27 Şubat 2011 Pazar

Mart Ayında Neler Var?

1 Mart 2011 Salı :

Konuş Onunla (Hable Con Ella) - 2002


Yönetmen : Pedro Almodovar
Bağlam
: Yeni Almodovar Sineması
Sunan
: Aras K.

4 Mart 2011 Cuma: Kült Filmler

Sitcom - 1998


Yönetmen : François Ozon
Bağlam
: Avrupa Sinemasından Kült Film Örnekleri
Sunan
: Uğur E.

8 Mart 2011 Salı:

Sosyalizm (Film Socialisme) - 2010


Yönetmen : Jean-Luc Godard
Bağlam
: Avangardın Sonu
Sunan
: Murat G.

15 Mart 2011 Salı:

Daire (Dayereh) - 2000


Yönetmen
: Cafer Panahi
Bağlam
: İran Sineması
Sunan
: Aras K.

22 Mart 2011 Salı:

Son Umut (Children Of Men) - 2006


Yönetmen :
Alfonso Cuarón
Bağlam
:Kıyamet Sonrası Sineması ve Millenyalizm
Sunan
: Murat G.

25 Mart 2011 Cuma: Kült Filmler

Zombilerin Şafağı (Shaun of the Dead) - 2004


Yönetmen : Edgar Wright
Bağlam
:Avrupa Sinemasından Kült Film Örnekleri
Sunan
: Uğur E.

29 Mart 2011 Salı:

Kod 46 (Code 46) - 2003


Yönetmen
: Michael Winterbottom
Bağlam
:Belleksizlik Kültürü olarak Postmodernizm
Sunan : Murat G.

Gösterimlerin tümü 17.30'da başlayacaktır.

16 Şubat 2011 Çarşamba

"Werckmeister Harmonies" Üzerinden "Anlamak"


Béla Tarr. 2000. 145 dk. Geceleyin uyumayan herkesin craps ve firavun partilerine dalmış olduğu sıralarda Werckmeister Harmonies…

20 yaşındayken yapmış olduğum bir tespitten: “İlginçtir ki, çoğu Doğu bloğu yönetmeni, geleneksel hikaye yapısını dışlayan, bir olay örgüsünden yoksun, hikayeden çok atmosfere yönelik, sinematografiye nasıl da hakim olduklarını kanıtlamak isteyen filmler yapıyorlar. Çok da güzel yapıyorlar.”

İşte Werckmeister Harmonies’i de bu güzel tespitin üzerine inşa edebiliriz sanırım. Küçük bir kasabaya bir gün bir sirk gelir: Dünyanın en büyük balinası ve kim olduğunu/ne olduğunu/neci olduğunu bilemediğimiz ve göremediğimiz Prens sıfatına sahip biri. Ve yıllardır rutine binmiş bir hayat süren kasaba sakinleri, bu duruma ilişkin memnuniyetsizliklerini sirk hakkında sürekli olarak söylentiler çıkararak gösterirler. Söylentiler arttıkça huzursuzluk artar. Huzursuzluk arttıkça söylentiler çeşitlenir ve büyür. Bu şekilde kendine dönüşlü bir yapı kuran söylenti-huzursuzluk ikiliği, “insana en büyük kötülüğü yine kendisi yapar”(“İnsan insanın kurdudur.” deyişini kullanmayı, Hobbes’la yıllar önce yaşadığım kişisel bir problem sebebiyle, ısrarla reddediyorum) olgusu üzerine gerilimli bir şekilde tırmanmaya devam eder. Görüntülerin merkezinde kasabadaki ayak işlerini gören Janos vardır ve kasabadaki her şeye Janos’la birlikte tanık oluruz. Genel olarak bütünlüklü bir hikaye anlatımı yapmayan filmin biraz zorlanarak özetlenmiş hali bundan ibarettir.

Yıllar önce Cahiers du Cinéma’da yayımlamış olduğum “Sinemayı Sinema Yapan Beş Altın Kural Ya da Sinemada Semantiğin Göstergeler Vasıtasıyla Sentaksla Çatışmasına İmajlar Açısından Yaklaşma Denemeleri (Ou Cinema Art fait cinq Règle d'or trouvée à ce conflit en termes d'indicateurs Syntaxe Sémantique approche par des essais)” isimli makalemin dördüncü maddesinde de belirtmiş olduğum çok kilit bir nokta var aslında, bu film için biçilmiş ve pembe incili kaftan: “Hiçbir şey anlamadım ama çok güzel filmdi.”

Tam da bu noktada asıl sorun “Filmleri anlamak için mi izleriz? Anlamadığımız bir şeyi sevebilir miyiz? Neden film izliyoruz? Ne biliyoruz ki?”ye dönüşüyor. Öncelikle “anlamak” dediğimiz şeye bakalım. Hepimizin de tahmin ettiği gibi “anlam” denilen bu mefhum çok değişik bir şey. “anlam”ın anlamı olarak TDK’deki abilerimiz ne demiş beni pek ilgilendirmiyor aslında. Aslolan iletişim: Böyle şimdi, iki taraf var, biri söylüyor/gösteriyor, bu durumda diğerinin kafasında/zihninde bir şeyler oluşuyor. Yani şöyle ki, her iki tarafın da gösterilen/söylenilen nesneler/kavramlar/şeyler üzerinde mutabık olması lazım ki, rahatça iletişime geçebilsinler değil mi? Ödüllü ve ünlü dilbilimci ve semantolog Liman Mehmetcihat’ın bir açık oturum esnasında, yine bir o kadar ödüllü ve ünlü dilbilimci Noam Chomsky’ye verdiği inanılmaz ayarda da dediği gibi: ”yani benim sana, ‘hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ demem için mürşit, ilim ve hayat kavramlarında seninle uzlaşmam lazım. senin beni anlaman böyle mümkün. ama ‘hayatta en hakiki orta saha kilimdir’ dersem ? uzlaşılmış orta saha deforme oluyor.”

Bu durumda spotlarımızı anlamdan alıp, estetik haz ve buna ulaşmayı sağlayan algıya çevirmemiz gerekiyor. Tüm sanat dalları gibi sinema da bilgiye/anlama değil, algıya dayalı bir yapı üzerinde devinerek sürmektedir. Estetik haz duymak. En kaba tabirle, yeni olandan, şaşırtıcı olandan, sıra dışı olandan haz duyarak insanoğluolma edimini gerçekleştiren insanoğlunu, anlamdan uzaklaştırarak, onu tamamen algıya dayalı bir hazza yöneltmesinin en güzel örneğini müzikte görebiliriz: Notalar. Ritim. Herhangi bir anlama karşılık gelmeme. Anlamda serbest çağrışım. vs. Alıcı tarafa “Ali ata bak.” minvalinden bir şey söylemeyen bir Bach bestesi, sevilip, popüler kültürün ve de gündelik yaşamın başat öğelerinden biri haline getirilebilmişse, biçimsel olarak onunla aynı özelliklere sahip bir sinema filmi de bittabi sevilip, uğruna kanlar dökülür hale gelebilir. Gelmesi gerekir.

Bir önceki paragrafta, her ne kadar anlamı dışsallaştırmaya çalışıyor gibi göründüysem de sinema için böyle bir şey hiçbir zaman mümkün olamamaktadır. Beyazperdede gördüğümüz bir puro, çoğu zaman sadece bir purodur. Hem ne demiş Umberto Eco? “İki klişe bizi güldürür ama yüz klişe bizi duygulandırır çünkü belli belirsiz bir şekilde klişelerin kendi aralarında konuştuğunu, yeniden bir araya gelişlerini kutladıklarını hissederiz.” Yani sinemada klişe çoğu zaman hayat kurtarır. Her ne kadar Eco’nun sözü daha çok sinema dilini kolajlar üzerine kuran yönetmenlerin sinema filmleri üzerineyse de; alıcı ve gösteren(gönderici) tarafın üzerinde mutabık olduğu imajların, iki tarafın ürün üzerinden bağ kurabilmesinin kolaylaşması açısından önemli bir nokta olduğuna delalet etmekte. “zamanın ilerlemesi” imajının yaratılmak istendiği anda, günlük yaşamın en büyük klişelerinden “saat” imajının kullanılması, mesela.

“Köpeğin olayım holivud!” şeklinde naralar atarak sokaklarda dolaşmıyorsak, sinema dilini ontolojik bir mesele olarak ele almayı hak etmişiz demektir. Sinema dışındaki sanat dallarında dil arayışı; hazır dilin yeniden üretimi, hazır dilin genişletilmeye çalışılması, vs. gibi şekillerde kendini bulur. Bu dallar için, dilin yeniden üretimi “anlam”dan kaçınmayı sağlayan başat öğe haline gelmiştir. Yeniden üretimde de en çok kullanılan yöntem, metinsel bazdaki dallarda (sadece yazınsal metinleri kastetmiyorum, tüm ürünleri kastediyorum) sözdizim üzerinde değişikler yapmak olmaktadır. Bunun sinemada da karşılığı, çoğu kez filmin hikayesinin anlatımında yeni biçimler denenmesi şeklinde vücut bulur: Hikayenin çizgiselliği kırılıyor, araya hikayeden bağımsız sahneler ekleniyor… Bunun dışında da; çekilen planların, yaratılan mizansenlerin vs. sinema tarihi belleği içerisindeki “eşsizlik”i dikkate alınarak üretim yapılmaya çalışılmaktadır. Sonuç olarak, aslında belki de hiç yaşamamış bir sanat tarihçisinin de ölümünden sonra bulunan defterinde de yazdığı gibi: “İnsanlığın en büyük arayışı dil arayışıdır.”

Bu yazının sinemada anlam konusunda, daldan dala atlar bir şekilde saçmaladığım yerleri, sinema blogları tarihindeki en büyük yazın hareketi olan “Godard sinemasına girizgah denemeleri” kapsamında da okunabilir. Anlaşılmaya çalışılabilir.

Son söz: Benim başka başka şeylere alet ettiğim bu enfes filmi, umarım bir gün birileri göstergebilim üzerinden okuyarak, ona hak ettiği değeri verir. Çok yazık ettim galiba lan.