29 Aralık 2011 Perşembe

Haydi Sevelim Yeni Yıla Sonra Girelim

İlk dönem gösterimlerini geçen hafta yaptığımız Çılgın Pierrot gösterimi ile bitirdik. İlk dönemde 6 film koyduk. Çok acayip bir şey olmadı. Seyirci ortalaması 20-25 gibi bir şey oldu. Şubat sonlarında geri döneceğiz görünüyor.


Tarihe Not: 2011 kötü bir yıldı. Buradan bütün dünya kişilerine sesleniyoruz : Gelin birlik olalım 2011’i bir daha yaşayalım. Ne gerek var 2012’ye? Sonra direk 2013’e geçeriz. Ardından da “ya şu 2012’yi de merak etmiştik ama” diyerek 2013’ün akabinde 2012’ye gireriz. O bitince de benim sevdiğim bir yıl olan 1960’a hızlı bir dönüş yaparız. Birkaç arkadaş var onlara bakıp çıkarız. Büyük başyapıtları ilk kez perdede görme heyecanını yaşarız. Sonra da ver elini İ.Ö. 1279. Bir iki Mısır,Hitit dolaşırız II. Ramses’le mimari faaliyetlere girişiriz. O yıl bitince de hoop diye 2016’ya döneriz. Abdullah Gül’ün başbakan Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olduğu ülkede meclise girer ve bir iki gülüşme ve şakanın ardından Kuzey Kore baharına tanık olmak için Uzakdoğu’ya gideriz. Zaten bu sırada yıl 2017 olur. Japonya’da soykırımı reddetmenin suç sayıldığı bir yasa onaylanır ve Sultanahmet’e dönüp 3-5 Japon ve sırf tipleri benziyor diye Japon zannettiğimiz birkaç Tayvan’lı ve Tayland’lı döveriz.

Ne olduğunu anlamadan yıl 2023 olur.

Kemalisti,İslamcısı,allahcanınıalmaya tipte solcusu ile bir memleket 100. yıl şenliğine girişir. Onlara tanık olurken bir bacağımızı koparıp, gelip geçen halkı taciz ederiz. O da ne derken yıl 2071 olur. Anadolunun kapılarının Türklere açılışının bininci yıldönümünde ,Malazgirt’te, robotlarla temsili bir “anadoluya geliş” hikâyesi canlandırılır. Daha sonra robotlar istiklal marşını hep bir ağızdan söylerken muhalefetteki Chp’li milletvekilleri gözyaşlarını tutamaz. Bu böyle gider ve yıl 3000 olur insanlar,androidler,robotlar ve sasaniler inanılmaz bir çiftleşme hamlesiyle insan türünü 5 kol 3 bacak 7 burun 15 kalçalı bir hale getirirler. Herkes mutludur. İsa dönmemiştir. Ve Fedon bronzlaşmaktan dolayı ölmeyen ilk canlı türü olmuştur.







www.haydiikibinonbiribirdahayaşayalım.com

Pierrot Beni Okula Gönder



Uyku ile okul arasında karşılıklı bir ilişki var. Ya uykudan feragat edip okula gidiyorsunuz ya da okuldan feragat edip uykuya gidiyorsunuz. Bu böyle sürüp gidiyor. Bizim gibi işi gücü olmayan insanlar bir de uykuya dalıp okullarını aksatınca “aa bugün gösterim var” cümlesini kurup başka bir şeye odaklanabiliyorlar. Yani en azından “uyudum-uyandım yine bir şey yapmadım” demeyip “okula gitmedin bari gösterime git” diyebiliyoruz. “Acaba yağmur yağacak mı? Bence yağmaz” tipinden meteorolojik tahminlerde bulunarak da günlük yaşamı sorgulama fırsatını ele geçiriyoruz.


21 Aralık Çarşamba da işte “ Nereye böyle bu işler” ağırlığındaki sorularla sarmalanmış bir gündü. İlk dönemin son gösterimi olan “Çılgın Pierrot”nun başlamasına 1 saat kala kalktım ve giyindim. Köşk’e gitmeye evden başladım.

…………………………………………………………………………………………………..


Godard hâlâ çok acayip. ”Bu nasıl ya” türünden cevapsız soruların eşlik ettiği anlar yaşatıyor insana. Çok kapsamlı,talepkâr filmlerden oluşan bir filmografisi var. Burada Godard üzerine yazdık birkaç şey. Onları tekrar etmenin lüzumu yok. Ama dünyada bizi şaşırtan bir şey kalmadı diye düşünen herkes birkaç Godard filmi izlemelidir bence.






Gösterime gelince. Fazla konuştum. Bir Godard filminin önünde sonunda ucu açık bir yere vardığı bilinen bir şey. O yüzden ne dersek diyelim “olayı” açıklamaya yetmiyor.

Ama yine de,


Bilindiği gibi Godard’ın ilk dönem “kederli filmleri” genel olarak “ölüm” teması etrafında şekillenirler. Godard’a göre ölümle şartlanmış bir hayatta olduğumuza göre yaşamak gereklidir. Çılgın Pierrot da sinemada bir girişimdir. Sinema hayatın bir temsili olarak hayatı teslim alır. Hayatı yaşamak için sinemada olduğu gibi bir “girişimde” bulunmak gereklidir. Bu girişim “Hayatını Yaşama”nın bir yoludur. Godard’ın ilk dönem filmlerinin hemen hepsinde izleyicilere bir “ölüm duygusu” verilir. Ve yine bilindiği gibi bu duygu boşa çıkmaz. ve filmin sonunda ana karakterlerden biri ya da birkaçı ölür. Ama Godard’ın ölüme bile bakışı bir tür “değişik”tir. Ölüm bile ciddiye alınmaz. Karakterler ölümü bile günlük olağan bir şey olarak karşılar ve ehemmiyet vermezler. Mesela Çılgın Pierrot’nun sonunda Ferdinand’ın “tüh be,şanlı bir ölüm olamadı bu” demesi gibi. (Bu ölümü bile ciddiye almama meselesinin tek istisnası Vivre Sa Vie filmidir)



Godard “Önemli olan var olanın farkına varmaktır. Gün boyu bu gerçek unutulur siz evlere ya da kırmızı ışığa bakarken yeniden belirir ve o anda var oluşun duygusuna sahip olursunuz” derken günlük hayatın dışında şekillenen bir yaşam duygusundan söz eder.Günlük hayatta,sözcüklerin,ağaçların ya da sevgililerin yerine bir başkasını koyabilirsiniz, onun temsil şeklini değiştirebilirsiniz ama yaşamı kaldırıp yerine bir başka şey koyamazsınız. Çılgın Pierrot işte bu duygunun filmidir. Ferdinand/Pierrot filmin bir yerinde “artık insanların yaşamlarını,yapıp ettiklerini değil yaşamın kendisini yazacağım” derken bu yaşamın günlük olağan yapıp ettiklerimizin tezahürü olan hayattan başka bir şey olduğunu bilmektedir.






Film boyunca kâh otoyollarda kâh dağda bayırda dolaşan Ferdinand ve Marianne herhangi bir yaşam belirtisi bulamazlar. Ancak filmin sonlarına doğru,uğradığı ihaneti de pek ciddiye almayan Pierrot iskele üzerinde sürekli bir melodi duyduğunu söyleyen bir deliye yaklaştığında “yaşam”a ilişkin birkaç ipucu alır. Sürekli bir melodi duyduğunu söyleyen adama “sen delisin” dedikten sonra bir tekneyle karşı kıyıya geçer ve Marianne ile sevgilisinin hayatlarına son verir. Daha sonra da kafasını dinamitleyerek kendi hayatını nihayete erdirir . Ama o melodi,delinin duyduğu o melodi sürmektedir ve sonsuzdur. Tıpkı Ferdinand’ın ölümle sonlansa da bitmeyen yaşamı gibi. Melodi yaşamda sürmektedir (Ferdinand bunu hayatının son anlarında da olsa “fark-etmiştir) 1965 yapımı bir film 46 yıl sonra bile “düşünebiliyorsa” gerçek ya da imaj fark etmez yaşama karışmıştır. O “melodiyi” duymaya çalışan Ferdinand hayattan yaşama doğru bir çıkış yolu bulmuştur (En azından perdede). Ve hayattan ayrılırken duyduğu rahatlığın ve ciddiyetsizliğin nedeni de budur. “Tüh be şanlı bir ölüm olmadı”




Bunlar tabii ki benim abartılarım ve anlamayı istediğim şekillerim. Seyirciler ise pek çok açıdan yaklaştılar filme. Postmodernizm’den akıl-duygu çatışmasına geniş bir yelpazede tartışıldı film.. Öte yandan filmde “ironiye kaçan bir karamsarlık” olduğu söylendi. Yani filme göre her türlü kalıp,film yapma kalıpları bile bitmiştir ve yönetmen de bu farkındalıkla “ironik” bir “eğlence girişimi”nde bulunmuştur vs.


Bu her taraftan girilebilen yapısıyla Çılgın Pierrot filmi ilk dönemin de kapanış filmi oldu. Hoş oldu.


21 Aralık 2011 Çarşamba

Sovyet Sinemasının Neresinden Başlar Sokurov?

A.K. - Cafer geçen gün bir Rus mecmuasında şöyle bir şey okudum : “Sovyet bize ne bıraktı?” Sonra da uzun uzun cevaplamıştı bu soruyu kendi kendisine soran yazar. Yazısının sonlarına doğru da “Şolohov,Turgenyev,Zoşçenko gibi yazarları çağırıyordu günümüz Rus sanat ve edebiyatına. Sinemaya gelince de “Hemen hemen kırıntı diyeceğimiz,Vertov’un,Tarkovski’nin bir iki kırıntısı diyebileceğimiz şeyler ve hüzünlü kale Sokurov kaldı”diyordu. Bir kere ilk sorum şu : Sen hiç Sokurov filmi izledin mi?


C.S. - Evet,izledim.


A.K -Hangileri mesela?


C.S. -Yani şimdi “şu şu” diye isim saymak saçma olur ama uzun aralıklarla da olsa birkaç filmini izledim Sokurov’un. En son da şu üçlemesini izledim. Hani Lenin’in Hitler’in ve adını hatırlamadığım Japon imparatorunun son günlerini anlattığı üçlemesi. Telets Lenin’i,Solnste o Japon imparatorunu, Moloch da Hitler’i anlatıyordu işte.


A.K. -Anlıyorum. Ama bu kullandığın ses tonu ikimize de yardımcı olmaz. Bunu söylemeliyim.


C.S. - İyi de konuşmuyoruz ki,yazışıyoruz net üzerinden. Ses tonumu nerden biliyorsun?


A.K. – Neyse,tamam. Anlat bakalım o üçlemeyi.


C.S. - Bir kere en başta Telets yani Lenin’in son günlerini anlattığı filmi bana kalırsa Sovyet sonrası Rus sinemasının en önemli filmi…





A.K. -Sen Sovyet sinemasını nerden biliyorsun? Ne izledin?

C.S. - Neden diye soracaksın.


A.K.
- Neden diye sormadın başka bir şey sordum.


C.S.-Çünkü bu film 110 dakikalık bir Sovyet tarihi olma başarısını gösteriyor. Ne belgesele kaçan bir tarih incelemesi ne de olup biten şeylerin bir kurmaca şeklinde gösterildiği bir tarihi-film bu.lenin’in yaşamının son günleri. İşte yıkanmasından tut,yemeğine kadar günlük yapılan ne aktivite varsa onları yaparken izliyoruz Lenin’i. Sadece Lenin’in sarayının içinde geçiyor film. Dışarıda geçen tek sahne ise bir av sahnesi. Lenin evdeyken bu bahsettiğim tarihin de gelişimini izliyoruz. Çünkü tarih senin de bildiğin gibi olup biten değil ancak olan şey bittiğinde incelenebilecek bir şeydir. Godard da Sinema Tarihi yapmaya başlamıştı hatırlarsan. Ona da sormuşlardı Sinema bittimi ki tarihini yapıyorsun diye. O da bir şekilde “evet bitti” cevabını vermişti. Neyse biz bugünden bakınca Lenin sonrası Sovyetlerin ne olduğunu da bildiğimiz için olaylar biraz daha anlamlı geliyor bize. Mesela Stalin’in Lenin’i ziyarete gelmesi. Troçki hakkında konuşmaları vs. Sonraki süreç halihazırda bilindiği için izleyicide tuhaf bir etki bırakıyor. Ama şöyle bir uyarı da yapayım,bu böyle dümdüz ilerleyen,şekilli bir film değil. Sapasağlam bir atmosfer filmi. Görüntü ve sanat yönetimi alabildiğine karanlık,gri ve talepkar. Bazen bir tablo izliyormuş gibi olsanız da Sokurov romantize etmiyor hiçbir şeyi. Bir tür hatırlatma,rüya atmosferinde bir hatırlatma bu film.






A.K. - Ne hatırlatması?,


C.S.- Biraz da şeyden bahsedeyim Sovyet tarihi derken neyi kastettiğimden.


A.K. - Ne hatırlatması diye sordum Cafer?


C.S.- Sovyetler birliği senin de tahmin edebileceğin gibi dünya tarihi açısından bir anomali örneğidir. Bu anomali 82 yıllık bir “deneyim-yaşam” örneğidir.


A.K. - 82? Allah allah.



C.S.- O güne kadar hiç denenmemiş bir şeyi bu Ruslar alıyorlar ve bir deneyelim diyorlar. Sen bu Rusları bilmezsin,batılı tipler gibi değildir bunlar. Yani bir felsefeyi alıp yok onu yapıbozuma uğratalım,yeniden yorumlayalım,teorize edelim falan diye düşünmezler. Daha çok şöyle bir şey yaparlar mesela ,”Hımm Sosyalizm mi? Hadi bunu hayata uygulayalım” evet aynen böyle. Ve yaptılar da. Ama iyi ama kötü yaptılar. Ne kadar sürdü? Kimileri der ki Lenin daha devrimi yaptığı anda sosyalizmi de bitirmişti. Kimileri der ki Lenin ölünce Stalin her şeyi ve her şeyle birlikte Sosyalizmi de mahvetti. Kimileri de iyi-kötü 1990’a kadar sosyalizmin yaşandığını iddia eder. Bunlar tartışılır tabi ama önemli bir durum var o da şu ki “olan” bir şey var bu işte. Olmuş ve yapmış adamlar.



A.K.- Ne yapmış?


C.S. - Sen şimdi tarih derken ne tür bir “tarih”ten bahsettiğimi de merak etmişsindir.


A.K. - Ne diyeyim Cafer. Git atlara su ver.



C.S - Tarih,hakkında fikir sahibi olduğumuz tarih varlığın tarihidir. Varlık varlığa geldiği andan itibaren tartışma başlar. Varlığa gelmek hep görme,görülme yoluyla tasvir edilmiştir. Yani varlık görsel bir altyapı sayesinde vücut bulmuştur. Oysa çoğusu bilmez. Aslında varlığa gelme dediğimiz şey işitseldir.


A.K.- Ne okudun sen bu sıra. Ne bu Schopenhauer mu, Nabi Yağcı mı?


C.S.-Tarih bir oluştur. Ve tüm Oluş’u ancak oluş tamamlandıktan sonra bilebiliriz. Sokurov da sanki 200 yıl önce ölen Alman gibi kendi çağını tüm oluşların tamamlandığı çağ olarak olumluyor. Alman Prusya’nın sonunu tarihin sonuna bağlarken Sokurov da Sovyetlerin sona ermesiyle tarihin tamamlandığını (sanki) söylüyor. Yani Sovyetlerin sona ermesi tarihin tamamlandığının son emaresidir.


A.K.-Kuzey Güney iyi lan aslında


C.S.-Sinema da varlığın kendini gösterme tarzlarından biridir yani fenomendir. Sokurov da bu gösterme tarzını bir “sona erme”ye imliyor. Bir sona erişin varlığa gelmesi. Ama dedim ya işitsel bişey bu. Her ne kadar sırtını görsele dayasa da özünde işitsel bir girişimde bulunuyor. Sezgi yoluyla kazanılan,işitilmez olanı temsil eden,ve işitilmez “için” konuşan bir sinema Sokurov’un yaptığı. Grenli, sanki bir rüyadaymış gibi yarattığı bu atmosfer de “için” konuştuğu,gösterdiği şeyin, temsil edilemez bir fenomen olması, sadece gösterilebilir ama sezilmesi için işitilmesi gereken bir “şey” olması nedeniyledir.Ama bu tarihin bir hareket yasası olması gerekmez mi? Diye soracaksın.


A.K.- Telefondayım. Hegel arıyor. O da seni dikkatle dinliyormuş.


C.S
.- Tarihin hareket yasası yoktur. Diyalektik varlığın varolma tarzının kendisidir Aras.


A.K.- Sakinleş Cafer.


C.S.-Bir de son olarak,Sovyet sanatı baskının altında gelişmiş,ilerlemiş bir sanattır. Özellikle edebiyat üzerinde inanılmaz bir baskı vardı. Bu baskı edebiyat kuramcılarına ,dilbilimcilere kadar uzanmıştı. Birçok isim sürgünde,zindanlarda hayatını kaybetmiş ve sistemli olarak uzaklaştırılmışlardı. Mesela Bahtin’i bilirsin. Adamı Kazakistan’a sürüyorlar. Bir yerden sonra kağıt bulamayıp sigara kağıtlarının üzerine yazmaya başlıyor kitaplarını. Ve en önemli eserlerini de bu dönemde veriyor. 1934-1938 döneminde en önemli eserleri sayılan “Romanda Söylem”,”Epik ve Roman”,”Romanda Zaman ve Kronotop Biçimleri” kitaplarını yazıyor. Ama dedim ya,adam sürgün. Bu aralıkta hastalanıyor da, tek bacağını kesiyorlar,kemik iltihabı (ki çok acayip acı veren,bezdirici bir hastalıkmış) ile vs uğraşıyor. Şimdi böyle Radikal Kitap Biyografisi gibi olmasın,ama böyle yaşamış işte adam. Ve üretmiş. Sen üretim bürosu falan diyordun ya hani?






A.K.- Vay be. Sonunda bana seslendin değil mi Cafer? Yeminle üstümü başımı yoluyordum sinirden. Evet,üretim bürosu falan diyordum. Ne oldu?


C.S.- İşte üretim bürosu olabilmek senin sandığın gibi sadece içkin bişey değildir. Bazen fiziki bir güç de gerektiriyor. Bunu yaşamdan ya da başka bir yerden almalısın. Ama kader buysa (evet bence “üretmek” kaderdir. Bu “kader”i de Demirkubuz’un kullandığı anlamda kullanıyorum. Marx’ın bir “yabancılaşmayı” imleyen “üretim” kavramı ise değerli olmakla birlikte başka bir yazının konusudur) her şeye hazırlıklı olmalısın. Çevreye de,sonuçsuz kalacak bir sürü çabaya da (Bahtin’in başlayıp,çeşitli sebeplerden bitiremediği kitaplarının sayısı senin yaşını geçer), alışılmalı böyle bir süreçte. Sakın ha bunu bir yazar bunalımı,”içine dönen” yaratıcı özne ya da mapusta hayatı çürüyen şair-edebiyatçı tribiyle karıştırma. Hiçbir şey yazmadan da,ortalıkta görünmeden de,öldükten sonra da devam eder bu üretim süreci. Bir düşünce kendi varlığıyla yaşamını sürdürür. Nasıl ki bir sürü ölmüş sinemacının,edebiyatçının yapıtları hâlâ düşünmeye devam ediyorsa hiçbir sonuca ulaşmasa da “çaba” bir varlık olarak düşüncede sürecektir.


A.K..- Peki bunu Sokurov’a, Boğa (Telets)’ya nasıl bağlayacaksın bakalım? Çağırdım çoluk çocuk,börtü böcek,ırmak,ağaç hep birlikte kanepede elma soyarak bekliyoruz. Hadi bağla?



C.S.- Ha. Şimdi. O şöyle. Bu Bahtin’in bahsettiğim dönemi Sovyet politik tarihinde Stalin dönemine denk geliyor. Filmde Lenin’in ziyaretine gelen Stalin’den bahsetmiştim hatırlarsan. Stalin’in tepeden inme “devrimi”nin bir parçası olan ve “kültürel devrim” diye bilinen süreç işte hem bu Bahtin’in sıkıntılarının doruğa ulaştığı hem de Sovyet “entelektüel” camiasının pasifize edildiği bir dönemdir. Filmin bu ziyaret bölümünde seyirci yavaş yavaş kendini Lenin’e daha yakın hissetmeye başlıyor. Filmin görüntü ve sanat yönetimi ise daha da karanlıklaşıyor. Lenin’in yüzüne yapılan yakın çekimlerin sayısı da bu sahneden itibaren artıyor. İnanılmaz bir hüzün var Lenin’in suratında. Şimdi klişe olacak ama sanki bütün bu olacakların farkında olan birinin hüznü bu. Sanki hayatını adadığı şeyin bir başarıya ulaşamadığını gören bir adamın hüznü. Ve Sokurov da bu “yanlış” tarihten Lenin’i ayıklıyor gibi. Sonradan neredeyse kurucularına yönelik bir ihanete dönüşen Sovyet rejiminin o hayati kırılma anında Lenin ölümüyle gelecek “olanlar”dan yırtarken Stalin olağanca sekülerliği ve canlılığıyla bir ihanetin sembolüne dönüşüyor.






A.K.- Bu kadar mı?

C.S.- Şimdilik evet. Genç Bakış başladı. Ona bir bakmam lazım. Biliyorsun.

A.K.- Biliyorum Cafer. O halde Mutlu Geceler sana.

C.S.-Bay bay.


16 Aralık 2011 Cuma

Acaba Petzold da Barbunya Yiyor mu?

14 aralık Çarşamba. Jerichow. Her şey olmadı.

Petzold’u ya ben çok abartıyorum ya da olan şeyler bana bunu gösteriyor.


Film izlerken insanların nasıl şeyler beklediğini bilmemiz olanaksız. Ama en azından bu film için,üzerinden,bir yerinden gerçekten bir şeyler söylebenilirdi.


4 yıl önce İstanbul Goethe Enstitüsü’nün yaptığı retrospektif dışında (öyle sanıyorum) ilk kez bir Petzold filmi seyircinin karşısına çıktı. Bu da çok önemli değil. Ama yeni bir yönetmen tanıtmaya yönelik hamlemiz kesin bir başarısızlıkla sonuçlandı.





Filmden bir şey çıkaramayanlar,film içinde Ali karakterinin ne tür ticari bağlantıları olduğunu merak edenler ve bir şey söylemeyenler vardı salonda. Yine Ali’nin durumunun saplantı mı,aşk mı olduğu, karakterlerin bencil olup olmadığı vs de konuşuldu.



Ve bu kadar. Ben daha çok Petzold sinemasında olup bitenlerden ve Jerichow’un da bu olup bitenlerden önemli bir parça olduğundan bahsetmeye çalııştım ama olmadı. Bir yere varamadık.






İkinci dönem gösterimler sürecek görünüyor. Ben daha da şahane bir mağlubiyetler olsun diye bir ayın tamamını Petzold filmlerine ayırmayı düşündüm. Umarım yaparız bunu.



Bir de artık filmleri Egeli Kültür (ismine aldanmayın,içi bomboş) de tanıtmayanlara iki çift lafım var :Soğan Halkaları.


İlk dönem gösterimleri haftaya Godard’ın her şey üzerine saçmasapan bir başyapıtı olan Çılgın Pierrot ile sona erecek. Hoş ve salon terk ettirmeceli bir kapanış olabilir.


Christian Petzold’a ise bir mektup yazdım:


Sevgili Christian,

Mutlu geceler. Geçen gün kampüste senin bir filmini gösterdik: Bir sonuca ulaşamadık. Sana Genç Bakışlar diliyorum.

Hoşça kal.
(Almancadan çeviren: P.G.Ö)
…………………………………………………………………………………………


2011’i güzel hatırlayacak olan herkesi merakla kucaklıyorum. Emin olun 2010’da olduğu gibi 2012 de sizler için hep güzel bir yıl olarak hatırlanacak. Tıpkı 2013 2014 2015 ve sonraki yıllar gibi. Siz hep güzel hatırlayacaksınız. Aferin size. Biz 13 aylı yıllara devamlılık göstermeyi planlıyoruz.



14 Aralık 2011 Çarşamba

Bütün Olanlar Böyle

Bir de şöyle bir şey var. Eskiden (ama çok eskiden) bu mağara duvarlarına çizilen resimler bence bir gergedan tuhaflığına denk gelen türden acayipliklere yol açıyor. Şöyle ki, ben bu resimleri günümüzün birçok sanatsal aktivitesinden çok daha yenilikçi ve yaratıcı buluntuluyorum.


Mesela uzağa gitmeden şöyle ege kıyılarına doğru ilerlersek Anadolu’nun ilk Prehistorik kaya resimleriyle karşılaşıyoruz. Ama bunlar çok acayip. İzmir’in 150 km güneyinde Latmos (günümüzde Beşparmak dağları denmektedir) dağlarının eteklerinde çeşitli kayaların üzerinde ya da mağaraların içlerinde bazı resimler bulundu. Bu resimlerden bazılarını paylaşayım da anlatmaya çalıştığım şey biraz daha açıklığa kavuşsun.








İşte bu resimlerde belirli şeyler tasvir edilmiş. Ama Kadın-Erkek çiftleri olsun. Tanrı betimleri olsun. Herhangi bir “özel” uygulamaya maruz kalmamış. İlkel deyip geçmek çok kolay. Ama çizgilerin birbiriyle alakasızlığı ve her açıdan düzensizliği bir “tanımlama” öncesi durumla karşı karşıya olduğumuzu açıkça gösterir.


Ne Kadın ne Erkek ne Tanrı ne de Hayvan daha tanımlanmamış .(Bu felsefenin Moral İnsan dediği şeyin tam tersidir. Henüz bir varlık olarak ya da tür olarak tanımlanmamış bir insan ve onun yaptığı sanatsal hareketlerden bahsediyoruz) Hepsi birbirine karışmış bir düzensizlik içinde. Perspektif sıfır. Bakış dediğimiz şeyde tamamen bir saflık var. Çizgiler var, sadece çizgiler. Her insan ya da tanrı bir çizgi sadece. Günümüzde sanatın ve dolayısıyla sinemanın kaybettiği şeyin işte bu “bakıştaki saflık” diyebileceğimiz şey olduğunu düşünüyorum.


Bakış sadece tanımlamaya dönüştüğünde bir noktada “arzu nesnesini de kaybetti” nasıl ki cinsellik bir eksiklik olarak yorumlandığında arzu hakiki nesnesini kaybettiyse sanat da “tanımlar” üzerinde harekete geçince arzu nesnesini kaybetti. (Çizgiler büyüdü de büyüdü. O büyük boyutlu resimlerde,mimaride“ihtişamın” sadece bir parçası haline geldi. Çizginin işlevselleşmesi acı verici bir durumdur güzelim Cafer.) Geriye de “hüzün kaldı” ama bu hüznün melankoliden farkı var. Çünkü burada bir “kaybedişi” (bu öyle Kaybedenler Kulübü türünden beatnik-ergen kaybedişi değildir canım Cafer.) imleyen bir hüzünden bahsediyoruz.



Bu kaybedişin farkında olan (“Fark eden” Fark-etmek üzerine de yazmıştık bir şeyler) Bir sürü insan var ya da ben izleyince,dinleyince falan öyle düşünüyorum. Bir Bresson filminde mesela bu “yitip giden şey” hüznünü rahatlıkla görebilirsiniz. Kaybolan şey bazen masumiyettir bazen de masumiyetin sadece tanımlanmış şekli. Ya da bir müzik parçasında o “kaybolanın” çizgisini yakalayabilirsiniz. Zbigniew Preisner mesela ya da ben kendi adıma çok daha aktüel bir örnek olarak Sakin grubunu verebilirim. Ya da birkaç dizede :



“Bugün Pazar kendimi selâmlıyorum
Ve sanki kendimi tekrarlıyorum durmadan
İşte bir sarmaşığın son yaprağı gibi
Güneşe, öyle birden ki güneşe
Bir erkek,bir dişi olduğum zaman.”



Sanat kaybolandan geriye kalandır desek fazla klişe olur sanırım. Ama maalesef öyledir. Klişeden bile üzücü ve kötü olan ise, kaybolanı fark-etme yetimizin bile neredeyse sona erdiğidir, kardeşim Cafer.



Mutlu geceler.

12 Aralık 2011 Pazartesi

Annie Hall Gösteriminden Cafer'e Mektub

Kardeşim Cafer,


Bugün günlerden Çarşamba. İnsanlar yine var dünyada. Bazıları yürüyor. Bazıları duruyor.


İnsanın 13 aylı yılları var. Bu yıllar uzun sürermiş.





Sinema dergisi geçen ay özel bir ek yapmış. İşte seyirciye göre Türk sinema tarihinin en iyi 100 filmi nedir onu sormuşlar. Bunu da bir kitap gibi basıp ben diyeyim 20 öbürküsü desin 25 tl’ye satıyorlar. Kitapçıda karıştırdım biraz bu kitap-eki. Bir kere içinde sıfır emek var. Ben burdan anket yapsam alıp onları bir yere bassam muhtemelen yine benzer sonuçlara ulaşılırdı. Yani araştırmacı bilmem ne durumları falan kesinlikle yok. Neden bu filmler seçilmiş? Hangi sosyal tabandan hangi film daha çok oy almış? YOK. Hayatında kaç tane film izlemiş,kaç tane yönetmen tanımış bu oy verenler? O da YOK. “İnternetten yap anketi bas dergiye sat 20’ye” döngüsü. Ticaret döngüsü. Allah sizi ne etsin döngüsü. Neyse. Şaşırtıcı sonuç var mı? Elbette yok kardeşim Cafer. Birinci Eşkıya ikinci Selvi Boylum Al Yazmalım olmuş. İlk 10 içinde Masumiyet var hatırladıklarımdan. Ve ve ve Ağır Roman!




Hakaretamiz olmadan nasıl söylenir bilmiyorum ama Ağır Roman’ı en iyi 10 Türk Filmi arasına sokan zihniyet Tanzimat’tan sonra memleketimizde ne kültürel ne de sanatsal herhangi bir gelişme olmadığının göstergesidir. Sıradan bir romanın ucuz,sahte,beş para etmez bir uyarlaması. Mustafa Altıoklar denen burjuva kolej çocuğu gidiyor Kolera’ya 2 ayda çekiyor filmi. Hatta oyuncu kadrosunda yer alan Serra Yılmaz “çoluk çocuk bunlar,film de hiç umurunda değil Mustafa’nın,maksat “aha film yaptım” demek” diyerek ayrılmış filmden. Galatasaray Lisesi mezunu olduğu için bütün kültürel tarihin sahibi bir bilge gibi davranan,çene ishalinden muzdarip,kemalist,anarşik Okan Bayülgen büyük ihtimalle hayatında ilk kez gittiği o sokaklarda “incelikli hayta” ayaklarına 17 yaşında bir çocuğu oynuyor 36 yaşında olduğuna hiç aldırmadan. Konuşmaları muhallebi çocuğu kıvamında kibar Salih karakteri Bayülgen’in elinde can verirken,kurgu yerlerde,senaryo çöplerde sürünüyor.




Ve bu film, kardeşim Cafer, seyircinin seçtiği en iyi 10 Türk filminden biri oluyor. Sen bu seyirciye güvenip ne yapacaksın. Godard koyduk Petzold koyduk ayakları yapıyoruz ya biz. E ulan koyuyosun da bana mı koyuyosun birader. 1500 kişi gelse ne olacak o filmlere. Memleketin gerçeği Ağır Roman . Bıçak kemiğe dayandığında “yemişim seyirciyi”de diyoruz ama sonuçta onlar gelince başlıyor film. Aslında şov lan bunların hepsi. Valla bak. Şov yapıyoz. Aha biz bu filmleri biliyoruz,şöyle filmler bunlar,bakış açısı,imaj,kavram yaratımı falan filan şov işte hepsi. Evde kendi kendine anlatsan sapık olursun. Oraya adam gelince ehim ehim anlatıyoruz işte. Bu yazılar da öyle. Şov işte. Kitabı da,şiiri de,filmi de,heykeli de,şov, şov, şov. Ama niye? İşte onu ben de bilmiyorum. Eskiden olsa “kızlar için” falan derdik ama yok o da değil. Kızın ne işi var zaten Godard gösteriminde. Onlar Mötbe’de Genco Erkal falan izlerler o sırada. E olay ne o zaman. Paylaşım desen bir bok paylaştığımız da yok. Anlatıp duruyoruz. Sonra onlar da anlatıyor bişeyler. Sonra da dağıl kaptan. Dışarıdan bakınca saçma sapan şeyler yaptığımızı anlıyorum. Ama araya şöyle hayati bir durum giriyor ki yaptığımız her şeye böyle baktığımızda, zaten her şeyin de saçma sapan olduğunu görüyoruz. Yemek,içmek,işemek,yürümek, 70 kişi bir odaya girip yaklaşık 2 saat boyunca bir şey anlatan birini dinlemek,arabaya binmek,metroya binmek,ata binmek,paraşüte binmek… Hepsi kardeşim Cafer,hepsi saçma sapan değil mi. Evet öyle. Ölmeyi bile başaramadığın için seyretmeye devam ediyorsun. Sonuç da bu oluyor haliyle. Gösterimleri bitirdin diyelim, yemeyi,içmeyi,işemeyi,doğurmayı,ayakkabı bağlamayı durdurabilecek misin. Aha bak bunu durdurursun (Soru işaretim bile yok artık. Öyle soruyorum bu tip soruları,anlıyorsun değil mi Cafer).






Hegel demiş ya “Varlık, var olmayan ise varlık olmayan, var’dır. Çünkü varlık, var olmayan var’dır.” Böylece anlıyoruz ki varlık, var olmak için varlık olmayanı olumsuzlamalı ya da başka bir deyişle değillemelidir. Sonuç olarak “varlık, olmayan var’”dır. Ya da kesin bir sonuç olarak varlık, yoktur ve bütün hikâye varlığın var olma hikâyesidir. Varlığın hikâyesi ise varoluşun,oluşun hikâyesidir. Hegel’de tarih de,oluşun kendisidir ,varoluşun kendisi insanın tüm hikâyesidir,tarihidir. Bu sinemaya,bu ülkeye,bunların hepsine baktığımızda Hegel’e az da olsa hak verebiliriz. Ama daha da kötüsü Hegel öleli neredeyse 200 yıl oldu ama biz bu memlekette hâlâ daha var olamadık. Hikâyemizi,kendimizi gerçekleştiremedik. Bu hüznün tarifi ancak Jean Seberg’in yüzü ile yapılabilir. Aç seyret Cafer : “Günaydın Hüzün”. Jean Seberg seyret. Başka da yapacak bir şey yok.











Estetik üzerine bir kitap yazıyorum,kardeşim Cafer. Toplamda 1700 sayfa olacak. Alıcam Stoacılardan gelicem buraya kadar. Bu estetik denen şeyi (pek şaşırmayacaksın bu işe) Baumgarten diye bir Alman ortaya atmıştı 1750 yılında. O yıllarda ben de o civardaydım alıp okumuştum bu adamın Aesthetica denen kitabını. Başta anlamamıştım ama sonraki yıllarda beliren gelişmeler Modernizm sonrası her şeyin aslında Estetik bir durum olduğunu gösterdi. Gösterdi çünkü estetiğin tehlikesi hemen fark edildi (iktidarlar demeyeceğim) “güçler” tarafından. Olup biten her şeyi insanların kişisel deneyimine,öznel görüşlerine bırakmak olacak şey değildi. Yasalar koyan bir akla (ah Kant ah) ihtiyaç vardı. Beğeniler herkesin keyfine bırakılamazdı. Zira “Güçler” (yine iktidar demeyeceğim) kendi amaçları için “duyulur” olan hayatı hesaba katma gereği duyar.,çünkü bu hayatı anlamaksızın hiçbir tahakküm güvenilir olamaz. Böylece “duygular ve duyumlar” dünyası kesinlikle “öznel olan”a bırakılmayıp bizzat aklın kendisinin “görkemli” kavrayış gücü içine sokulmuştur. Bir sürü filozof, kuramcı bir estetik kitabı yazmıştır Cafer’im ama 1750’de Baumgarten’ın dediği “estetik” günlük yaşamın amentüsü olmuştur. Enformasyona sokulan bu “estetik” kavramı hâlâ daha küfredip durduğumuz filmlere,kitaplara,şiirlere bir savunma menzili oluşturmuştur. Şöyle bir şey “ Aklım var,kendi beğenim de var ve ben bunu beğeniyorum” . E ama şeker kardeşim sana sunulanın ilk olarak bir “estetik süzgeç”ten geçtiğini ve o süzgeci elinde tutan bir “gücün” olduğunu,o güç onu senin önüne koydu diye beğenmesen de yemek zorunda olduğunu anlamıyor musun? O aklın sende olduğunu kim icat etti de soktu kafana? O akılla nereye kadar düşünebileceğini ya da düşünce konusunda ilerleyebilmen için önüne nelerin kim tarafından konulduğunu biliyor musun? O önüne konanlarla gidebileceğin yerin sınırını (düşüncede bile) kim belirliyor,onu biliyor musun? Ve sonuç olarak o kendine ait sandığın estetiğin bile nasıl zihnine gelip yerleştiğini (benim düşüncem benim estetiğim deme döverim akabinde gülerim) düşünmüyor musun? Ha? (Bunlar kaymaklı soru işaretleri) Lenin adlı kuzenim ölümüne yakın şöyle bir şey demişti “Etik geleceğin estetiğidir” Ha? .Ha Cafer ha. Bunun üzerine biraz düşünelim istersen. Ha.





Gösterime gelince,gösterim iyiydi,hoştu. Herkes oldu. Herkes önce oturdu sonra kalktı. Vardı bu herkes. Ben de vardım. Hepimiz Hegel ile ilintili olarak var’dık. “İyi ki varsın ,iyi ki yokum” kardeşim Cafer.



Mutlu geceler.

6 Aralık 2011 Salı

Senin Mauvais Sang Dediğin Al Ekmeğen Arasına Sür Değil mi Rimbaud?

30 kasım Çarşamba hepimiz için değerli bir günün yıldönümüdür. Bildiğiniz gibi bu tarihte Kafkaslardan Doğu Anadolu ve civarı torpaklarına akınlar halinde gelen İndoaryan kavimler Coğrafyanın çehresini değiştirmiş ve bambaşka bir kültür dağılımına neden olmuşlardır. Sonradan Kuzeybatı İran taraflarında Medler,Persler,Sasaniler,Anadolu’da ise Hititler,Frigler haline gelecek bu insan toplulukları bin yıllık bir süreçte coğrafyaya yayılmışlardı. Kafkas kapılarının İndoaryanlara açıldığı bu önemli günü Ege Üniversitesi Kütüphanesi’nın arka bahçesinde 3-5 Hititli,1 Sasani ve 2 Asuri ile çay içip,kültürel halk dansımız Baduka’yı (iki elin yavaşça havaya kaldırılıp, sakince bir sağ ve sol kalça hareketiyle başlayan bu dans, sonlara doğru zıplama ve hoplama ayinleriyle son bulur. Maalesef günümüzde neredeyse hiç yapılmamaktadır) icra ederek kutladık. Mauvais Sang gösterimine gitmem gerektiği için kutlamadan erken ayrılmak durumundaydım. Zıplarken yere düşen anahtar ve bozuk paralarımı yerden topladım ve arkadaşlarla vedalaşarak Köşk’e doğru yürümeye başladım.


Köşk’te Ender’i mandalina ve ayva yerken buldum. Saat 17:10 olmuştu. Filmi takıp denedim. Problem derecesi sıfırdı. Bu güvenle mutfağa inip kahve yaptım. Bir kaşık kahve. Yarım kaşık kahve kreması. 3 şeker. Ve 100 ml. sıcak suyu ne kadar tuhaf olduğuna hiç aldırmadan karıştırmaya başladım. Günlük hayatta öylesine yapılan şeyler ne komik yahu. Düşünsene ayakkabı giyiyorsun. Ayakkabı ya. Oturup bağlıyorsun onu bir de. Yürürken basıyorsun. Medeniyet kahkaha üzerinden vuku bulmuştur. Neyse. Kahvemi alıp yeniden salona çıktım. Saat 17:19 olmuştu. Ama bir (1) kişi bile yok. (Bak hakkatten diyorum Cafer “YOK) Aklıma Beşiktaş Milangaz – Olin Edirne basketbol maçının ardından Beşiktaş Milangaz antrenörü Ergin Ataman’ın yaptığı “seyircinin bizi terk etmesi endişe verici” açıklaması geldi. Keşke dedim. Keşke bir seyirci topluluğu olsa ve bir şeyi (mesela bizim gösterimleri) terk ederek acayip bir eyleme girişse. Düşünün ya. Bir grup insan karar veriyor ve diyor ki “50. yıl köşkü film gösterimlerini terk ediyoruz” Ne acayip olurdu, ne hoş.







Dünyevi şeylerin allahallahlığına bir örnek teşkil etsin diye olsa gerek 10 dakikada 28 kişi geldi salona. Neyse. Seyirci muhabbeti yapmamak lazım aslında. Şu kadar seyirci geliyor demek ya “vay be” denmesi gereken övünç kaynağı ya da “yetmez ya yetmez” denmesi gereken bir üzülme repliği olduğu için bu konuyu buradan şu şekilde kapatıyoruz. İşte bakın şu şekilde. Gördünüz mü. 17:30’da sunuma başladım. Mauvais Sang dedim. Rimbaud’nun Cehennemde Bir Mevsim kitabında böyle bir bölüm var dedim. Leos Carax yönetmen dedim (İyidir de dedim). Aşık olmadan sevişen insanlara bulaşan bir virüs var bu virüse de panzehir üreten tek bir şirket var ama o şirket sadece kendine saklıyor panzehiri kimseye vermiyor Alex işte o panzehiri çalmaya çalışacak Anna’ya inim inim aşık olacak Halley yıldızı dünyaya yaklaştığı için hava filmde çok sıcak olacak dedim de dedim.







Sonra filme geçtik tam 1 saat 52 dakika boyunca. Ben bu süre içinde kâh salonda filmi izledim, kâh Ender’le dünyanın en zor yenilen meyvelerini ve Tony Gatlif filmlerini tartıştım,kâh Rohmer gösterimi üzerine bir önceki hafta konuştuğumuz şeyleri blog’a yazdım. İzleyiciler ise bu süre boyunca salondan çıkmayıp sabit gözlerle bir yere doğru baktılar. Bu da çok acayip. Bakmak yani. Bakmak denen şey olmasa ne mimari olurdu ne sinema ne de sanattrak şeyler. Ve yine kahkaha tarihi bir yerde bakmakla başlar. Bakmanın arkeolojisi (Arkolok kimliğimle söylemem gerekirse) mağara resimlerinden tutun, “bence çadırı şu şekilde kuralım” diye düşünen Alt Paleolitik çağ insanına kadar götürülebilir. Mesela dört ayak üzerinde yaşamını sürdürürken, önayaklarını havaya kaldırmaya karar vermeden önce, ilk insan türü kafasını kaldırıp nereye bakmıştı? Büyük ihtimalle ağaçtaki bir meyveye ya da ilginç bulduğu herhangi bir şeye. Ama o önayakların kalkması demek her şeyin başlaması demek sevgili Cafer. Bir bakış nereye getirdi bak hepimizi. Evet o önayaklar yukarıya kalktı,bununla birlikte sanat da başladı,kültür de başladı,acı da başladı. Toprak yersizyurtsuzlaşınca, dört ayağıyla toprağa bağlı olan insan iki ayağa geçiş yapınca, bu toprağa bağlılık sadece “işte toprağa basıyorum”a dönüştü. Anlıyor musun durumun vehametini Cafer? (Rousseau demişti galiba “Depremler yüzbinlerce insanın ölümüne neden olduysa bu ne doğanın ya da tanrının bir cezası ne de ancak ilerlemeyle – özellikle teknik ve bilimsel ilerlemeyle- baş edilebilecek bir beladır. Vahşiler gibi yapıp yüksek evlerde oturmasalardı bunlar başlarına gelmezdi”) Hareketli bir yurtluk olduk bundan işte her şey. Her neyse. Bu bakmaklar (“Bakmalar Denizi”) milyonlarca olduğu için de acı milyonlarca bakmak ve hiç hakikat olduğunu (ya da hakikatin kaybolduğunu) anlamakla başlar. Ve sonrası Kaf’ın dediği “Anlamaya başlamanın ilk belirtisi ölme isteğidir” noktasına gelebilir. Ve sevgili okuyucu sen de kesinkes bilirsin ki bir sürü sanat eserinin kaynağı tam da bu temel ölüm arzusudur ve dolayısıyla korkusudur.


Film üzerine ise daha çok biçimsel şeyler söylendi. İşte sanat yönetimi iyi. Görüntü yönetimi iyi. Çekimler iyi. Açıkçası bunların üzerine söylenecek pek bir şey de yoktu zira allahcanınıalmasın Leos Carax içeriği bir bahane haline getirip alabildiğine güzel görüntüleri art arda sıralamaktan başka bir şey yapmıyordu zaten. Ama bunu böyle söyleyince filmin müthişliği şey altına gitmiş olmasın sakın. Film Fransızların da deyimiyle fevkalade idi. İşte bu fevkalade film ve gösterimin ardından bir apartmanın en alt katından sadece bunları söyleyebilirim.


Mutlu geceler.

30 Kasım 2011 Çarşamba

Öğleden Sonra Aşk Gösteriminde Yapı mı Söktük ki Rohmer Şöylesine ve Böylesine Pek Sevildi.

Sınav dönemi (vize dönemi diyenler de var ama katılmıyorum buna) benim destek verdiğim bir zaman alanıdır. Zira bu mevsimde gösterime gelen insan kitlesinin yaş ortalaması on – on beş yaş yükseliyor. Öğleden Sonra Aşk bu seyirci kitlesi için tam isabet bir film oldu.




197 sayfa aralıksız şiir yapan bir tanıdığım var. Üstelik kitaplaştı da bu 197 sayfa. Garip şey. Biz bu tanıdıkla bir gün aynı evde de kaldıydık. Sürekli bir kadından bahsediyordu. Sonra da “hepsini yazmalıyım. Yazmak. Yazmak. Bunu yapmalıyım” diyordu. Manyaktı herhalde Sabah erkenden uyanmış evde dolaşıyordu. “Yazmam lazım. Yazmam lazım” Onu hatırlıyorum şimdi. Ben de bir sürü şey yazmalıyım buraya. Mesela gösterimde bulunun amca ve teyzelerin filmin sonunda yaptıkları müthiş yorumlar. “Ben islamdan yola çıkarak bakınca” ya da “Kadın olsaydı da eşine sahip çıksaydı” “Çokeşlilik doğal bir şey.” “Çokeşlilik doğal bir şey değil.” vs gibi şeyleri işte. Ama yok meselem o değil. Ben olayın biraz daha acayip bir yönü olduğunu düşünüyorum.





Gösterimin daha en başında yaptığım sunumla aslında farkında olmadan insanların filmi belirli bir bakış açısıyla izlemesine neden oldum. Bu iyi olmadı. Filmin sonunda yaptığımız konuşmalarda da filmdeki erkek karakterin eşini aldatmamasıyla “ahlaki” mi yoksa “ahlaki olmayan” bir davranış mı sergilediğini tartışıp durduk. İşte olayın acayipleştiği nokta da burası oldu. Herkes kişisel yaşam deneyimiyle filmi yorumlamaya başladı. Örneğin bir hanımefendi filmle ilgili “ben yönetmenin dini bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum” deyiverdi. Ve bunun da kendi inancından yola çıkarak yapmış olduğu bir tespit olduğunu belirtti. Başka bir beyefendi de ahlakın toplumun dayattığı bir şey olduğundan ve filmdeki erkek karakterin de toplumun yanlış olarak kabul etmesi nedeniyle eşini aldatmadığı varsayımından ilerleyerek konuyu başka yerlere götürdü. İşte o noktada çok alakasız şekilde Godard’ın “Filmi iade etmek” dediği şey aklıma geldi. İzleyiciler farkında olmadan bir tür üretici özneye (bu üretici özne durumu biraz ütopik bir şey tabi. Burada sadece “filmi yorumlarken fikir üreten” bir özne topluluğundan bahsediyorum) dönüşüyorlar ve kendi deneyimlerini izledikleri şeyin bir parçası haline getirerek yorumluyorlar. Bu da süreksiz bir üretime yol açıyor. Ha ortaya çıkan şeyler gerçekten gerekli ve bundan sonraki tarihe kalacak şeyler değil elbette ama olan bir şey var ve her özne bir noktada bunun bir parçası haline dönüşüyor. Her sandalyeden ama iyi ama kötü bir tekil düşünce fırlıyor. Bu aslında nerden bakarsak bakalım Postmodernizm denen şeyin ta kendisi. Herkesin farklı olduğu ve herkesin bu yüzden farklı bir bakış açısı olduğu Postmodernizm’in devamlı kurulan cümlelerinden biridir. Bu bakış açıları kavramı elbette büyük bir öneme sahip. Bizim deneyimlediğimiz şey de bu “derin” kavramın su yüzünde görünen kısmı.




Yeni bir şey ortaya çıktı mı diye sorarsanız cevabım hayır olur tabi. Ama sadece bizim gösterimlerde değil dünyadaki herhangi bir kültür olayında “yeni”yi pek göremiyoruz zaten. Zira az önce andığım bakış açısı kavramının sonu çok daha çetrefilli bir yere bağlanır. Evet herkesin bakış açısı farklıdır. Örneğin bizim izlediğimiz Öğleden Sonra Aşk filminde Yönetmen Rohmer’in bakış açısıyla filmden 37 yıl sonra bir salonda o filmi izleyen insanların bakış açısı aynı olamaz. Ve iyi bir yönetmen de bunun farkında olduğu için her izlenişinde farklı bir bakış açısıyla görebilecek ya da alabildiğine fazla bakış açısıyla değerlendirilebilecek bir evren kurmaya çalışır.



İzlediğimiz filmde Rohmer bunu gayet iyi başarıyordu. Ama yönetmenin ve izleyicinin bakış açısı farklı olmak zorunda olduğu için yeni’yi sezmek zorlaşır. Bu noktada bir basamak daha yükselerek bir sürü farklı bakış açısının üstünde bir “fark etmek” kavramı olduğunu sezeriz. Bu fark ediş bir sürü farklı bakış açısının olduğunu,bir bakış açıları topluluğu olduğunu fark ediştir. “Ve hiçbir zaman ulaşılamayacak olan hakikate yöneltilen,atılan bir sürü bakış” içinden“yeni” olanı bulup çıkarmayı sağlayan “fark-ediş”tir.






Bu fark-ediş’in oluşması ise birikime bağlı bir süreçtir. Bir Hollandalı üçüncü tür bilgiye (bu bilginin içinde “yeni”yi fark etmek de mevcuttur şüphesiz) ulaşmanın yolunun olabildiğince fazla şey hakkında bilgi ve fikir sahibi olmaktan geçtiğini söyler. Bu bir sürü şeyin içinde bir sürü bakış açısı olduğunu da belirtmeye gerek yok sanırım. Bütün şeylerin bakış açısı sonuç olarak nereye mi varır? Bunu bilmek kolay değil. Ama en azından bütün bakış açılarının temel güdü olan arzudan beslendiğini varsayarsak (ve arzunun sonsuz bir şey olduğunu hatırlarsak) bir sonsuzluk düşüncesine varırız. Sonsuz olan yaşamdır. Ölümün bir sınır olduğu hayattan farklı olarak yaşam başı ve sonu belirsiz sonsuz bir durumdur. Anlık hamlelerle hayatın içine sızar ama sadece “an”dır bunlar. Bir filmden bir an. Bir karşılaşmadan bir an. An sürer ve yaşama karışır. Yaşam da sonsuz olduğuna göre bir “an”ı oluşturmak dolayısıyla bir yaşam oluşturmak düşüncede yeni alanlar açmayı gerektirir. Sinema işte bu yüzden yaşamla şartlanmıştır. Bir filmin yaşama karışması için bir sürü bakış açısı ile donanımlanmış olması şarttır. Sonraki süreç ise bir filmin içindeki yaşamı fark etmektir. Bu da seyircinin filme katılımını ve uzun süreçte üretici bir özne olmasını gerektirir. Ama bunlar tabii ki Mauvais Sang gösterimi sırasında ne yapacağını bilemeyip,oturup blog’a bunları yazan adamın düşüncesidir.


Yani demek istediğim Öğleden Sonra Aşk farklı bakış açılarının tek bir film üzerinden nasıl farklılaşacağını görmek için iyi bir deneyimdi. Ama bu da bilgiye ulaşmanın denyimlerden geçtiğini elbette ve kesinlikle ,ama şöyle, ama böyle göstermez. Göstermez. Neyse. Mutlu Geceler.

29 Kasım 2011 Salı

Aralık Ayı Programı

7 Aralık Çarşamba : Annie Hall (Kasım ayında çeşitli nedenlerle iptal etmiştik. Şimdi yeniden ısrarla deniyoruz)

Yönetmen : Woody Allen

Bağlam : Woody Allen Sinemasında Fark ve Tekrar






14 Aralık Çarşamba : Jerichow

Yönetmen : Christian Petzold

Bağlam : Alman Sinemasında Göçmen Türkler







21 Aralık Çarşamba : Çılgın Pierrot (Pierrot le Fou)

Yönetmen : Jean-Luc Godard

Bağlam : Godard'ın Düşünme ve Deneme Hamleleri






Mutlu Geceler.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Bir Zürafa İçin Değişik Şeyler





Jacques Rivette’in anlattığına göre Yeni Dalga dediğimiz olayın ilk başlangıç yeri Fransız Sinematek’i imiş. Bu Sinematek’in kurucusu olan Henri Langlois (“hazinelerimizi koruyan ejder”) Uzakdoğu,Ortadoğu Doğu Avrupa,Hindistan vs. gibi yerlerden biriktirdiği eski-yeni ne film varsa bu 50 kişinin sığabildiği Sinematek’e koyarmış.


1940’lı yılların sonunda bu Sinematek’in düzenli seyircileri oluşmaya başlamış. Daha sonra bir Ekim ayında, muhtemelen çek bir yazardan uyarlanmış birkaç film ya da eski,grenli ve neşeli Hollywood müzikallerinin gösterildiği bir gün yine izleyiciler her zaman olduğu gibi dengeli bir şekilde küçük salona yerleşirken, ilk iki sırada (yine her zaman olduğu gibi) üç genç olur, bunlar üç ya da dört koltuk aralıklarla otururlarmış. En solda oturan genç diğerlerine göre biraz daha iyi giyimli,bir not defterine notlar alırken,kucağında da muhtemelen etnoloji ders kitapları ve modern şiir ile alakalı bişeyler taşırmış.(Godard) İkinci sırada oturan ve Jean Pierre Leaud’a benzeyen ve diğerlerine göre daha genç olan tip ise,kepçe gibi kulakları ve üstüne bol gelen elbiseleriyle boş perdeye bile dikkatlice bakmaktaymış. (Truffaut) Önun önünde ve biraz sağa doğru ise üçüncü genç oturmaktaymış. Diğer iki gençten daha küçük,zamanını Henry James okuyarak geçiren bu gencin suratında taşralı olduğunu belli eden bir gülümseme varmış (Rivette). Ha bir de ışıklar sönünce koşarak salona gelen ve genelde her gösterime böyle geç kalan iki genç daha varmış (Chabrol ve Rohmer) Gel zaman git zaman bu beş gençten biri diğerlerine laf atınca tanışmış ve arkadaş olmuşlar. Sonra da Rivette’in evine gidip çay içmişler. Hepsi de sinema yapmak istiyormuş.




Biz biraz hikâyeleştirdik ama yeni dalgacıların tanışması gerçekten de böyle gerçekleşmiş. Tabi insan düşünüyor bizim memlekette nasıl şeyler oluyor diye. Mesela biz 2 yıldır gösterim yapıyoruz Köşk’te. Burada tanıştığımız çok güzel insanlar da oldu tabi ama “haydi film yapalım,kamera getirin, ışık getirin, beni getirin” diyen heyecanlı filmsevicilere hiç rastlamadık. Neyse ya. Aslında bunları yazmayacaktım ben ama giriş böyle oldu nedense. Aslında böyle değildi biliyorum. Hepsi hikâye hepsi imaj ama yine de üzücü biliyorum. Hırvatlar hakemi oyaladı biraz cümle kurmak isterdim devamı gelen. Nasıralı İsa. Nasıralı Elia Süleyman. İsrail kurgu oldu Filistin belgesel. Elia Süleyman’ın bir filmi vardı geçende İletişim’de. Ben Elia Süleyman severim. Ama bu defa “Hatırlıyorum” ya da Amarcord yapıcam derken ipin ucunu kaçırmış. Filistin meselesi, üzerine en çok şey söylenebilecek olaydır belki de. Ama Elia ısrarla net bir cümle kurmuyor. Daha çok kendi ailesinin acılarına odaklanıyor. Olanı göstermekle yetiniyor. Kutsal Direniş’te müthiş biçimde kullandığı mizahı ise bir türlü filme yediremiyor. Bütün bunları neyle açıklayalım Elia otur. Sel “Düşünsel” diye bir kategori bulup kitap basıyor. Çok sikimsel. Dayım böylelerine “anası konkencinin çocukları” derdi. Geçenlerde bir Zerrin Doğan filminde “Tüm buralarda tanıdık tamirci yok” diye bir tümce duydum. Tüm buralarda tanıdık tamirci yok. O an filme girmek ve “ben varım ben Aras usta”. Sen nehirleri yataklarında ayırırdın da örterdin üstünü. MAKAVEJEV’in bir filmi var Sweet Movie diye. Uzun zamandır üzerine yazma hamlelerinde bulunuyorum ama olmuyor. Sonra yine bakıyorum yeni dalgacılara hepsi yazmış da yazmış yıllar boyunca. Sonunda da bir film estetiği geliştirip bunu pratiğe de mükemmel yansıtmışlar. Peki biz ne yapıcaz Cafer. Birazdan yatacağı geceye gidecek herkes ben ne yapsam ne yapsam ne yapsam. Makavejev işte o da yatacağı geceye gidecek. Ne yapmış mesela o Kanada’da çektiği filmde? Sosyalizm’in enformasyona sokulan algılanış biçimine bolca penis,vajina,kusmuk,sidik göstererek tepki göstermiş. Ama bu kadar basit ve çakma anarşik değil tabi. 3-5 olayı birbirine teyelleyip “sinemada zaman”ı katletmiş. Acımamış. Geçen her gün barda bir adam gördüm Böyle bara girdi ve etraftaki tüm kızlar “aa bu o” dediler Biz de bir arkadaş var işte diyoruz kim bu düdük Sonra yan masadaki bir ünlü edebi kişiliğe gidip “usta geldim ustaa” dedi Bizim de tanıdığımız “usta” da elemanı bize çevirip “bak bunları tanırsın sen yazdıklarını göstermiştim” diye yumurtlayıverdi Eleman da “oo,bomba şeyler usta konuşalım bir ara” şeklinde bir söylemde bulundu bana dönüp Ağzında 3-4 top profiterol var gibi dolu dolu konuşuyordu eleman Sevmedim Neyse ben de döndüm “aaa” diyen kızlardan birine “kim bu” dedim “Can Bonomo” dedi gözlüksüz kız Ben de “Bono mu?” Adam işte Makavejev’in tersten okunması İnsan Bonomo diyebilir basitçe Makavejev’e lakin bence Bono o iyi bakmak lazım Parajanov mesela Yaz yaz yaz Ne yazıcan adama Klişeden kaçıcaz derken kalmıyor geriye bişey Netten baktım Parajanov’la ilgili ne var diye Yok derviş yok usta yok mistik falan filan Bildiğim küfürler var birkaç onları ettim Geçen sene de islamikboy bir tip Abbas Kierostami üzerine bir belgesel yapmış onu gösteriyordu İletişim topluluğu Kalkmış İran’a da gitmiş adam allasen Ama çocuk uzun ve çirkin saçlarına hiç aldırmadan mütemadiyen “derviş” “mistik usta” “hümanist dev” diyor Kiarostami’ye Gösterimde de bulunan ve Kierostami’yi de gayet iyi bilen İran’lı bir arkadaş “mal lan bu” lafını etmişti hayatında ilk kez Ve dilimizde o filmi ve o filmi çeken özneyi.. daha iyi tümce yok Geçen gün Hegel’in estetik derslerini okurken aklıma geldi Sosyoloji bölümünde bir kız var Hep de karşılaşıyoruz elinde böyle Derrida kitaplarıyla falan salınıyor ortalıkta Güzel de bir kız Anlaşılmaz şey doğrusu Bir gün bakıyorum “Marx’ın Hayaletleri” ertesi gün bakıyorum “Gramatoloji” daha da ertesi gün bakıyorum “Bağışlama ve Kozmopolitizm.” Nesin sen hanfendi Derrida okuyorum diye hava mı atıyosun yoksa hakkaten bir amaçla mı taşıyosun o kitapları Deliganlıysan çık karşıma Bu arada Derrida böyle bir hanfendinin okuyamayacağı kadar “ağır” değil mi Cafer O kız ne anlıyor mesela Şimdi yapıbozum’dan yahut Derrida’nın yas çalışmaları ya da miras kavramından Ha “Sen ne anladın” “Hiç Ne anlıycam Anlamak için kitab mı okunurmuş allasen Cafer” Soner Arıca’nın ilk albümünü hatırlıyorum Hayli samimi ve içten bir albümdü Vefasız diye bir şarkısı vardı mesela Ne severdik Arvo Part diye bir eston var (Estonyalı insanlara ne deniyor acaba “Estonyalı” mı “Eston” mu “Rakipsiz bon bon” mu) bu adam klasik müzik icra ediyor. Biz Rahmaninof ve Shostokovich (böyle mi yazılıyor bunlar) dinleriz biliyorsun Ama bu adam da fena değil Bir filme de müzik vermiş Ünlü bir film ama bilemedim sırtım ağrıyor da Ben en çok Rivette’i seviyorum ama Onu da söyleyim En tavizsiz en uzlaşmaz olanı o bence (Godard alınmasın lütfen bunlar benim düşüncem) Roma plastik sanatı ne yea Felsefe kulübü eşcinsel içerikli bir film koyuyordu Lakin filmde bir arıza olmuş ve başka bir eşcinsel temalı film koymaya karar verip Kötü Eğitim’i koydular Arkadaşlar çok iyi niyetli güzel insanlar ama bu nedir abi Bir eşcinsel filmi olmadı öbürünü koyalım mantığı nedir Sitüasyonizm iyi de evde sadece kasap köfte var eski o ne olacak Ekmeğen arasına koyup ye diyeceğin bir politik tavır isterim dağ mavi gök yeşil olsun duman drubu eskisi gibi güzel olsun aşk olsun sana çoğuk aşk olsun artık dökülen yere Les Diables iyi film bak şu çocuklu filmler diyeceğimiz tür var ya onlardan ama biraz daha sivri ilk film bu anası babası kayıp iki çocuk kaldıkları her yerden kaçıyorlar sonra bir yetimhanede bunların anası ziyarete geliyor çocukları diyor ki (bir kız bir erkek bu çocuklar) oğlan eyvallah da bu kız benim değil diyor (kız özürlü biraz) oğlan da anasını kesip kızı alıp kaçıyor sonra sevişiyor bunlar o yaşta bir taraftan da bu ikisi hakkaten kardeş mi değil mi hiç anlayamıyoruz oğlan çocuğu da anlayamıyor zaten öylece sürüyor film çocukların seviştiği sahne nedeniyle film ahlaksız bulunmuş Fransa’da (ulen Fransa ne komik şeysin sen ülke hay kedi canını yiyim) ben derim ki “yoo hayır yoo” çocuk pornosu falan savunacak halimiz yok tabi de çocukların kendi aralarındaki cinselliği özgür bırakalım diyorum Gayrettepe ne kötü bir semt adı Tchibo sana çiçekli şiyir yazıcam Jacques Rivette demiştim Temmuz ayında Sivas Türkü Panayırı’na katıldım iki halk ozanıyla karşılıklı atıştık ben ama Jacques’ı seviyorum işte geldi aklıma Halk ozanı baktım bağlamasının sapını göstererek “ben o Jacques’ın” hareketi yapıyor derken aldım ben de çalgımı başladım “Enine boyuna düşmanım kıvrılışıma/ Söylenenleri tatmadık belki ama /Ol Jacques sapansız hafızamda/ Ne Bach var artık ne karanfiloylumoylum /Üstelik deviriyorum da söylediklerimi dur sana fırkateynler fırlatıyorum.” dedim Bir daha da Sivas’a bence herkes en az bir Jean-Marie Straub filmi görmeli bir Kafka uyarlamaları var Amerika’dan Uyudum kaldım sonra bir daha izledim bir daha o zaman bin yıllık saltanatımız başlayacak Cafer sonra bin yıl daha sürecek bin yıl daha bin yıl daha lordbayrın o kadar mutluyum “Niye Bresson koymuyorsunuz” “Bilmem” Jerichow ve Pierrot Le Fou var Aralık’ta belki ikinci dönem devamlılık olursa “orrayt bayanlar baylar orrayt asayiş berkemal” “Blade Runner izlemeyeni ben adam yerine koymuyorum zaten” demişti Göç Yine kayıp bizi üzen Avangardın Sonu Peki bu çocukları nasıl başlayacağız Rivette doğmakla 80 yaşında Türkiye’de avangard Abbas Güçlü’dür Hümanizmi Anlıyorum Said ama o da çok tartışmalı biliyorsun yarışma var vizyonda o seks Türkiye dağılın dağılın yere yatın yere buna 2 yumurta kırıp hızlıca karıştırcağız Perihan Mağden geri döndü yahu 20 yaş falan neyse de 25 yaşındaki adama Taraf aldıracaklar yeminle ayıptır geçen de şey dedi bir arkadaş “ben 25 yaşındayım ya Birgün mü okuycam” hey gidi saga özlüyorum ne müthiş atari idi ben işizaki severim tusubasa’dan ziyade ben sağdan kontraya kalkmıştım tusubasa üzerimde deplasman huzursuzluğu rüyamda candy ile gördüm seni kimseye pas vermiyodun wakabayaşi kantçı oldu tusubasa işizaki çıkmaz gay bar’dan sen nankatsu’dan ayrılalıberi herkes bi allahsızlaştı sen gittin içimde tek kuala lumpur kaldı yahu bu kadar olur market sahibi barbaros’u çeşme önünde gördüm afili filinta replik peşinde şimdi ben o adamlara “türkçe” derim sabahlara kadar anlarlar ama onlara bir otoparakta ölü bulunan sasani boksör ismail’i anlatsam işte böyle kaçar müthiş dize fırsatları onlar şiyir sinema yaparlar kaç yıl oldu allah kimseyle konuşmuyor safiyüddün abdülmümin şu bir dakıka boyunca hatırlıyoruz hadi 60 59 58 57 56 55 54 53 52 51” 50 49 48 47 46 45 44 43 42 41 40 39 38 37 36 35 34 33 32 31 30 29 28 27 26 25 24 23 22 21 20 19 18 17 16 15 14 13 12 11 10 9 8 7 6 5 4 3 2 1 okudun mu hakkat cafer hay sana topatan kavunu şu kadar tamam bu arada farkında mısın hiç mahmut tarifi verecek adam kalmadı kadın ortalıkta 1040’ta ne oldu sen demiştin tüfenkleri takmayın kırsalda lan purattu kenarında yengeniz bekler



ozonunkısalarıbenceçokiyimeselaregarddelamer50dakikaama3saatlikfilmdoyuruculuğundasevdimbirdeyazlıkelbisevar12dakikasürüyoriştebirgeyinkendikimliğiylebarışmasınıkonualıyoryani12dakikadasöyleyeceğininetolaraksöylüyorfilmneeksiknefazlaburdaeliasüleymanatekrarcıkcıkdiyorumbakadam12dakkadabitirdisenorda110dakkakafaşişirdintekbirsözünyokbirimgeveonungöstergeolarakişlevikadınsorunuimgesiningöstergeolarakişlevi.aşkkavramınınimgesiningöstergeimajolarakişlevinesneilegöstergearasındakifarkınanlaşılabilme meselesigerçeklik söyleyebilmekgerçeklik


oluşturulamazçünküteorikakılönceliklezihniyapılandırmakakılvenesnearasındakibağlantıyıöznevenesnearasındakiilişkiyihedefalırpratikakılburadadevreyegirerzamanvemekanıntemelalındığıtarihbaşlarkendindeşeyolanbirideherkeskendindeşeyolanıözneleşmeolarakyaşarsaamacayönelikbirtoplumkurulabiliryasakoyucupratikakıldırkendihayatınayasalarkoyanbirpratikakılavangardınsonuvarsınolsunherşeygüzelmutlugecelerohujghghıokhuhiğpıhyftopp00y623eryı9p*7v3q6oo77esdfdmjiğıortxsryoı78t6verr6o9jt657809jy78tedııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııtttttttttttttttttttttttttt…………………………………………………..

15 Kasım 2011 Salı

Çoğunluk Var Gösterim Üzerine Bazı.


2 Kasım Çarşamba : Olmaya meyleden şey olacak diye bir şey yok.



Çarşamba ne tuhaf bir gün adı. Nasıl ortaya çıkmış bilmiyorum. Ama telaffuzu insanda garip bir etki yaratıyor. Düşünsene Cafer : ÇARŞAMBA.


Yıllar önce bir sahafta (galiba Tomris Uyar’ın çevirdiği) “Günlerin Anlamı” diye bir kitap görmüştüm. Kitabın adını yanlış hatırlıyor da olabilirim doğal olarak. Her neyse. İşte o kitap bununla ilgiliydi. Her dilde günlerin adlarının nereden geldiğini,neden öyle olduğunu vs. anlatıyordu. Keşke alsaydım diyorum şimdi.


İnternetten araştırsam kesin buluruz bişeyler biliyorum. Ama böyle bir niyetim yok. Çarşamba sadece telaffuzunun tuhaflığıyla kalsın. Ekstra anlamlar,işlevler bindirmeye gerek yok. Aslında bu neredeyse her konu için geçerli olabile…Çoğunluk sezonun ilk gösterimi oldu. İyi mi oldu? Hayır. Kötü mü oldu? Sanmıyorum. Murat göç’ün gereğinden soğuk bir nisan gününde,yine bir gösterimden çıkarken söylediği “Bir işe yaramıyor Aras’cığım” lafını hatırlıyorum. Bunu ilk gösterimde (aslında geçen sene yaptığımız bir çok gösterimde de) fark ettim elbette. Seyirci vardı baya,evet. Filmin sonunda da gayet iyi sayılabilecek tartışmalar oldu,evet. Peki derdin ne Cafer?





İnsan hep çok acayip olacağını düşünüyor galiba. İşte tartışma değil de birlikte bir düşünce denemesi,hamlesi çıkacak ortaya. Selim I’nın rüyaları gibi. Çok şey bekliyoruz sanırım. Atla deve değil,gösterim yapıyoruz sonuçta. En kötüsü de gösterim sonunda bir şey söylemeye çok niyetli gözüken ama nedense söylemeyen ya da söyleyemeyen insanları fark etmek. “ Var ya konuşsa alacaktı aklımızı” falan diye düşündüren karakterler gidip geliyor gösterimlere. Bu da çok hüzünlü bir taraftan. O insanlar evlerinde ya da yurtlarında ne anlatıyorlar acaba. Orda konuşmadıkları neyden bahsediyorlar. 40-45 kişi Cafer! Bunlar bir yerden çıkıyor ve hayatlarına devam ediyorlar. Bu çok kötü inan.


Ama “aslında buydu beni geliştiren,lut gölünün ve karanlık resimlerin karşısında…” Böyle devam etmesi ilginç bir direnç kazandırıyor insana. Bir işe yaramıyor evet. Ama hiçbir işe yaramasa da bir şeyi yapmayı sürdürmek inanılmaz bir şey. Bu hareket gereksinimini illa bir yere aktarıyoruz. Aynı saatlerde kordonda bir kadın ya da erkeğe aşık bir vaziyette,atkımızı geriye atarak dolaşabilir,dolu gözlerle denize bakıp bir sigara yakabilir ve bunun da bir işe yaramadığını düşünebilirdik. Ama bütün işe yaramayanlar içinden boşluğa doğru fırlatılacak daha iyi maddeler seçiyoruz.


Bununla beraber Aralık ayı programı da hazırlanıp yollandı. Belki de filmler yanlış seçildi de böyle oldu diye (2 yıldır olduğu gibi) düşünüp hakikaten “derinlemesine” konuşulacak bir iki film seçtik. Tehlike anında Godard koyunuz maddesine sadık kalıp Aralık ayına bir de Godard ekledik. Hiç değilse bir iki insanın canı sıkılır da kalkar gider dedik. Bu da bir harekettir kuşkusuz.


Konu bir “hareket eksikliği” değil tamamen. Bu hareketin meylettiği yerin belirsizliği. Boşa gitme dediğimiz şeyi düşündüren de bu. Yoksa hepimiz çaresiz hareket halindeyiz. En basitinden hayatını bir yatakta geçirmeye mahkum olan bir insan bile kan dolaşımı,bağırsak aktiviteleri ve bir sürü daha vücut fonksiyonuyla hareket halindedir. Ölsek bile vücut çürüyerek vs. hareketi sürdürür. Bunlar bilinen şeyler. Önemli olan düşüncenin hareket atılımı. Bunu yapmak o kadar zor ki (bir gösterimle de bu kadar şeyi yapmayı amaçlamak saçmalık elbette) insanda katıksız bir hüzün bırakıyor sadece. Neyse. Uzatıyoruz Cafer.





BİR SMS ÜZERİNE ÇOCUKLARI GERİ ÇAĞIRIYORUM :YİNE KAYIP BİZİ ÜZEN


Murat Hoca koyup gittiğinde evde heyecan taşıyorduk. Ne olup biter diye. Sonra Eymirli de gitti. Murat Göç dönecek gibi durmuyor. Zaten okuldayken de orada duracak gibi durmuyordu. Eminim Çanakkale’de de orada duracak gibi durmamaya devam edecektir. Bahtin anlatırken girdiği düşünce hızı. O hızı alıp gösterimlere aktarmak isterdim. Kendisinin bezginliğini çok hareketli ve iş bitirici herkese tercih ederim. Onu özlemeyi sürdüreceğiz.

Rasyonel umudumuz Eymirli. Belki dönüp geldiğinde gösterimleri bitirecek bir hamle yapar. Yahut devamlılığı sağlayacak projeler geliştirir. “Bir de şöyle bak” falan der. Bir eli havada anlatmaya çalıştığı şeyi tarif ederek sunumlar falan yapar eskisi gibi.

Çarşamba. “Yorgun. Ev aklımda. Gitmeyi unuttum.”


Mutlu Geceler.

27 Ekim 2011 Perşembe

Kasım Ayı Programı

Olacak mı olmayacak mı derken gösterimler yeniden başlıyor.

Bu sene gösterimler çarşamba günü cereyan edecekmiş gibi görünüyor. Gösterim saatleri ise yine 17:30.

Kasım ayı için şöyle şeyler var :


2 Kasım Çarşamba : Çoğunluk

Yönetmen : Seren Yüce

Bağlam : Bir ruh hali olarak : Çoğunluk







16 Kasım Çarşamba: Annie Hall (Bu gösterim çeşitli sebeplerden dolayı aralık ayına ertelenmiştir.)

Yönetmen : Woody Allen

Bağlam : Woody Allen Sinemasında Fark ve Tekrar






23 Kasım Çarşamba : Öğleden Sonra Aşk (L'amour L'après midi)

Yönetmen : Eric Rohmer

Bağlam : Eric Rohmer Sineması







30 Kasım Çarşamba : Mauvais Sang (Kötü Kan)

Yönetmen: Leos Carax

Bağlam :Leos Carax Usulü "Aşk Filmleri"








Sunumlarla ilgili çeşitli sürprizler olabileceği gibi tarafımdan sunulması da kuvvetle muhtemeldir. Bunlar hep unutulacak şeyler elbette. Unutulmalı da aslında. İmaj sonuçta hepsi. Unutmak en iyisi. Tanpınar'ın da dediği gibi "Şark yok,şark öldü,bizler yetimiz. Yetimlikten kurtulmak için unutmalıyız."

Mutlu Geceler.

1 Eylül 2011 Perşembe

Jerichow ve Ayağa Kalkmadan Biraz Petzold







I- Jerichow. Postacı Kapıyı İki Kere Çalar'ın serbest bir uyarlaması.



II- Ali-Thomas-Laura.



III- Laura : Para için Ali ile evlenmiş. Ondan kurtulmak için çeşitli denemelerde bulunmuş ama muvaffak olamamış. Ali'ye karşı sevgi değilse de bir borç hissiyatı ile yaklaşıyor. Bir tür vefa ilişkisi. Ve "vefa" Hollanda doğumlu bir filozofun dediği gibi kederli bir duygudur. Ali ölüme her yaklaştığında seviniyor aslında. Thomas'a kızıyor Ali'yi kurtardığı için. Thomas'ı seviyor mu yoksa bir çıkış yolu olarak gördüğü için sevmeye mi uğraşıyor belli değil. Yine Petzold. Ve yine belirsizlikler. Demirkubuz : Belirsizlik varsa acı da vardır.



IV : Thomas :Ordudan atılma bir asker. Annesi ölünce parasız kalıyor. Ali ile karşılaşıyor. Bir kaza sayesinde. (Bir kaza sayesinde gelişen karşılaşmalar diğer Petzold filmlerinde de mevcuttur) Ali alkollü bir şekilde polislere (domuzlar diyor onlar için Ali. Filmde en çok geçen laf : Domuzlar) yakalanmamak için Thomas'dan yardım istiyor. Thomas da yardım ediyor. Başka bir sefer Ali polislere yakalanıyor ve Thomas'ı şoförü olarak işe alıyor. Thomas Laura'yı görüyor. Birçok kez görüyor. Seviyor da galiba. Bu işler pek belli olmaz.


V : Ali : Bir sürü büfesi var. Çoğu dönerci. Hemen hepsinde türkler çalışıyor. Ama asıl meselesi Laura. Saplantılı bir şekilde Laura. Fena halde Laura. "Türk Kıskançlığı" denebilecek bir şeyden muzdarip. Laura'yı deniyor sürekli. Acaba aldatacak mı diye. Önce Gülşen'in Nazar Değmesin şarkısıyla sırtakimsi bir dans yapıyor. Thomas "yunan dansı" deyince kızıyor. Sen Ağlama'yı çalıyor teypten ve Laura ile Thomas'a "hadi bana Almanlar nasıl dans eder gösterin" diyor ve birbirlerine yaklaşmalarına vesile oluyor. Daha sonra da bir tepeye çıkıp Laura ve Thomas'ın önce dans etmelerini sonra da öpüşmelerini izliyor. İntihar girişimi gibi bir şeyde bulunuyor ve Thomas onu kurtarıyor. Laura ve Thomas daha sonra Ali'yi öldürme planları yaparken Laura Thomas'a "keşke kurtarmasaydın" diye bu yüzden söylüyor. Ali bütün karakterlerine mesafeli yaklaşılan bu filmde aslında empati kurulabilecek tek karakter. Film sanıldığı gibi "domuz Türkler" demiyor. Sadece insan denen şeyin işte "öylesine" bir şey olduğunu söylüyor.





VI : Ve Nilüfer- Karar Verdim. Filme yakışıyor mu? Kesinlikle. Petzold ilk defa biraz "duygusal" Bu diğer filmlerine nazaran Jerichow'u daha kolay tüketilebilir hale getirse de bize biraz daha yakın bir hikaye olduğu için bu bir tür avantaja dönüşüyor.( Biz dediğim bu torpaklarda yaşayan herhangi bir insandır.) Almanya'da yaşayan türkler konusu Türk sinemasında birçok kez işlenmiştir. Fatih Akın da bu işin ekmeğini baya yemiştir. Ama Petzold'un François Ozon ile yarışabilecek bir sihirli dokunuşu var. Jerichow da bu sihirli dokunuştan nasibini almış bir film. Dışarıdan bir bakış bazen olayı daha iyi kavramamızı kolaylaştırıyor. Petzold'un da bu "dışarıdan" bakışı bazı şeylerin yerli yerine oturmasını sağlıyor. Ve Ali karakteri diğer göçmen filmlerinden ayrılarak "bir türk olarak Ali" değil "bir insan olarak Ali"yi sunuyor önümüze. Ve bu kadar. Hepsi bu.




YANİ BU ŞİMDİ YANLIŞ BİR FİLM Mİ?


"Sinema hareketli imgelerle düşünmek demektir" demiş bir adam. Eğer buysa Petzold gerçekten düşünüyor. Karşılaşmalar hayatın olduğu gibi sinemanın da özetiyse (karşılaşan imajlar,karşılaşan Thomas-Ali-Laura,bir karşılaşma hamlesi olarak kaza) bu karşılaşmaları günümüz sinemasında en iyi yaratan adamlardan biri Christian Petzold. Modern denilen dünyada karşılaşmalar daha çok kapalı alanlarda ya da teknolojik aletler sayesinde oluyor. Petzold için Araba da işte bu karşılaşma merkezlerinden biri. Araba ile yaşayan araba ile yaşamını şekillendiren ve karşılaştıkları insanları da arabanın içine sokmaya çalışan karakterlerin kol gezdiği filmlerden bahsediyoruz. Dünyaya arabalarından bakan milyonlarca insan. Belki de Petzold'un modernlik tanımı bu. Ali mesela Laura'yı araba ile takip ediyor. Onu zorla arabaya bindirmeye çalışıyor. Araba hep araba. Thomas'ı da arabasının şoförü yapıyor. Benzer bir şeyi Wolfsburg filminde de görüyoruz. Yine bir araba kazası sonucu bir çocuğun ölümüne neden olan bir karakter yaşadığı vicdan azabını hafifletmek için ölümüne sebep olduğu kızın annesiyle yakınlık kuruyor ve onu arabasının içine alıyor. Modern olandan uzaklaşmak için sahillere giden karakterler bir tür yolculuğa çıkıyorlar. Bir kaçış da diyebiliriz. Ama bu kaçış altlarındaki araba ve parasını vererek geçiş yaptıkları otobanlar sayesinde olduğu için kederli bir paradoksa neden oluyor.


Karşılaşmalar yaratmak. Karşılaşma durumları oluşturmak. Bu durumların kendi içindeki serbest dolaşımı. Ve bunları birleştiren bir el. Ve neredeyse orada olduğunu unutturan bir el. Çünkü size "bakın bu iyi" "bakın bu kötü" "bakın adalet yerini buldu" "işte bu doğru bu da yanlış" demiyor. Bu kavramların hepsinin karar verilemez olduğunu sezdiriyor. Yanlış da burada ortaya çıkıyor. Yanlış, doğrunun kararlaştırılamaz olduğunu belirten bir güç olarak ortaya çıkıyor. Bu noktada, evet,Petzold yanlış filmler çekiyor diyebiliriz.





BİR DİYALOG : O KARANLIKTA YERE DÜŞ.


- Arka sıralardan gelen gülüşmeleri işitiyorum. Sinema "yanlıştır" demiştik değil mi?

- Evet.

- İşte böyle zamanlarda insanın aklına Alesso Baldovinetti'nin Sarı Elbiseli Bayan tablosu geliyor.

- Anlatıcı : Hâlâ Genç Bakış izlemiyordu.