Hepinizin bildiği gibi İngiliz Edebiyatı büyük
anlatıların etrafında şekillenen ve gelişen bir edebiyattır. Ve yine bildiğiniz
gibi nesri ve müziği olmasa İngiliz denen şey de olmazdı. (Bu ikisi dışında pek
bir şeyleri de yok bana kalırsa. Futbolu da iyi. En azından Premier Lig. Tiyatrosu
da var da onu zaten edebiyat kapsamına aldım nedense. Bir de bkz. Yahya Kemal: "Nesrimiz ve Resmimiz olsaydı başka bir millet olurduk) Bu edebiyat ilk zamanlarında tiyatro ile hemhal olduğu için de, kaynağını bir anlamda buralardan aldığı için de önemlidir. Mesela Hellen dünyasının
ardından sadece İngiliz dünyası tiyatroyu bu kadar sahiplenmiş ve bir tür
merkezi sanat haline getirmiştir. Hellenlerin ardından gelen Romalılar tiyatro
ile alâkaları olan adamlar olmadıkları için (Benim gibi) Tiyatro upuzun
yüzyıllar süren bir boşluğa girmişti. Ve bu karanlıkların içinden tiyatroyu
alıp kurtaran da, hadi haklarını verelim, İngilizler olmuştur. Bugün bile
herhangi bir İngiliz kendine aktör demeden önce o tiyatroların tozunu yutmak
zorundadır. (Bu adamlar o denli sever ki tiyatroyu, çoğusu Hollywood falan
dinlemez, kariyerini bırakıp geri döner tiyatrosuna. Mesela Daniel Day Lewis
bir ara öyle yapmıştı da Leonardo Di Caprio ve Martin Scorsese adamı kandırıp
ikna etmişlerdi Gangs Of New York’ta oynaması için. Benzer örnekleri Kevin
Spacey, Kevin Kline, Anthony Hopkins vs. için de verebiliriz)
Yine İngilizlerin dünyaya armağan ettikleri diyeceğim de armağan ettikleri çok saçma bir kalıp, bir başka şey de Roman Sanatıdır. (Ama bugün “Sanatı” değildir). Biliyorsunuz Roman denen şey Burjuva sınıfının gelişmesi ve merkezleşmesi ile ortaya çıkmış ve gelişmiş bir türdür. Bildiğimiz anlamda “Birey” ya da “Karakter” gibi kavramlar da Roman sanatı ile ortaya çıkmış şeylerdir. (Romanın kaynağı olarak görülen Romans türü de aynı şekilde İngiliz Edebiyatının yapı taşlarından biridir) Bireyi baz almak zorunda olan (Buradaki bireyimiz de ilk olarak bir İngiliz Aristokratı ya da Burjuvasıdır) Roman, bu birey etrafında bir dünya kurarak ve tam merkezine de bireyi yerleştirerek oluşturulmuş bir şeydir. İngilizler sanayi hamlelerini herkesten önce gerçekleştirdiği için Burjuva da ilk olarak İngiltere’de güç kazanmaya başlamıştır. İşte bu Burjuvanın da kendine ait bir sanatı ya da müziği olmalıydı. Roman ya da Neo-Klasisist müzik bu amaçla oluşturulmuştur (Gerçi müzik konusunda İngilizlerin 20. Yüzyıla kadar çok bir etkinliği olmamıştır. Daha çok Rönesans etkisiyle bir İtalyan geleneği izlenmiştir. Davet edilen ya da sevilen müzisyenler de genelde İtalyan kökenlidir) Zaten bilinen ilk roman örneği de İngiliz yazar Daniel Defoe'nun 1719 yılında yayımladığı Robinson Crusoe’dur.
İşte bu 1719 yılının sonrası bildiğimiz anlamda İngiliz Edebiyatının başlangıcıdır. Çünkü İngiliz Edebiyatıyla özdeşleşen Büyük Anlatı geleneği de bu tarihten sonra yazılan Romanlar ile başlamıştır (Tiyatro ve Şiir’deki Büyük Anlatı geleneği daha farklı bir mecra olduğu için onları geçiyorum.) Dönemlere göre incelenmesi neredeyse farz olan İngiliz Edebiyatının bu yükseliş dönemi “Victoria Çağı Edebiyatı” olarak bilinse de biz çerçeveyi biraz daha genişletip 1720 – ila 1920 arasını baz alabiliriz. Bu 200 yıllık süreç siyasi açıdan da İngiltere’nin merkeze dönüştüğü bir dönemdir. Daha doğrusu bu dönemde paranın olduğu ve aktığı yer İngiltere’dir. Merkez dediğimiz şey budur zaten, sanat da eğer belirli bir yerde ve belirli bir dönemde fazla gelişmişse bunun mutlaka bir ekonomi – politiği vardır. Bakınız Rönesans döneminde, özellikle İtalyan Rönesansı sırasında sanatın merkezi Roma ama aynı şekilde paranın da merkezi Roma. Yine mesela 17. y.y’ın merkezi Amsterdam. Neden merkez? Çünkü para orada. İşte 19. y.y.’da da merkez Londra ve Paris. Birisi sanatın öbürü de sanayinin merkezi. Ortak noktaları da yine para. Sonra işte New York ve yakın zamanda da ne bileyim doğuya doğru Pekin, Şangay vs. medeniyet dediğimiz ve övündüğümüz şeyin gelişme güzergâhı budur.
Yine İngilizlerin dünyaya armağan ettikleri diyeceğim de armağan ettikleri çok saçma bir kalıp, bir başka şey de Roman Sanatıdır. (Ama bugün “Sanatı” değildir). Biliyorsunuz Roman denen şey Burjuva sınıfının gelişmesi ve merkezleşmesi ile ortaya çıkmış ve gelişmiş bir türdür. Bildiğimiz anlamda “Birey” ya da “Karakter” gibi kavramlar da Roman sanatı ile ortaya çıkmış şeylerdir. (Romanın kaynağı olarak görülen Romans türü de aynı şekilde İngiliz Edebiyatının yapı taşlarından biridir) Bireyi baz almak zorunda olan (Buradaki bireyimiz de ilk olarak bir İngiliz Aristokratı ya da Burjuvasıdır) Roman, bu birey etrafında bir dünya kurarak ve tam merkezine de bireyi yerleştirerek oluşturulmuş bir şeydir. İngilizler sanayi hamlelerini herkesten önce gerçekleştirdiği için Burjuva da ilk olarak İngiltere’de güç kazanmaya başlamıştır. İşte bu Burjuvanın da kendine ait bir sanatı ya da müziği olmalıydı. Roman ya da Neo-Klasisist müzik bu amaçla oluşturulmuştur (Gerçi müzik konusunda İngilizlerin 20. Yüzyıla kadar çok bir etkinliği olmamıştır. Daha çok Rönesans etkisiyle bir İtalyan geleneği izlenmiştir. Davet edilen ya da sevilen müzisyenler de genelde İtalyan kökenlidir) Zaten bilinen ilk roman örneği de İngiliz yazar Daniel Defoe'nun 1719 yılında yayımladığı Robinson Crusoe’dur.
İşte bu 1719 yılının sonrası bildiğimiz anlamda İngiliz Edebiyatının başlangıcıdır. Çünkü İngiliz Edebiyatıyla özdeşleşen Büyük Anlatı geleneği de bu tarihten sonra yazılan Romanlar ile başlamıştır (Tiyatro ve Şiir’deki Büyük Anlatı geleneği daha farklı bir mecra olduğu için onları geçiyorum.) Dönemlere göre incelenmesi neredeyse farz olan İngiliz Edebiyatının bu yükseliş dönemi “Victoria Çağı Edebiyatı” olarak bilinse de biz çerçeveyi biraz daha genişletip 1720 – ila 1920 arasını baz alabiliriz. Bu 200 yıllık süreç siyasi açıdan da İngiltere’nin merkeze dönüştüğü bir dönemdir. Daha doğrusu bu dönemde paranın olduğu ve aktığı yer İngiltere’dir. Merkez dediğimiz şey budur zaten, sanat da eğer belirli bir yerde ve belirli bir dönemde fazla gelişmişse bunun mutlaka bir ekonomi – politiği vardır. Bakınız Rönesans döneminde, özellikle İtalyan Rönesansı sırasında sanatın merkezi Roma ama aynı şekilde paranın da merkezi Roma. Yine mesela 17. y.y’ın merkezi Amsterdam. Neden merkez? Çünkü para orada. İşte 19. y.y.’da da merkez Londra ve Paris. Birisi sanatın öbürü de sanayinin merkezi. Ortak noktaları da yine para. Sonra işte New York ve yakın zamanda da ne bileyim doğuya doğru Pekin, Şangay vs. medeniyet dediğimiz ve övündüğümüz şeyin gelişme güzergâhı budur.
Neyse İngiliz Edebiyatı diyorduk. İşte bu 200 yıllık dönemde olmuştur ne olduysa, Bronte Kardeşler, Eliot, Dickens,, Austen, Wilde, Swift, Hardy, Lawrence, Carroll, vs. vs. hepsi bugün bildiğimiz anlamda İngiliz Edebiyatı geleneğini yarattılar. Bu onlar için iyi bir şeydi tabi. Edebiyat için de iyi bir şeydi. Ama Büyük Anlatılar Postmodernizm’in aparkatı ile yerle bir olunca İngiliz Edebiyatı yine bir şekilde kendini kurtardı. Ne bileyim Joyce vardı, Beckett vardı, onlar kendine has tarzlarıyla zaten Büyük Anlatı denilen geleneği aşmış ve yepyeni bir damar açmışlardı. Yani demek istediğim Edebiyat bir şekilde kendini kurtarmıştı. Peki ya Sinema?
Sinema olayına tam girmeden şunu da söyleyeyim,
bizler bu coğrafyada öyle İngiliz Edebiyatı ile çok alâkalı insanlar
değilizdir. Zira bir kere çok iyi çeviriler olmasına rağmen bize öğretilen
İngiliz Edebiyatı “Okuma yapma” “İngiliz şiiri” İngiliz düzyazısı” (Bu Düzyazı
lafına da gıcığım. Düz ne yav. Ve bunun yazısı nasıl olur?) “İngiltere’ye Genel
Bakış” gibi genel şeyler olduğu ve bunları da daha çok İngilizceyi geliştirme
amaçlı öğrettikleri için (Ne derdim varmış ha. Gören de gerçekten ilgilendiğimi
sanacak. Bana ne lan Türkiye’de öğretilen biçimiyle İngiliz Dili ve
Edebiyatından. Sanırım konu aslında
Virginia Woolf ile ilgili de konuya gelemedim) bizde öyle İngiliz Edebiyatı
falan öğretilmez (İyi gidiyorum) Sadece genel hatlarıyla üzerinden geçilir.
(Bir Arkeolog olarak konuya hakimiyet?) Bu konudaki eksiklikler ile ilgili bir yazısını
hatırladığım Berna Moran İngiliz Edebiyatını biraz da Felsefe üzerinden ya da
edebiyat profesörleri değil de Filozofların gözlerinden okumanın daha faydalı
bir eğitim yöntemi olabileceğini söylemişti bundan uzun yıllar önce. Bence bu
müthiş bir öneriydi. Mesela bir Fransız filozofun Beckett ve diğer önemli
yazarlar üzerinden söylediği bir cümleyi hatırlıyorum “Beckett ile ilk
sevişmemi unutamam. Aynı şekilde Kafka ve Joyce ile de çok daha farklı
şekillerde birçok kez seviştim. Umarım siz de böyle yapıyorsunuzdur. Çünkü
bütün yazarlarla aynı şekilde sevişiyorsanız bir Edebiyat profesörüne
dönüşüyorsunuz demektir.”
Virginia Woolf bu anlamda şanslıdır. Çünkü üzerine
konuşan ve genel geçer şeyler söyleyen edebiyat profesörlerinin yanında birçok
önemli Filozof da onun üzerine konuşmuş ve yazmıştır. Özellikle Fransız
Filozofları bir "oluş" kavramı üzerinden, özellikle de “Kadın – Oluş- ve “Hayvan-Oluş”
kavramları üzerinden Woolf kitaplarını incelemiştir. Onu bu kadar önemli
görmelerinin nedeni ise Woolf’ün genel cinsiyet kalıplarını aşarak insanı ilk
adımından itibaren bir oluş içinde ele almasıdır. Bir suyosunu ya da bir
akarsu tekilliği ile ele alınan insan bütün gelişimini oluş kavramı üzerinden
gerçekleştirir. Woolf bir karakterin bir gününü insana ait bütün bu adımlarla
doldurarak allak bullak bir edebiyat eseri yazabilir ve yazmıştır da ( Bayan
Dalloway). Aynı şekilde yaklaşık 400 yüzyıl yaşayan ve bir erkek olarak
başladığı hayatına yıllar geçtikçe bir kadın olarak devam eden Orlando da Woolf’ün
bu oluş düzenini kurduğu yapıtlarından biridir. Woolf için zaman fark etmez 400
yüzyıl da olsa bir gün de olsa bir karakteri bütün adımlarıyla oluşun bir parçasına
çevirebilir.
İngiliz Sineması İngiliz Edebiyatının bu gelişimine
benzer bir şeyi yaşayamamıştır. Ya da henüz yaşamamıştır. Edebiyat için
bahsettiğimiz 300 yıllık dönemin yanında İngiliz Sineması için sadece 90 yıllık
bir süreçten söz edebiliriz. Belki de değişim henüz yaşanmadı.
Özellikle yukarıda saydığım yazarların uyarlamaları
ile yaklaşık bir 60 yılı deviren İngiliz Sineması bu “uyarlama” başarısı
dışında, birkaç istisna hariç yerinde saymaktadır. Bir başka deyişle İngiliz
Sineması büyük oranda İngiliz Edebiyatının gölgesinde kalmış ve güzergâhını
edebiyat dışına taşıramamıştır.
Bütün bu söylediklerimi benden daha iyi bilen bir
insan varsa o da Sally Potter’dır kuşkusuz. 1992 yılında Virginia Woolf’ün
Orlando kitabını filme aldığında klasik bir uyarlama yapamayacağını çok iyi
biliyordu. Zira Orlando’nun kendisi bir anlamda Klasik İngiliz Edebiyatı’nın
bir parodisiydi. Bu demek oluyor ki ortada “klasik” uyarlamaya uygun bir malzeme
yoktu. (Zaten böyle bir kitabı mizahını anlamadan “uyarlamak” tam bir fiyasko
olurdu) Sally Potter en önemli meselenin bir denge tutturmak olduğunu ve Woolf’ün
o keskin mizahına ancak o şekilde ulaşacağını da çok iyi biliyordu. Bildiği bir
başka şey de Tilda Swinton’ın çok iyi bir oyuncu olduğuydu. İşte bütün bunları
bilen bir insan olarak Sally Potter gayet güzel bir Woolf “uyarlaması”
yapılabileceğini bize gösterdi.
Yine hepinizin bildiği gibi güzel bir uyarlama
yapmanın formülü uyarlama yapmamaktır. Sally Potter da yer yer kendini ciddiye
almayan bir film yaparak öncelikle şu “uyarlama” ciddiyetini üzerinden atıyor. Arada
Orlando’nun kameraya dönüp bir şeyler söylemesi de bize “klasik” bir şeyler izlemediğimizi
hatırlatıyor. Orlando’nun bir erkek olarak başlayıp bir kadına doğru devrildiği
ya oluştuğu hayatını bize sekanslara bölünmüş durumlarla izletiyor. Zaten başka
bir şansı da yok. Çünkü Orlando’yu uyarlamak için yapabileceğiniz tek şey
kitaptan yola çıkmaktır. Alıp onu aktarmak sadece komik sonuçlara neden olur.
(Aynı durumlar Kafka ve Beckett uyarlamaları için de geçerlidir) Bunu bilmenin
yolu da sadece iyi bir yönetmen ya da ortalama bir birikim sahibi olmaktan
geçer. Sally Potter da sonradan yaptığı dandik filmlerle bizi üzse de en azından
bu filmde iyi bir yönetmen olmayı başarıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder