29 Temmuz 2012 Pazar

Orlando ve Akarsuların İngiliz Edebiyatına Ne Etkisi


Hepinizin bildiği gibi İngiliz Edebiyatı büyük anlatıların etrafında şekillenen ve gelişen bir edebiyattır. Ve yine bildiğiniz gibi nesri ve müziği olmasa İngiliz denen şey de olmazdı. (Bu ikisi dışında pek bir şeyleri de yok bana kalırsa. Futbolu da iyi. En azından Premier Lig. Tiyatrosu da var da onu zaten edebiyat kapsamına aldım nedense. Bir de bkz. Yahya Kemal: "Nesrimiz ve Resmimiz olsaydı başka bir millet olurduk) Bu edebiyat ilk zamanlarında tiyatro ile hemhal olduğu için de, kaynağını bir anlamda buralardan aldığı için de önemlidir. Mesela Hellen dünyasının ardından sadece İngiliz dünyası tiyatroyu bu kadar sahiplenmiş ve bir tür merkezi sanat haline getirmiştir. Hellenlerin ardından gelen Romalılar tiyatro ile alâkaları olan adamlar olmadıkları için (Benim gibi) Tiyatro upuzun yüzyıllar süren bir boşluğa girmişti. Ve bu karanlıkların içinden tiyatroyu alıp kurtaran da, hadi haklarını verelim, İngilizler olmuştur. Bugün bile herhangi bir İngiliz kendine aktör demeden önce o tiyatroların tozunu yutmak zorundadır. (Bu adamlar o denli sever ki tiyatroyu, çoğusu Hollywood falan dinlemez, kariyerini bırakıp geri döner tiyatrosuna. Mesela Daniel Day Lewis bir ara öyle yapmıştı da Leonardo Di Caprio ve Martin Scorsese adamı kandırıp ikna etmişlerdi Gangs Of New York’ta oynaması için. Benzer örnekleri Kevin Spacey, Kevin Kline, Anthony Hopkins vs. için de verebiliriz)








Yine İngilizlerin dünyaya armağan ettikleri diyeceğim de armağan ettikleri çok saçma bir kalıp, bir başka şey de Roman Sanatıdır. (Ama bugün “Sanatı” değildir). Biliyorsunuz Roman denen şey Burjuva sınıfının gelişmesi ve merkezleşmesi ile ortaya çıkmış ve gelişmiş bir türdür. Bildiğimiz anlamda “Birey” ya da “Karakter” gibi kavramlar da Roman sanatı ile ortaya çıkmış şeylerdir. (Romanın kaynağı olarak görülen Romans türü de aynı şekilde İngiliz Edebiyatının yapı taşlarından biridir) Bireyi baz almak zorunda olan (Buradaki bireyimiz de ilk olarak bir İngiliz Aristokratı ya da Burjuvasıdır) Roman, bu birey etrafında bir dünya kurarak ve tam merkezine de bireyi yerleştirerek oluşturulmuş bir şeydir. İngilizler sanayi hamlelerini herkesten önce gerçekleştirdiği için Burjuva da ilk olarak İngiltere’de güç kazanmaya başlamıştır. İşte bu Burjuvanın da kendine ait bir sanatı ya da müziği olmalıydı. Roman ya da Neo-Klasisist müzik bu amaçla oluşturulmuştur (Gerçi müzik konusunda İngilizlerin 20. Yüzyıla kadar çok bir etkinliği olmamıştır. Daha çok Rönesans etkisiyle bir İtalyan geleneği izlenmiştir. Davet edilen ya da sevilen müzisyenler de genelde İtalyan kökenlidir) Zaten bilinen ilk roman örneği de İngiliz yazar Daniel Defoe'nun 1719 yılında yayımladığı Robinson Crusoe’dur.






İşte bu 1719 yılının sonrası bildiğimiz anlamda İngiliz Edebiyatının başlangıcıdır. Çünkü İngiliz Edebiyatıyla özdeşleşen Büyük Anlatı geleneği de bu tarihten sonra yazılan Romanlar ile başlamıştır (Tiyatro ve Şiir’deki Büyük Anlatı geleneği daha farklı bir mecra olduğu için onları geçiyorum.) Dönemlere göre incelenmesi neredeyse farz olan İngiliz Edebiyatının bu yükseliş dönemi “Victoria Çağı Edebiyatı” olarak bilinse de biz çerçeveyi biraz daha genişletip 1720 – ila 1920 arasını baz alabiliriz. Bu 200 yıllık süreç siyasi açıdan da İngiltere’nin merkeze dönüştüğü bir dönemdir. Daha doğrusu bu dönemde paranın olduğu ve aktığı yer İngiltere’dir. Merkez dediğimiz şey budur zaten, sanat da eğer belirli bir yerde ve belirli bir dönemde fazla gelişmişse bunun mutlaka bir ekonomi – politiği vardır. Bakınız Rönesans döneminde, özellikle İtalyan Rönesansı sırasında sanatın merkezi Roma  ama aynı şekilde paranın da merkezi Roma.  Yine mesela 17. y.y’ın merkezi Amsterdam. Neden merkez? Çünkü para orada. İşte 19. y.y.’da da merkez Londra ve Paris. Birisi sanatın öbürü de sanayinin merkezi. Ortak noktaları da yine para. Sonra işte New York ve yakın zamanda da ne bileyim doğuya doğru Pekin, Şangay vs. medeniyet dediğimiz ve övündüğümüz şeyin gelişme güzergâhı budur.







Neyse İngiliz Edebiyatı diyorduk. İşte bu 200 yıllık dönemde olmuştur ne olduysa, Bronte Kardeşler, Eliot, Dickens,, Austen, Wilde, Swift, Hardy, Lawrence,  Carroll, vs. vs. hepsi bugün bildiğimiz anlamda İngiliz Edebiyatı geleneğini yarattılar. Bu onlar için iyi bir şeydi tabi. Edebiyat için de iyi bir şeydi. Ama Büyük Anlatılar Postmodernizm’in aparkatı ile yerle bir olunca İngiliz Edebiyatı yine bir şekilde kendini kurtardı. Ne bileyim Joyce vardı, Beckett vardı, onlar kendine has tarzlarıyla zaten Büyük Anlatı denilen geleneği aşmış ve yepyeni bir damar açmışlardı. Yani demek istediğim Edebiyat bir şekilde kendini kurtarmıştı. Peki ya Sinema?


Sinema olayına tam girmeden şunu da söyleyeyim, bizler bu coğrafyada öyle İngiliz Edebiyatı ile çok alâkalı insanlar değilizdir. Zira bir kere çok iyi çeviriler olmasına rağmen bize öğretilen İngiliz Edebiyatı “Okuma yapma” “İngiliz şiiri” İngiliz düzyazısı” (Bu Düzyazı lafına da gıcığım. Düz ne yav. Ve bunun yazısı nasıl olur?) “İngiltere’ye Genel Bakış” gibi genel şeyler olduğu ve bunları da daha çok İngilizceyi geliştirme amaçlı öğrettikleri için (Ne derdim varmış ha. Gören de gerçekten ilgilendiğimi sanacak. Bana ne lan Türkiye’de öğretilen biçimiyle İngiliz Dili ve Edebiyatından.  Sanırım konu aslında Virginia Woolf ile ilgili de konuya gelemedim) bizde öyle İngiliz Edebiyatı falan öğretilmez (İyi gidiyorum) Sadece genel hatlarıyla üzerinden geçilir. (Bir Arkeolog olarak konuya hakimiyet?) Bu konudaki eksiklikler ile ilgili bir yazısını hatırladığım Berna Moran İngiliz Edebiyatını biraz da Felsefe üzerinden ya da edebiyat profesörleri değil de Filozofların gözlerinden okumanın daha faydalı bir eğitim yöntemi olabileceğini söylemişti bundan uzun yıllar önce. Bence bu müthiş bir öneriydi. Mesela bir Fransız filozofun Beckett ve diğer önemli yazarlar üzerinden söylediği bir cümleyi hatırlıyorum “Beckett ile ilk sevişmemi unutamam. Aynı şekilde Kafka ve Joyce ile de çok daha farklı şekillerde birçok kez seviştim. Umarım siz de böyle yapıyorsunuzdur. Çünkü bütün yazarlarla aynı şekilde sevişiyorsanız bir Edebiyat profesörüne dönüşüyorsunuz demektir.


Virginia Woolf bu anlamda şanslıdır. Çünkü üzerine konuşan ve genel geçer şeyler söyleyen edebiyat profesörlerinin yanında birçok önemli Filozof da onun üzerine konuşmuş ve yazmıştır. Özellikle Fransız Filozofları bir  "oluş" kavramı üzerinden, özellikle de “Kadın – Oluş- ve “Hayvan-Oluş” kavramları üzerinden Woolf kitaplarını incelemiştir. Onu bu kadar önemli görmelerinin nedeni ise Woolf’ün genel cinsiyet kalıplarını aşarak insanı ilk adımından itibaren bir oluş içinde ele almasıdır. Bir suyosunu ya da bir akarsu tekilliği ile ele alınan insan bütün gelişimini oluş kavramı üzerinden gerçekleştirir. Woolf bir karakterin bir gününü insana ait bütün bu adımlarla doldurarak allak bullak bir edebiyat eseri yazabilir ve yazmıştır da ( Bayan Dalloway). Aynı şekilde yaklaşık 400 yüzyıl yaşayan ve bir erkek olarak başladığı hayatına yıllar geçtikçe bir kadın olarak devam eden Orlando da Woolf’ün bu oluş düzenini kurduğu yapıtlarından biridir. Woolf için zaman fark etmez 400 yüzyıl da olsa bir gün de olsa bir karakteri bütün adımlarıyla oluşun bir parçasına çevirebilir.



İngiliz Sineması İngiliz Edebiyatının bu gelişimine benzer bir şeyi yaşayamamıştır. Ya da henüz yaşamamıştır. Edebiyat için bahsettiğimiz 300 yıllık dönemin yanında İngiliz Sineması için sadece 90 yıllık bir süreçten söz edebiliriz. Belki de değişim henüz yaşanmadı.


Özellikle yukarıda saydığım yazarların uyarlamaları ile yaklaşık bir 60 yılı deviren İngiliz Sineması bu “uyarlama” başarısı dışında, birkaç istisna hariç yerinde saymaktadır. Bir başka deyişle İngiliz Sineması büyük oranda İngiliz Edebiyatının gölgesinde kalmış ve güzergâhını edebiyat dışına taşıramamıştır.


Bütün bu söylediklerimi benden daha iyi bilen bir insan varsa o da Sally Potter’dır kuşkusuz. 1992 yılında Virginia Woolf’ün Orlando kitabını filme aldığında klasik bir uyarlama yapamayacağını çok iyi biliyordu. Zira Orlando’nun kendisi bir anlamda Klasik İngiliz Edebiyatı’nın bir parodisiydi. Bu demek oluyor ki ortada “klasik” uyarlamaya uygun bir malzeme yoktu. (Zaten böyle bir kitabı mizahını anlamadan “uyarlamak” tam bir fiyasko olurdu) Sally Potter en önemli meselenin bir denge tutturmak olduğunu ve Woolf’ün o keskin mizahına ancak o şekilde ulaşacağını da çok iyi biliyordu. Bildiği bir başka şey de Tilda Swinton’ın çok iyi bir oyuncu olduğuydu. İşte bütün bunları bilen bir insan olarak Sally Potter gayet güzel bir Woolf “uyarlaması” yapılabileceğini bize gösterdi.




Yine hepinizin bildiği gibi güzel bir uyarlama yapmanın formülü uyarlama yapmamaktır. Sally Potter da yer yer kendini ciddiye almayan bir film yaparak öncelikle şu “uyarlama” ciddiyetini üzerinden atıyor. Arada Orlando’nun kameraya dönüp bir şeyler söylemesi de  bize “klasik” bir şeyler izlemediğimizi hatırlatıyor. Orlando’nun bir erkek olarak başlayıp bir kadına doğru devrildiği ya oluştuğu hayatını bize sekanslara bölünmüş durumlarla izletiyor. Zaten başka bir şansı da yok. Çünkü Orlando’yu uyarlamak için yapabileceğiniz tek şey kitaptan yola çıkmaktır. Alıp onu aktarmak sadece komik sonuçlara neden olur. (Aynı durumlar Kafka ve Beckett uyarlamaları için de geçerlidir) Bunu bilmenin yolu da sadece iyi bir yönetmen ya da ortalama bir birikim sahibi olmaktan geçer. Sally Potter da sonradan yaptığı dandik filmlerle bizi üzse de en azından bu filmde iyi bir yönetmen olmayı başarıyordu.

Köşk Haber Bülteni (10): Brautigan Ekmeği Sona Ermeli


Korkulan oldu ve Türkiye Cumhuriyeti bir utancın daha altına imzasını attı . Yapılan bir araştırmaya göre Beat, özellikle de Richard Brautigan üzerinden ekmek yiyen Türklerin sayısı son bir yılda %2500 oranında artarak rekor kırdı.

Özellikle İstanbul – Kadıköy’de ikame eden kimi zevatların genç kızlara Brautigan cümleleriyle kur yaptıkları tespit edildi. Kendilerine orospu çocuğu diyen ama bu zevatların süzme orospu çocuğu olduğunu belirten sakin bir avuç Brautigan okuru ise yayımladıkları deklarasyonda şunları bildirdi:


“Özellikle İstanbul’da, saçlarını geriye atan, hüzün dolu bakışlarla gözlerini bir yere diken, çulsuz olduğunu belli eden el ve kol hareketleri yapan, ucuz şarap içtiğini övünerek söyleyen ve akabinde de anarşiden bahseden bir takım bebek bezleri olduğunu tespit ettik. Bu şahıslar ana ve babalarından bağımsız orospu çocukları oldukları için bir yazarı ya da kitabı sakince sevip, sükût ile yaşamak yerine önlerine gelen her mevzuda kaybeden tribine girip Brautigan’ın adını sıkça anmaktadırlar. Bu en başta ayıptır. Sonra götlüktür. Sonra da yine ayıptır. Gidin oğlum bak Ginsberg var orada, Kerouac var, Bukowski var. Siktirip gitsenize onlara. Bırakın adamı yahu. Kısa zaman içinde belirli değişiklikler olmaz ve şu anki kötü durumun aksi yönünde adımlar atılmazsa bir avuç okur olarak golf sopalarımız ve odunlarımızla, önümüze gelen her kaybeden tripli şahsı darp etmeyi planlıyoruz. Ve bunu da buradan böylece deklare ediyoruz. “

B.A.B.O (Bir Avuç Brautigan Okuru)

Cafer/Menemen/Philedelphia.



28 Temmuz 2012 Cumartesi

Böyle Günlerde Dışarılar Hep Pazartesi


Sevgili okuyucu, bırak filmden güzel bir şarkı sana eşlik etsin. Ya da etmesin. Sen bil.




Hani birbirine benzeyen filmler vardır ya. Şöyle bir cümleye başlarsınız misal: Genç Osman yahut Uyuşturucu Filmleri. Tonguuççç diye yanar balonlar di mi: Trainspotting, Requiem For A Dream, Vegas’ta Korku ve Dehşet falan fıstık. İşte Spun da bu Uyuşturucu Filmleri salıncağının ardından hoop diye düşebilir zihninize. Nedense bizim ülkede diğer saydığım filmler kadar tutmadı bu film. Ergenler birbirlerine “Olum Spun diye bir film var, herif film boyunca uçuyor” falan demedi. Ya da ben duymadım. Sözlüklere baktığımda da genelde işte yukarıda adını saydığım filmler üzerinden belirli laflar ah efendim bitir şu cümleyi yahu.




Spun  için, üzerinden, bir yerinden konuşmak için evet o filmlerden bahsetmek şart. Özellikle de “Vegas’ta Korku ve Dehşet’ten. Spun’ı çeken Jonas Akerlund dediğimiz muhterem, video müzik aleminde en az Chris Cunningham kadar iyi bir yönetmen olarak bilinmekle beraber Prodigy’nin bir klibini, -ah şarkının adını hatırlasam derken  şarkının adını düşünmeye devam ettiğim bir şarkının klibini- de yönetmişti. Bu klibi izlemek için de gecenin belirli bir saatine kadar beklerdik. Zira ancak 23:30’dan falan sonra gelebiliyordu ekranlara. Ya çok ahlâksız bir klipti ya da daha da çok ahlâksız bir klipti. Ama sanırım içinde öyle sandığınız gibi bir cinsellik falan yoktu. Ya da ben öyle zannediyorum. Yani şöyle düşünüyorum, cinsellikle ilgili bir şey olsaydı hatırlardım ama hatırlamıyorum. Yaz Youtube’a çıksın yahu. Benim derdim başka. Ama klibi yine de merak ediyorum ama bakmıycam lan. Hayır bakmayacağım*. Bakarsam Cengiz Kurtoğlu klibi olayım. Spun diyorum Spun, başka bir şey. Hani video klip estetiği denen şey var ya, işte al o estetiği bir uzun metraja çevir şahane Billy Corgan şarkılarını da içine ilave et, bir de kaptır asit kafasına, da da da daaaammm: Spun.


Filmin başrolündeki Jason Schwartzman’ı Wes Anderson üzerinden tanıyoruz. Zaten hepinizin bildiği gibi Wes Anderson üzerinden tanıdığımız hiçbir kimse boş çıkmaz. Almost Famous ile çocukluk yıllarımızın ideal eziklerinden olan Patrick Fugit de filmi sırtlayanlardan biri. Ama ama ama ve lakin ve bilahare söylememiz gerekiyor ki bu film eğer bir şey ise bunun müsebbibi mutlaka Mickey Rourke’dur. Hatta gaza gelip hayatının performansını veriyor derdik de arada Angel Heart, Rumble Fish falan var o yüzden diyemiyorum.


The Cook Geliyor.


Mickey Rourke filmde The Cook adlı amatör bir “kimyasalcı” ve seks kovboyunu canlandırıyor.  Başlarda sanki kötü bir herif gibi sunulurken sonlara doğru hafif kırılgan ve yumuşak başlı diyelim hadi, işte öyle bir adama dönüşüyor. Bir sahne var ki anlatmalıyım: Ross (Schwartzman) ve The Cook bir pornocuya gider. Kafalar iyidir tabi ve Ross birdenbire Amerikan bayrağının altında takım elbiseleriyle vajinadan ve onun özelliklerinden bahseden The Cook’u görür. The Cook’un vajina sunumu bitince de koca memeli ama küçük popolu kızların olduğu filmleri aramaya devam ederler. Aslında sadece The Cook karakteri üzerinden bir film yapılsa müthiş olurdu ama filmin sonunda maalesef The Cook’u patlayan bir karavanın içinde bırakıyoruz.Ha yine filmin sonunda, arabayla kente doğru ilerlerken The Cook’un Ross’a anlattığı bir çocukluk hikâyesi var ki, deme gitsin.



Bütün bunlarla beraber bu film elbette herkese hitap eden, herkesin severek ve beğenerek izleyeceği bir film değil. Yine bir Başyapıt vs. de değil. Dramatik yapının akışında bazı kopmalar, bazı aksaklıklar olmuyor da değil. Ama “kafa”nın anlatıldığı bir filmde eklektik bir kurgu olması kaçınılmazdır. Yani demek istediğim filmin ritminin de bir tür asit kafası gibi ilerlediğini düşünürsek düz bir kurgu ya da belirli bir hikâye akışı olması bu filme yarardan çok zarar getirirdi.


Spider Mike


Uyuşturucu Filmleri dediğimiz şeye dönecek olursak, bu filmler arasında kuşkusuz “Vegas’ta Korku ve Dehşet” ayrı bir yerde duruyor. Ama Spun birçok yerde söylendiği gibi bir tür eğlenceli Requem For A Dream, ama şu da var ki ben Requiem For A Dream’i hiç sevmem. Siz ne yaparsanız yapın yaşadığınız bir trajedi bir filmde gördüğünüz trajediden çok daha komiktir. Yani günlük hayatın trajedisinde komikliğe ya da saçmalığa meyleden bir taraf mutlaka vardır. Ama Requiem For A Dream bütün bunları es geçip tamamen kasvete ve nevrotiğe bağlayınca insan da “e o kadar da değil” duygusu uyanıyor. İşte bu duygu ile Spun’a bakarsanız aktüel yaşam içindeki ilişkilerin komikliği ya da uyuşturucu trafiğinin yarattığı absürd duyguyu tecrübe edebilirsiniz. Ya da etmezsiniz. Bana ne yani.


27 Temmuz 2012 Cuma

Claude Sautet Üzerine Bir Not ve Bu Gece Çözülen Ufak Bir Gizem


Yazıda Fransızlara girişsek de böyle Fransız da var. Haksızlık etmeyelim ve yazıyı okurken bize eşlik etmesine izin verelim.




Claude Sautet deyince arkasından hemen yapıştırabilirsiniz: Ahanda “Fransız Filmi” (Tabi bu Fransız Filmi’ni bilerek tırnak içine aldık. Yoksa Truffaut, Godard, Rivette’in yaptığı Fransız Filmi’nden bahsetmiyoruz)


Hakikatten de öyledir ama. Sautet dedin mi hemen kahvelerde takılıp çay çorba içen, mutlaka bir sanatçının derin sıkıntılarının ya da kederlerinin anlatıldığı karakterlerin kol gezdiği filmler geliyor insanın aklına. Mesela: Ayazda Bir Yürek. Lisede izlediğimde çok sevmiştim filmi.  Ama geçenlerde filme tekrar bakınca baya sıkıldım.


Ayazda Bir Yürek bizim turkish sanat sineması sevicilerinin en sevdiği filmlerden biridir. Dorsay olsun, Okyay olsun çok severler bu filmi. Bakın size filmin konusunu aktarayım : Yetenekli ve güzel bir kemancı kız var. (Ah Emmanuel Beart), bu kız bir Keman tamircisine aşık oluyor ama gururlarından sıyrılamayan çiftimiz (Daniel Auteul’ün oynadığı keman tamircisi gururlu taraf aslında. Öyle bir kasılıyor ki adam Emmanuel ile takılmamak için git ata bin diyesiniz geliyor) bir türlü ilişkiye başlayamıyorlar. Ve bu kadar.




Sarı Tebessüm vardı ya yerli film. Hani bir Şair ile evli olan sanat galerisi sahibi genç kadın Şair kocasından bir türlü datmin olamayıp bir Ressamın tutkulu kollarına atıyordu kendini. İşte o filmin müsebbibi bu Claude Sautet’dir. Her iki film de 92 tarihli.  Bence Seçkin Yaşar bu filmi festivalde görüyor ve anında etkilenip Sarı Tebessüm’ü yapıyor. Aslında Türkiye’de 90 başlarında çekilen bütün o entelseksüel filmlerin nedeni bu adam ve birkaç tane daha Fransızdır. (Bkz Patrice Leconte, Bertrand Tavernier)





Bizim körpe dimağlarımızın henüz sanat ile tanışmamışken bu saçmalıklarla zedelenmesinde de en büyük sorumlu yine bu ve birkaç başka Fransızdır. Hani Fransa Ermeni Soykırım Yasasını meclisten geçirdiğinde Türkler gidip kuduz aşısını bulan Pasteur’un heykelini yıkmışlardı ya. Ben o sıra Bulvar gazetesinde bir deklarasyon yayınlamıştım “Arkadaşlar hepsini boşverin biz bu Claude Sautet’ye saldıralım. Adam bitirdi sanatı da sinemayı da odunla beline vuralım onun” demiştim. Demiştim de hiç tepki veren olmamıştı. Zaten Sautet de bir yıl sonra ölmüştü.


Claude Sautet mesela Cezmi Ersöz gibi bir adamın da yaratıcısıdır. Evet evet, Claude’ün bu torpaklardaki karşılığı tam olarak Cezmi Ersöz’dür. Zaten Cezmi’nin “Ayazda İki Yürek” diye kitabı da var. Hakkaten ha. Büyük gizemi çözdük. Cezmi yerli Sautet imiş. Artık mutlu gecelere dönebiliriz.








26 Temmuz 2012 Perşembe

O Ki Hayal Kırıklığının Bin Yıllık Katedralini Deviriyol



Bilim-Kurgu sineması en az Fantastik Sinema kadar uzak olduğum bir sebzedir. Ama tabii burada toptancı bir yaklaşımda bulunmak yerine bazı müstakil durumları ortaya koymamız lazım. Bilim – Kurgu derken kastettiğim şey uzayda, yıldızda, galaksi dışında, falanda filanda geçen filmlerdir. Mesela türün en önemli örneklerinden olan Star Wars’u, zerre kadar sevemedim. Sanırım saçma bir gerçekçiliğe kapılıyorum bu filmleri izlerken. Şöyle oluyor, mesela eleman ışın kılıcıyla fırlıyor ya muammadan hönk diye. Benim düşünce balonum direk yanıp sönüyor: “Işın kılıcı ne lan. Ne saçma.” Hakkaten böyle oluyor. Bir de yine benle alâkalı bir problem olabilir belki ama ben hiç de yaratıcı bulmuyorum bu filmleri. Star Wars işte, bolca kostüm ve trip, sürekli alüminyum benzeri şeyler giyen ve parlayan adamlar hopluyor ortalıkta. Nasıl izleyeceğim ben onu. Benzer şeyleri Star Trek için de diğer bütün uzayda geçen şeyler için de söyleyebilirim. (2001 hariç tabi. Çarpılırız yoksa)



Benzer bir şeyi Fantastik Sinema örnekleri için de düşünüyorum. Mesela Yüzüklerin Efendisi. Bildiğiniz gibi Tolkien’e dil uzatanı odunla dövüyorlar artık. İşte Tolkien şöyle yaratıcıymış,  böyle müthiş yazarmış vs. herkes papağan gibi tekrar ediyor bu lak lakları. Valla bundan birkaç yıl evvel bir akrabam, herhalde sevdiğimi düşünmüş ve bana üçlemenin tüm kitaplarını hediye etmişti. Ben de Yüzük Kardeşliği’nin ilk 10 sayfasını okuduktan sonra sahafa gidip öyle sanıyorum Milan Kundera’nın bir kitabıyla takas etmiştim. Serinin ikinci ve üçüncü kitaplarına da benzer şeyler yaptım. Üçlemenin filmlerinin ise sadece birincisini yani yine Yüzük Kardeşliği’ni kısmen izledim. Zira filmin de ilk 20 dakikasından sonra “yine olmadı” diyerek gösterimi terk ettim. Şu bahsettiğim “saçma gerçekçiliğe” kapılma durumu bu filmlerde de gösteriyor kendini. Burada da şöyle oluyor mesela : “Orta Dünya ne lan. Mal mısınız?” Evet aynen böyle. Yine mesela “Felsefe Taşı mı olur a.k.” Böyle böyle marazalar işte.





Yukarıda deklare ettiğime yakın şeyleri Amerikan Çizgi Roman uyarlamaları için de söyleyebilirim. Bak, bazılarına inanılmaz geliyor belki ama hiçbir yaratıcılık yok bunlarda. Yani bir telefon kulübesine giren Clark üstünü değişip mavi bir pelerinle uçuyor ve ona buna saldırıyor. Allah aşkına nerede yaratıcılık? Çok saçma değil mi abi? Elemanı mesela yok örümcek falan ısırıyor hobaa Örümcek Adam oluyor normal adam.  Var mı olum öyle dünya. Çoluk çocuk izlesin eyvallah da size noluyor sakallı bıyıklı adamlarsınız abi. (Bütün bunları dedikten sonra Batman’e ayrı bir parantez açmalıyım. Az önce söylediklerimden sonra bu biraz tutarsız olacak belki ama Batman başka bir şey. İlk kez 1994 yılında sanırım filmi gelmişti ülkemize. Benden büyük kuzenime sormuştum filmin konusunu, o da : Yarasa kostümü giyen bir adam gece sokaklara çıkıp kötülerle savaşıyor” demişti. Şimdi bunu tam olarak açıklayamam ama şu “Yarasa kostümü giyen bir adam” lafı var ya. Hâlâ inanılmaz geliyor bana. İnanılmaz ve yaratıcı. Çok yaratıcı bir şey abi. Yarasa kostümlü bir adam! Gece sokaklarda kötülerle savaşıyor! Müthiş bence. Batman’in bir farkı da şudur, o da bir süper kahramandır kuşkusuz, ama diğerlerinden farklı olarak onun süper güçleri yoktur. “Yarasa kostümü giyen bir adam geceleri…”)







afiş kötü aslında.
Sanırım ben dünyada yani bildiğimiz dünyada ya da bildiğimiz dünyanın geleceğinde geçen Bilim-Kurguları sevişiyorum. Mesela Blade Runner di mi. Ya da Children Of Men, Dünyaya Düşen Adam, Black Moon yahut Azınlık Raporu. İşte bu filmlerin arasına bugün bir yenisini ilave ediyorum: Gattaca.

Filmin konusunu falan özetleyecek değilim. Ama şu var, dünya tuhaf, olan bitenler tuhaf, bir başarı hikâyesi gibi duruyor bu film, ama en başta bir tür inanç var bu filmde. Bu, insana duyulan bir inanç. Edip Cansever “İnsan sana inanıyorum. Saygılarımla” dediğinde bu filmin dediğine yakın bir şey söylüyordu sanırım.


Burada Vincent’in hikâyesi etrafında şekilleniyor film ama bence asıl adam Jerome. Jude Law öyle güzel oynuyor ki, onun hüznüne kapılıp gidiyorsunuz. Biz de yine, çalışarak, kendini feda ederek bir yere gelen Vincent yerine bütün yeteneğine rağmen kaybetmiş Jerome’un durumuna daha yakın pozisyonda buluyoruz kendimizi. Filmin sonunda Jerome “yıldızlara geri dönerken” Vincent hayatını adadığı uzaya gitme işini başarıyor.


Ben uzay ne lan diyen biri olarak binbir çaba ve emekle uzaya gitmeye çalışan tanrı usulü Vincent yerine, kendini yakarak “evine geri dönen” ve dünyaya ait olmayan Jerome’u kanepeme davet ederdim. Filmin bir atmosferi var ki asıl etkileyicilik de buradan geliyor aslında. Sevgili dostlar, bir filmde bir atmosfer oluşturmak epeyi zordur, bu atmosferi o filmin ruh haline dönüştürmek ise daha da zor bir buzdolabıdır. Andrew Niccol, bir şekilde bunu başarıyor, filme sinen o “umutlu” halin altında düpedüz bir hüzün var. Bu “işte dünya böyle bir yer oldu” hüznü. Bütün politik dalavereleri, bilimin tehlikeli iktidar oyunları ve “yaratılmamış” insanların çabalarının yanında bütün bir film tabiatıyla da bütün bir filmin doğası Jerome’un sesinin yaydığı tınıda hüzünle raks ediyor.



Bizler de bu tip şeylerin olması muhtemel bir dünyada, pencereleri açarak akabinde kapatarak, kanepelerde ve dünyanın başka odalarında, hiç çıkamadığımız kavanozların içinde, fevkalade saçmalıklarla, komik olduğuna inandığımız şeylere gülüp, komik olmadığını düşündüğümüz bazı şeylere üzülerek, yaklaşık 200.000 yıllık bir “öğleden sonra ne olacak” tribinin çok da önemli olmayan genlerini bir sonraki canlıya aktararak, soğuk sular içiyor, yataklarda yatıyor, ellerimizi ve ayaklarımızı hareket ettirerek suda ilerliyor, ve yine hayal kırıklığının getirdiği o çıraklık anında karanlıkta kendimizle güreşiyoruz.

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Urszula Antoniak'a Açık Mektub


Sevgili Urszula

Bir tavsiye üzerine Nothing Personal adlı filmini izlemeye karar verdim.



Açtım Torrent’i, buldum filmini, başladım indirmeye. Varolsun kısa bir sürede indi film, ben de işte, topladım masayı falan, koydum koltuğu ekranın karşısına başladım filmini izlemeye. Aradan yaklaşık dört dakika geçmişti ki, filminin birinci bölümünün ismi ekranda beliriverdi:

Nothing Personal. Bölüm 1 :Yalnızlık.

Bak Urszula, filmi çektiğin yıl 2009 tamam mı? Şimdi allahın ve kitabın varsa da yoksa da söyle, böyle bir dünyada hem de böyle bir yılda herhangi bir filme Bölüm 1 : Yalnızlık diye başlanır mı? Hayır hiç mi Klişe diye bir şey duymadın. Hiç mi orijinal bir kitap okumadın, film izlemedin. Ya da koskoca film setinde biri gelip de demedi mi, “Urszula, Bölüm 1 : Yalnızlık diye filme başlanır mı kızım, Puma belgeseli çek daha iyi” diye.

Şimdi bu film başyapıt olsa ne olur olmasa ne olur. Önyargılı olmayayım, filmi biraz daha izleyeyim, belki Urszula parodi falan yapmıştır dedim bu kez ikinci bölüm başladı : Bir İlişkinin Bitişi.

Kaç yaşında kadınsın Urszula, lise günlüğü mü tutuyorsun, oradan mı alıyorsun bu başlıkları allahını yersen. Bak Urszula, ilginç bir karakter yaratmak için, yollara düşen, ona buna psikopat gibi davranan sonradan da  iyi niyetli olan gerzek bir kızı bulmana hiç gerek yok. Sen kendin yeterince ilginç bir karaktersin bence. Oldukça personal bir film yaparsan mutlaka daha başarılı olursun.


Bu sahne güzeldi aslında ha.



Sen yürürlükte olan kullanımıyla tam bir kadın yönetmensin Urszula. Yani Kadın denilen şey aynen günlük hayatta olduğu gibi basit meseleler üzerinde sorunsallaşmış bir şey senin filmlerinde. Senin de bildiğin gibi depresyonda olan ya da acı çeken bir kız ya sevgilisinden ayrılmıştır ya da sevgili bulamıyordur. Yürürlükte olan Kadın prototipinin bütün özeti budur. Sen de yürürlükte olan ve tamamen “Kadın” bir yönetmen olarak, bu tip şeylerin çok ilginç olduğunu zannediyorsun. 


Sanma ki sana kötü film yaptığın için kızıyorum. Sana çok güzel bir filmi saçma sapan başlıklarla bok ettiğin için kızıyorum. (Bu kısmı filmin tamamını izledikten sonra yazdım)

Stephen Rea


Sen, Urszula,  erkeğe yakıştırılan “yürütücü” rolünün “yürütülen” tarafındaki Kadın rolünü bulup kodlamışsın kendine. Kızdığım şey dönen dümenin farkında olmayışın. Artık sevgili Urszula, Kadın ve Erkek denen şey homojenleşiyor. Ne evin direği, kadının sahibi erkek var ne de kocasını dinleyen ve susan kadın. Bak mesela bizim ülkeye, kadın cinayetleri yüzde bilmem kaç bin arttı. Bunu ne şekilde söylersem söyleyeyim yanlış anlaşılacak biliyorum ama ben bu cinayetlerin olayların akışına baktığımızda gayet olağan şeyler olduğunu düşünüyorum. Özgür siyasetin ancak özgür ilişkiler sayesinde oluşabildiğini dünya 68’de biz ise daha yeni anlıyoruz. Kadınlar özgürleşene kadar bu cinayetler sürecektir. Ama gelişme de sürecektir. Ta ki kadınlar özgürleşene kadar. Ondan sonra da Kadın – Erkek – Eşcinsel ve diğerleri, yani hepimiz, asıl meselenin özgürlük olmadığını anlayacağız.



İşte tüm bunlar olup biterken sen hâlâ “Kadınsı” meseleler ile uğraşarak gayet ilkel bir feminizm modeli uyguluyorsun. Asıl meselenin Erkekteki kadınsılık ve kadındaki erkeksilik ve hepsinin homojenleşmiş bir tanımı olan Eşcinsellik olduğunu göremiyorsun.  Mesela bir Chantal Akerman gibi her türlü cinslerarası pozisyonu aşmış bir “Kadın Yönetmen”i anlayamazsın sen. Ya da Shortbus gibi bir filmin önerdiği ve biraz da mizaha başvurarak önerdiği “Katılımcı Röntgencilik” de anlamlı gelmez sana. Hepsini boşverip, Nothing Personal’de müthiş performans aldığın Stephen Rea’nın harikalar yarattığı Crying Game filmini izle. Belki o zaman daha iyi anlarsın söylemek istediklerimi.


Sonradan Not: Biraz abarttım galiba lan. Bunları filmin ilk 10 dakikasının ardından bir sinirle yazdım. Film fena değil aslında. Ama filmin sonunda bir adet daha “Yalnızlık” bölümü vardı. Tutamadım kendimi. Bu filme bir de Urszula’dan bağımsız bir giriş yapmak şart oldu. Alındıysan pardon Urszula. Ve teşekkürler Ekvador.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Bu Çocuklar Olmadı



Değerli okuyucu, yazıyı okurken alttaki şarkının sana eşlik etmesine izin ver.







Hepinizin bildiği gibi bizler işi gücü olmayan insanlarız. Zaten işimiz gücümüz olsaydı böyle manyak Pumalar gibi ayda 15 – 16 tane yazı yazamazdık.


Şimdi yaz da geldi ya hani. İnsan zannediyor ki, işte bu çocuklar gidecek (nereye?), yüzecek, böyle ayda üç beş yazı girip sezonu atlatacaklar falan. Valla işin açığı ben de bu yaz başında böyle şeyler olacağını zannediyordum. İşte, iş bulur çalışırız, hayat gayemiz için ekmek peşine düşeriz, böyle film ayaklarını falan bırakır hayatın gerçek yüzüyle tanışır, emekle kazanılan paranın değerini biliriz falan filan diye düşüne düşüne yollarda yürümüştüm. 


Ama olmadı. Yani severim sevmenin dertlerini ama bir kere iş bulmaya çalışmak için güne erken başlamak gerekiyordu. Ama Eymirli Denizli’de odun kebapları etkisiyle dörtlere kadar, ben de İzmir’de,  kahvelerin ve katırtırnağı denilen bitkinin acaba nerelerde en çok yetiştiğine dair geliştirdiğim teorik düşüncelerin etkisiyle saat altılara kadar yataklardan kalkamadık.


Sonra dedim madem ekmek peşine düşemiyoruz bari denize gireyim. Kalktık geldik memlekete. Yazlık mazlık varmış ona gittim. Ama bak canını yidiğim okuyucu, neredeyse bir hafta oldu  ayağımı denize sokmuş değilim. Yani çok saçma değil mi yahu. Bir suyun içine girip tuhaf hareketler yapıyorsun, bir ileri bir geri ilerliyorsun. Biz de çok yaptık zamanında ama ne bileyim 25 yaşını geçmiş bir adamın böyle şeyler yapması tuhaf geliyor bana. İşte bu yüzden yazlıkta da oturup yine film olsun kitap olsun başka bir versiyonuyla döküntü İzmir yaşantımızı sürdürüyoruz.

Rük bu. 

Ama dağların oğlu Eymirli bırakmadı ekmeğeni. Benim gibi caymadı, dönmedi yolundan. Gitti paşalar gibi yapmaya başladı stajını. Sabah saatlerinde mayın tarlası oynayan Eymirli öğleden sonra ise arkadaşı Caner’le birlikte Remzi Jöntürk filmleri izleyip doksanların en iyi kadın şarkıcılarını sıralıyor bu aralar. Seneye Samsun’da başlayacağı mühendislik işine şimdiden hazır anlayacağınız.


Eymirli bu (1990 - ...)



Ben de etrafımda sürekli bir şeyler yapan, çalışan, mapusta çalışan, Telekom’da çalışan, dergide çalışan ve dergi çıkaran bu insanları gördüm ve ayna karşısına geçip sordum: Sen niye bir şey yapmıyorsun Rük. Ya git ekmeğeni kovala ya da siktir gir denize gir olum. Bak bu işin sonu, bak bu tembelliğin sonu, bak senin geleceğin, bak böyle gidersen senin sonun…. derken aklıma ne gelsin! Tabii ki Blow Up.

İzlemeyen gitsin atlara su versin


Aslında Blow Up’dan çok, filmin son 10 dakikası geldi aklıma. Hani, adam böyle pandomimciler görüyor tenis kortunda. Tabi ortada ne top var ne de tenis raketi ama pandomimciler güle eğlene oynuyorlar tenislerini. Bizim fotoğrafçı da kimseye kanıtlayamadığı ama gözleriyle gördüğü cinayetin alameti farikasını anlıyor onları izlerken.






Alameti farika şu, sen bir şeyin olduğunu gördüysen o şey gerçekten de olmuş sayılmaz. Mesela topsuz tenis gibi (Ne diyorum acaba). Top yok ama oynuyor adamlar. Tenis oynuyorlar. Aynı şekilde sen de birinin öldüğünü gördün. Ama yok ki öyle bir şey. Eğer bir ağaç devrilirse meselesi yani. O ağacın devrildiğini kimse görmemişse o ağaç devrilmiş sayılır mı? Ne bileyim ben ya.


Antonioni’de bir şey var anca makilerin orada söyleyebilirim.




Not : Gracias Ecuador! Te Amamos! 









Dans Etmeden Önce Üç Fransız Bir Gülümseme



İki yıl kadar önce Köşk’te Rumba’yı gösterdiğimizde salondaki yaklaşık 4 kişilik izleyici topluluğuna Slapstick’ten bahsetmiştim. İnsanı durduk yerde gülümseten Rumba filmini de bu türün Avrupalı bir örneği olarak telaffuz edip sunuşumu tamamlamıştım. Elbette atlanmaması gereken Jacques Tati etkisi de vardı filmde.  Ama bu durum, öyle sanıyorum, o kadar da ilgilendirmiyordu 4 kişiyi.




4 kişilik izleyici neyse de asıl talihsizlik Rumba’nın ülkemizde gösterime girmesiydi. O yılın en az seyirci toplayan filmlerinden biri olarak Rumba ne seyircilerin ne de eleştirmenlerin dikkatini celp edememişti.






Ama şöyle de bir şey var ki Rumba şahane bir filmdi. Bana sorarsanız artık bir filme iyi ya da kötü demek Recaizade Mahmut Ekrem’in bir kitabının Post-Modernizm kapsamında değerlendirilmesi gibi bir şeydir. Artık sanat için önemli olan "fark" ı ortaya koymaktır. Can sıkıcı olan şey süreğen vasatlıktır. Bu vasatlık bir anlamda göstergenin sadece ifade ettiği “iyi” nin bir yanılsamasıdır. Zaten iyi ya da kötü lafları kendi başlarına bir şey ifade etmez. İşaret ettiği noktanın genel geçer bir “anlamı” olmasını sağlar. Anlam moda gibi bir şeydir. Değişmekle zemin bulur ve altı epeyi boştur.



Rumba’yı  Dominique Abel, Fiona Gordon,  Bruno Romy adlı üç Fransız yapmıştı. Filmin başrolünde de bu üç kişi vardı zaten. Hareket kaynaklı komedilerde iki tür problem vardır. Ya hareket çok fazladır ve izleyiciye bir alan bırakılmaz. Ya da hareketin güzergâhı hep espriler üzerinden ilerler ve yine seyirciye bir “gülme” alanı bırakılmaz.




Rumba’nın yaratıcı üçlüsü ise Chaplin’den aldıkları geleneği bir hayli modernleştirerek masalın ritmine uygun sekanslar yaratıyorlar. Bu sekanslar bazen sıfır hareket ile geçiyor. Kameranın durduğu yer bile belirli bir mizah yaratıyor. Bu anlamda Rumba tam anlamıyla bir durum komedisiydi. Kameranın o andaki "durumu" bile bir espri olabiliyordu sonuç olarak. 










Bedensel hareketler üzerinden ilerleyen bu filmleri sevmenin ilk şartı ise karakteri ya da karakterleri sevmektir. Şarlo’yu sevmediğiniz sürece ilk dönem Chaplin filmlerini de sevemezsiniz. Rumba’da da aynı şekilde eğer Fiona ve Dom’u sevemezseniz filmi de sevme şansınız kalmıyor. Ama seyircinin böyle bir lüksü yok sanırım. Çünkü hem Fiona hem de Dom, nasıl derler, sevilmeyecek adamlar değiller.




 
Bruno Romy, Fiona Gordon, Dominique Abel,   


Aynı üçlü geçtiğimiz sene yeni bir film yapmışlar. Adı : La Fée. (Aşk Perisi), Fiona bu kez bir peri rolünde. Geceleri bir otelde resepsiyonist olarak çalışan Dom’un yanına geliyor ve ondan üç tane dilek istiyor. Sonra da olaylar gelişiyor.




(Türkiye'de "Aşk Perisi" diye oynadı! Ne diyeyim?)




Üçlümüz dans kökenli olup, Sinema ile çok yakın bir ilişkide olmadıkları için filmler içinde göze batan uzun sahneler ya da zorlama şeyler bulunabiliyor. Mesela La Fee’nin başında, Dom yaklaşık on kez sandviçini yarıda bırakıp kapı ya da telefona bakmaya gidiyor. İlk dört gidişi komik olsa da sonraki hamleler izleyicide “e yeter anladık” tepkisi yaratabiliyor. Ama işte dedik ya, adamları sevmelisiniz diye. Ne kadar uzatsalar da izlemeye devam ediyorsunuz.








Bu güzel üçlünün ileride ne tür filmler yapacaklarını bilemiyorum. Ama aynı yoldan giderlerse filmik ritmi yakalayacakları ve kendi türlerinde ustalaşacakları kesin. Ama başka bir türe yöneldikleri zaman da gayet iyi işler çıkaracaklarını tahmin etmek zor değil. Yeter ki böyle güzel kalsınlar.


21 Temmuz 2012 Cumartesi

Karanlıktan Önce Anlaşamayanlar İçin: Uyku


AnlatıcıUyuyan kişi saatlerin akışından, yılların ve dünyaların sıralanmasından oluşan halkayla çevrelenmiştir. Yalnızca uyanınca, tekrar açılmış zamanın düzenini seçmek zorunda kaldığında, bu sihirli özgürlük sona erer.


Tahsin: Bütün bunlar bittiğinde ne olacak Sabri bey?


Sabri: (elini tuhaf bir reveransla çenesine doğru götürür) : Bütün bunlar bitmiş olacak Tahsin’ciğim.


Tahsin: Peki ya Neriman hanım? O ne olacak?


Sabri (gülümser) Elbette Buzdolabına geri dönecek muhterem efendim.


Tahsin : Ah Neriman hanımefendi. Hiç oralardan inmedi ki!


Anlatıcı : İnsan bazan Etgar Keret’in Buzdolabının Üstündeki Kız  adlı kitabını düşünüyor.