Edebiyat – Sinema ilişkisi hakikatte “Ters” bir ilişkidir.
Bu Ters lafını istediğiniz her anlamda alabilirsiniz.
Edebiyat – Sinema ilişkisinin uyarlama üzerinden vücut
bulduğunu biliyoruz. Hesaplanmıştır muhakkak ama bir edebiyat eserinden
uyarlanan film sayısı herhalde totalde çekilen filmlerin yarısını oluşturur.
Uyarlama çok alengirli bir iştir sayın okuyucu. Herhangi bir
yeteneği refüze edebileceği gibi yeteneksizliği de kamufle edebilir. Mesela
Milos Forman. Forman bugün iyi bir yönetmen olarak kabul görüyorsa bunların
nedeni çok bilinen iki tiyatro oyununu (Hair ve Guguk Kuşu) ve yine çok bilinen
bir müzisyenin hayatının anlatıldığı bir kitabı filme uyarlamış olmasıdır
(Amadeus). Bu “uyarlamacı” yönetmen daha çok kitabın ya da oyunun ruhuna sadık
kalmakla övülür. Başarısı da bir anlamda bu sadakate bağlanır. Ama şu da var ki
Forman’ın çok iyi bir uyarlamacı olması aslında çok iyi bir yönetmen
olmadığını, nev-i şahsına münhasır bir sinema algılayışının olmadığını da
gösteriyor bizlere. Kitapların ya da oyunların “ruhlarına” duyduğu bu sadakat
kendi ruhunun yaptığı işe sirayet etmesini engelliyor. Ya da böyle bu ruh zaten
yok o yüzden de uyarladığı şeylerin ruhuna çok fazla önem veriyor. Her iki
sonuç da Milos Forman’ı yaratıcı ve yetenekli bir yönetmen olmaktan alıkoyuyor
.
Bana sorarsanız uyarlama denen şey bir illüzyondur. Mesela
Proust’un Kayıp Zamanın İzinde eserini düşünelim. Serinin altıncı kitabı
Albertine Kayıp şu cümleyle başlar : “Mademoiselle Albertine gitti”. Kitap
bütünüyle bu cümle üzerinden şekillenir. Olayların başlangıcı, gelişimi ve
sonucu hep bu cümle istikametinde seyreder. Şimdi bir yönetmen düşünelim, bu
yönetmen Albertine Kayıp kitabını sinemaya uyarlamak istesin. Bu “Mademoiselle
Albertine Gitti” cümlesini nasıl yedirecek filmine? Ya da bütünüyle kelimelerin
gücüne yaslanmış bu tip bir cümleyi nasıl görselleştirecek?
Bunun iki yolu var aslında. Milos Forman örneğine dönelim
yeniden. Forman büyük ihtimalle açılış sekansında hüzün içinde bir adamı
gösterir. Kısa bir sessizliğin ardından bu adam kendi kendine ya da kameraya
bakarak puslu bir sesle kurar bu
cümleyi: “Mademoiselle Albertine gitti.” Sonra Forman, kitapta olay olarak görülebilecek birkaç şeyi de
toparlar ve bu terk edilmiş adamın hüznünü mimikler vs. ile görselleştirmeye
çalışarak filmi harcardı.
Diğer yol ise yaratıcılığa ve biraz daha yetenekli bir
yönetmene ihtiyaç duyar. Bu yönetmen bilir ki böyle bir kitabı filme uyarlamak
mümkün değildir. Ve yine bilir ki “Mademoiselle Albertine gitti” gibi güçlü bir
cümlenin görselleştirilme imkânı yoktur. Bütün bu tespitlerin ardından yapacağı
ilk şey ise bir uyarlama yapmak yerine kitabın kendi üzerinde bıraktığı duyguları
dramatik yapıya yerleştirmek, bir anlamda filmin atmosferi haline getirmektir. Bunu da kitapta olan bitenlere sadık kalarak
değil kitabın kendisinde bıraktığı duyguların kronolojisine sadık kalarak yapmaya
çalışır. Mesela Kayıp Zamanın İzinde’nin beşinci kitabı Mahpus’u uyarlayan
Chantal Akerman tam da buna benzer bir şey yapmıştır. Ya da Fassbinder Jean
Genet’nin uyarlanamaz kitabı Denizci’yi filme alırken “Jean Genet’nin Denizci
kitabı üzerine bir film yapma girişimi” olarak sunar yaptığı filmi.
Bir uyarlamanın değeri yola çıktığı eserden uzaklaştığı ölçüde
artar. Aynı şekilde bir kitabın değeri Sinemanın uyarlama lanetinden
uzaklaştığı ölçüde ortaya çıkar. Çizginin net olarak çekilmesi her iki sanatın
da yaratıcı bir damar üzerinden gelişme göstermesi için elzemdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder