Capote’nin edebiyatta yaptığına benzer bir şeyi sinemada
yapabilen biri olsa ne hoş olurdu. Bu şey ne diye sormayacaksınız elbette. Ama
ben yine de açıklayacağım izninizle. Capote’nin çocukluğu anlattığı kitapları
var ya hani. Neredeyse bütün kitaplarını sayabiliriz bu bağlamda. Çocukları
değil ama dikkatinizi çekerim “çocukluğu” anlattığı kitaplar. Onları sevimli,
saf ya da başka bir şey olarak değil sadece çocuk olarak gösterdiği kitaplar.
İşte Çimen Türküsü, Başka Sesler Başka Odalar bir sürü de öyküsü. Hepsinde
karşımıza çıkan çocuklar, olan bitenin merkezine yerleşirken, Sinemada bunu
yapan bir yönetmenin olmamasını neye yorabiliriz?
Bir sürü itiraz yükselebilir elbette. Bir sürü film
sayılabilir çocuklarla ilgili. Ama “çocukluk” ile ilgili film yapan ve bunu
yaparken hiçbir manipülasyon ya da yoruma kaçmayan bir yönetmen bulmamız çok
zor. (Film bulabiliriz elbette. Ama bu konuları kendine dert edinmiş ve bu
damardan ilerleyen bir yönetmen bulamayız sanırım) Hatta bu cümleleri yazarken
tekrar düşündüm ve gene bulamadım. Hepinizin aklına hem filmleriyle hem de
kitaplarıyla Harry Potter serisi geliyordur sanırım. Bu ticaret olayını bana
çocukluk ya da çocuklarla ilgili bir şeymiş gibi sunan kişiye aşağı yukarı
şöyle bir tepki verirdim sanırım: He he.
Çocukluk denen şeyi anlatmak ya da göstermek için şekilsiz
bir dürüstlük gerekir. Böyle bir dürüstlük ise “toplumsal ahlâk yasaları”na
aykırı düşebilecek bir sürü şeyi içinde barındırır. Çocukluk insanın geçirdiği
bir evre olmaktan öte bir durumdur. Ve genel oluşum sürecinde insanın bir
parçası değildir. Belirli bir süre içinde başlayan ve biten bir şeydir. Bağlı
olduğu vücut gelişimini sürdürse de çocukluğun başlayışı ve bitişi bağlı
bulunduğu vücuttan azade bir seyir izler. Mühim bir Fransız’ın yazdığı kitaba “Çocuklar
ve İnsanlar” adını vermesi de az çok bu saydığım nedenlerledir.
Yine de “çocukluk” üzerine yapılmış ve iyi yapılmış bir
filmden bahsetmek isteseydik aklımıza gelen ilk filmlerden biri “Where The Wild
Things Are” olurdu muhakkak. Maurice Sendak'ın
acayip masalından uyarlanan bu Spike Jonze filmi “çocukluk” üzerine yapılmış en
değerli işlerden biri olarak dikkat çekmekte.
Ailesiyle sorunlu bir çocuğun bir gece evden kaçması ve uzun
yollar, denizler geçtikten sonra bir adaya varıp orada başka türden canlılarla
üçüncü türden ilişkiye girmesini anlatan bu film her noktasına sinmiş
“mutsuzlukla” yakalıyor izleyiciyi. Saflığın, neşenin ya da mutluluğun yılları
olarak sunulan çocukluk (Bkz: Çocuklar gibi neşeli, Çocuklar gibi mutlu,
Çocuklar gibi…) yılları aslında hiç de böyle şeylerin yaşandığı yıllar
değildir. Bir sürü psikolojik vs. rahatsızlığın temelinin çocuklukta yaşanmış
ya da yaşanamamış şeyler olduğu artık kanıtlanmış bir şey. Bir noktada bütün
mutsuzlukların ve acıların kaynağı olması gereken çocukluğun bu denli neşe ve
sevinç ile anılması bir illüzyondur.
Where The Wil Things Are bu anlamda bütünüyle dürüst bir
film. Alice, harikalar diyarında mutlulukla dolaşır ya da keşfederken bizim
kahramanımız Max keşfedilecek çok da fazla bir şey olmadığını fark ettiğinde
filmin bütününe sinen kırılganlık ilk sinyalini veriyor. Kolay incinen ve
alabildiğine mutsuz yaratıklarla geçirdiği süre içinde Max’in keşfettiği tek
şey ise arkadaşlığın değeri oluyor. Ne aşk meşk ne de başka türden bir ideal.
Sadece birbirlerini kaybetmemek için çabalayan mutsuzluklarına başka kılıf
uydurmayan yaratıklar Max’i kralları ilan ettiklerinde ilk kez gülüyorlar.
Çünkü Max’in onlara gönderilmiş ve mutluluğu getirecek kral olduğuna
inanıyorlar (“O bizi bütün üzüntülerimizden kurtaracak Ira”) Bu inançları da
hayal kırıklıkları eşliğinde sona erdiğinde geriye yine arkadaşlık kalıyor.
Böylesine bir filmden “mutluluk” duymak ise tuhaf bir şey. Filmin kendisi size bu duyguyu vermese de böyle
bir filmin yapılabildiği bir dünyada yaşamak belki de mutluluk verici bir
şeydir. Ya da değildir. Bilemiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder