Bilim-Kurgu
sineması en az Fantastik Sinema kadar uzak olduğum bir sebzedir. Ama tabii
burada toptancı bir yaklaşımda bulunmak yerine bazı müstakil durumları ortaya
koymamız lazım. Bilim – Kurgu derken kastettiğim şey uzayda, yıldızda, galaksi
dışında, falanda filanda geçen filmlerdir. Mesela türün en önemli
örneklerinden olan Star Wars’u, zerre kadar sevemedim. Sanırım saçma bir gerçekçiliğe
kapılıyorum bu filmleri izlerken. Şöyle oluyor, mesela eleman ışın kılıcıyla
fırlıyor ya muammadan hönk diye. Benim düşünce balonum direk yanıp sönüyor: “Işın
kılıcı ne lan. Ne saçma.” Hakkaten böyle oluyor. Bir de yine benle alâkalı bir
problem olabilir belki ama ben hiç de yaratıcı bulmuyorum bu filmleri. Star
Wars işte, bolca kostüm ve trip, sürekli alüminyum benzeri şeyler giyen ve
parlayan adamlar hopluyor ortalıkta. Nasıl izleyeceğim ben onu. Benzer şeyleri
Star Trek için de diğer bütün uzayda geçen şeyler için de söyleyebilirim. (2001
hariç tabi. Çarpılırız yoksa)
Benzer bir şeyi
Fantastik Sinema örnekleri için de düşünüyorum. Mesela Yüzüklerin Efendisi.
Bildiğiniz gibi Tolkien’e dil uzatanı odunla dövüyorlar artık. İşte Tolkien
şöyle yaratıcıymış, böyle müthiş
yazarmış vs. herkes papağan gibi tekrar ediyor bu lak lakları. Valla bundan
birkaç yıl evvel bir akrabam, herhalde sevdiğimi düşünmüş ve bana üçlemenin tüm
kitaplarını hediye etmişti. Ben de Yüzük Kardeşliği’nin ilk 10 sayfasını
okuduktan sonra sahafa gidip öyle sanıyorum Milan Kundera’nın bir kitabıyla
takas etmiştim. Serinin ikinci ve üçüncü kitaplarına da benzer şeyler yaptım. Üçlemenin
filmlerinin ise sadece birincisini yani yine Yüzük Kardeşliği’ni kısmen
izledim. Zira filmin de ilk 20 dakikasından sonra “yine olmadı” diyerek
gösterimi terk ettim. Şu bahsettiğim “saçma gerçekçiliğe” kapılma durumu bu
filmlerde de gösteriyor kendini. Burada da şöyle oluyor mesela : “Orta Dünya ne
lan. Mal mısınız?” Evet aynen böyle. Yine mesela “Felsefe Taşı mı olur a.k.”
Böyle böyle marazalar işte.
Yukarıda deklare
ettiğime yakın şeyleri Amerikan Çizgi Roman uyarlamaları için de
söyleyebilirim. Bak, bazılarına inanılmaz geliyor belki ama hiçbir yaratıcılık
yok bunlarda. Yani bir telefon kulübesine giren Clark üstünü değişip mavi bir
pelerinle uçuyor ve ona buna saldırıyor. Allah aşkına nerede yaratıcılık? Çok
saçma değil mi abi? Elemanı mesela yok örümcek falan ısırıyor hobaa Örümcek
Adam oluyor normal adam. Var mı olum
öyle dünya. Çoluk çocuk izlesin eyvallah da size noluyor sakallı bıyıklı adamlarsınız
abi. (Bütün bunları dedikten sonra Batman’e ayrı bir parantez açmalıyım. Az
önce söylediklerimden sonra bu biraz tutarsız olacak belki ama Batman başka bir
şey. İlk kez 1994 yılında sanırım filmi gelmişti ülkemize. Benden büyük
kuzenime sormuştum filmin konusunu, o da : Yarasa kostümü giyen bir adam gece
sokaklara çıkıp kötülerle savaşıyor” demişti. Şimdi bunu tam olarak açıklayamam
ama şu “Yarasa kostümü giyen bir adam” lafı var ya. Hâlâ inanılmaz geliyor
bana. İnanılmaz ve yaratıcı. Çok yaratıcı bir şey abi. Yarasa kostümlü bir
adam! Gece sokaklarda kötülerle savaşıyor! Müthiş bence. Batman’in bir farkı da
şudur, o da bir süper kahramandır kuşkusuz, ama diğerlerinden farklı olarak
onun süper güçleri yoktur. “Yarasa kostümü giyen bir adam geceleri…”)
afiş kötü aslında. |
Sanırım ben dünyada
yani bildiğimiz dünyada ya da bildiğimiz dünyanın geleceğinde geçen Bilim-Kurguları
sevişiyorum. Mesela Blade Runner di mi. Ya da Children Of Men, Dünyaya Düşen
Adam, Black Moon yahut Azınlık Raporu. İşte bu filmlerin arasına bugün bir
yenisini ilave ediyorum: Gattaca.
Filmin konusunu falan
özetleyecek değilim. Ama şu var, dünya tuhaf, olan bitenler tuhaf, bir başarı
hikâyesi gibi duruyor bu film, ama en başta bir tür inanç var bu filmde. Bu,
insana duyulan bir inanç. Edip Cansever “İnsan sana inanıyorum. Saygılarımla”
dediğinde bu filmin dediğine yakın bir şey söylüyordu sanırım.
Burada Vincent’in
hikâyesi etrafında şekilleniyor film ama bence asıl adam Jerome. Jude Law öyle
güzel oynuyor ki, onun hüznüne kapılıp gidiyorsunuz. Biz de yine, çalışarak,
kendini feda ederek bir yere gelen Vincent yerine bütün yeteneğine rağmen
kaybetmiş Jerome’un durumuna daha yakın pozisyonda buluyoruz kendimizi. Filmin
sonunda Jerome “yıldızlara geri dönerken” Vincent hayatını adadığı uzaya gitme
işini başarıyor.
Ben uzay ne lan diyen
biri olarak binbir çaba ve emekle uzaya gitmeye çalışan tanrı usulü Vincent
yerine, kendini yakarak “evine geri dönen” ve dünyaya ait olmayan Jerome’u
kanepeme davet ederdim. Filmin bir atmosferi var ki asıl etkileyicilik de
buradan geliyor aslında. Sevgili dostlar, bir filmde bir atmosfer oluşturmak
epeyi zordur, bu atmosferi o filmin ruh haline dönüştürmek ise daha da zor bir
buzdolabıdır. Andrew Niccol, bir şekilde bunu başarıyor, filme sinen o “umutlu”
halin altında düpedüz bir hüzün var. Bu “işte dünya böyle bir yer oldu” hüznü. Bütün
politik dalavereleri, bilimin tehlikeli iktidar oyunları ve “yaratılmamış”
insanların çabalarının yanında bütün bir film tabiatıyla da bütün bir filmin
doğası Jerome’un sesinin yaydığı tınıda hüzünle raks ediyor.
Bizler de bu tip
şeylerin olması muhtemel bir dünyada, pencereleri açarak akabinde kapatarak,
kanepelerde ve dünyanın başka odalarında, hiç çıkamadığımız kavanozların içinde,
fevkalade saçmalıklarla, komik olduğuna inandığımız şeylere gülüp, komik
olmadığını düşündüğümüz bazı şeylere üzülerek, yaklaşık 200.000 yıllık bir “öğleden
sonra ne olacak” tribinin çok da önemli olmayan genlerini bir sonraki canlıya
aktararak, soğuk sular içiyor, yataklarda yatıyor, ellerimizi ve ayaklarımızı
hareket ettirerek suda ilerliyor, ve yine hayal kırıklığının getirdiği o
çıraklık anında karanlıkta kendimizle güreşiyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder