26 Temmuz 2012 Perşembe

O Ki Hayal Kırıklığının Bin Yıllık Katedralini Deviriyol



Bilim-Kurgu sineması en az Fantastik Sinema kadar uzak olduğum bir sebzedir. Ama tabii burada toptancı bir yaklaşımda bulunmak yerine bazı müstakil durumları ortaya koymamız lazım. Bilim – Kurgu derken kastettiğim şey uzayda, yıldızda, galaksi dışında, falanda filanda geçen filmlerdir. Mesela türün en önemli örneklerinden olan Star Wars’u, zerre kadar sevemedim. Sanırım saçma bir gerçekçiliğe kapılıyorum bu filmleri izlerken. Şöyle oluyor, mesela eleman ışın kılıcıyla fırlıyor ya muammadan hönk diye. Benim düşünce balonum direk yanıp sönüyor: “Işın kılıcı ne lan. Ne saçma.” Hakkaten böyle oluyor. Bir de yine benle alâkalı bir problem olabilir belki ama ben hiç de yaratıcı bulmuyorum bu filmleri. Star Wars işte, bolca kostüm ve trip, sürekli alüminyum benzeri şeyler giyen ve parlayan adamlar hopluyor ortalıkta. Nasıl izleyeceğim ben onu. Benzer şeyleri Star Trek için de diğer bütün uzayda geçen şeyler için de söyleyebilirim. (2001 hariç tabi. Çarpılırız yoksa)



Benzer bir şeyi Fantastik Sinema örnekleri için de düşünüyorum. Mesela Yüzüklerin Efendisi. Bildiğiniz gibi Tolkien’e dil uzatanı odunla dövüyorlar artık. İşte Tolkien şöyle yaratıcıymış,  böyle müthiş yazarmış vs. herkes papağan gibi tekrar ediyor bu lak lakları. Valla bundan birkaç yıl evvel bir akrabam, herhalde sevdiğimi düşünmüş ve bana üçlemenin tüm kitaplarını hediye etmişti. Ben de Yüzük Kardeşliği’nin ilk 10 sayfasını okuduktan sonra sahafa gidip öyle sanıyorum Milan Kundera’nın bir kitabıyla takas etmiştim. Serinin ikinci ve üçüncü kitaplarına da benzer şeyler yaptım. Üçlemenin filmlerinin ise sadece birincisini yani yine Yüzük Kardeşliği’ni kısmen izledim. Zira filmin de ilk 20 dakikasından sonra “yine olmadı” diyerek gösterimi terk ettim. Şu bahsettiğim “saçma gerçekçiliğe” kapılma durumu bu filmlerde de gösteriyor kendini. Burada da şöyle oluyor mesela : “Orta Dünya ne lan. Mal mısınız?” Evet aynen böyle. Yine mesela “Felsefe Taşı mı olur a.k.” Böyle böyle marazalar işte.





Yukarıda deklare ettiğime yakın şeyleri Amerikan Çizgi Roman uyarlamaları için de söyleyebilirim. Bak, bazılarına inanılmaz geliyor belki ama hiçbir yaratıcılık yok bunlarda. Yani bir telefon kulübesine giren Clark üstünü değişip mavi bir pelerinle uçuyor ve ona buna saldırıyor. Allah aşkına nerede yaratıcılık? Çok saçma değil mi abi? Elemanı mesela yok örümcek falan ısırıyor hobaa Örümcek Adam oluyor normal adam.  Var mı olum öyle dünya. Çoluk çocuk izlesin eyvallah da size noluyor sakallı bıyıklı adamlarsınız abi. (Bütün bunları dedikten sonra Batman’e ayrı bir parantez açmalıyım. Az önce söylediklerimden sonra bu biraz tutarsız olacak belki ama Batman başka bir şey. İlk kez 1994 yılında sanırım filmi gelmişti ülkemize. Benden büyük kuzenime sormuştum filmin konusunu, o da : Yarasa kostümü giyen bir adam gece sokaklara çıkıp kötülerle savaşıyor” demişti. Şimdi bunu tam olarak açıklayamam ama şu “Yarasa kostümü giyen bir adam” lafı var ya. Hâlâ inanılmaz geliyor bana. İnanılmaz ve yaratıcı. Çok yaratıcı bir şey abi. Yarasa kostümlü bir adam! Gece sokaklarda kötülerle savaşıyor! Müthiş bence. Batman’in bir farkı da şudur, o da bir süper kahramandır kuşkusuz, ama diğerlerinden farklı olarak onun süper güçleri yoktur. “Yarasa kostümü giyen bir adam geceleri…”)







afiş kötü aslında.
Sanırım ben dünyada yani bildiğimiz dünyada ya da bildiğimiz dünyanın geleceğinde geçen Bilim-Kurguları sevişiyorum. Mesela Blade Runner di mi. Ya da Children Of Men, Dünyaya Düşen Adam, Black Moon yahut Azınlık Raporu. İşte bu filmlerin arasına bugün bir yenisini ilave ediyorum: Gattaca.

Filmin konusunu falan özetleyecek değilim. Ama şu var, dünya tuhaf, olan bitenler tuhaf, bir başarı hikâyesi gibi duruyor bu film, ama en başta bir tür inanç var bu filmde. Bu, insana duyulan bir inanç. Edip Cansever “İnsan sana inanıyorum. Saygılarımla” dediğinde bu filmin dediğine yakın bir şey söylüyordu sanırım.


Burada Vincent’in hikâyesi etrafında şekilleniyor film ama bence asıl adam Jerome. Jude Law öyle güzel oynuyor ki, onun hüznüne kapılıp gidiyorsunuz. Biz de yine, çalışarak, kendini feda ederek bir yere gelen Vincent yerine bütün yeteneğine rağmen kaybetmiş Jerome’un durumuna daha yakın pozisyonda buluyoruz kendimizi. Filmin sonunda Jerome “yıldızlara geri dönerken” Vincent hayatını adadığı uzaya gitme işini başarıyor.


Ben uzay ne lan diyen biri olarak binbir çaba ve emekle uzaya gitmeye çalışan tanrı usulü Vincent yerine, kendini yakarak “evine geri dönen” ve dünyaya ait olmayan Jerome’u kanepeme davet ederdim. Filmin bir atmosferi var ki asıl etkileyicilik de buradan geliyor aslında. Sevgili dostlar, bir filmde bir atmosfer oluşturmak epeyi zordur, bu atmosferi o filmin ruh haline dönüştürmek ise daha da zor bir buzdolabıdır. Andrew Niccol, bir şekilde bunu başarıyor, filme sinen o “umutlu” halin altında düpedüz bir hüzün var. Bu “işte dünya böyle bir yer oldu” hüznü. Bütün politik dalavereleri, bilimin tehlikeli iktidar oyunları ve “yaratılmamış” insanların çabalarının yanında bütün bir film tabiatıyla da bütün bir filmin doğası Jerome’un sesinin yaydığı tınıda hüzünle raks ediyor.



Bizler de bu tip şeylerin olması muhtemel bir dünyada, pencereleri açarak akabinde kapatarak, kanepelerde ve dünyanın başka odalarında, hiç çıkamadığımız kavanozların içinde, fevkalade saçmalıklarla, komik olduğuna inandığımız şeylere gülüp, komik olmadığını düşündüğümüz bazı şeylere üzülerek, yaklaşık 200.000 yıllık bir “öğleden sonra ne olacak” tribinin çok da önemli olmayan genlerini bir sonraki canlıya aktararak, soğuk sular içiyor, yataklarda yatıyor, ellerimizi ve ayaklarımızı hareket ettirerek suda ilerliyor, ve yine hayal kırıklığının getirdiği o çıraklık anında karanlıkta kendimizle güreşiyoruz.

Hiç yorum yok: