette gecikecek. Elbette bir işe yaramayacak. Ama felaketimiz bir gün mutlaka ama mutlaka, tıpkı Selim’in ya da Franz’ın ya da Sasani İsmail’in ve Mişkin’in felaketleri gibi, tıpkı Temmuz’da geçen birkaç yıl ya da Tanpınar’ın uykuları gibi. Geç de olsa. Gelecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder