26 Haziran 2013 Çarşamba

Sandpaper Kisses




Peki çocuklar neden büyümezler o zaman?

Ölürler çünkü.

Ekmeği var ama bu işin.

Var. Alper Canıgüz yiyor mesela. Ama yemeyenler de var.

Kim mesela?

Capote mesela. Şimdi sana hayvan gibi bir alıntı yapardım ama uzun sürer.

Ufak bir alıntı yap o zaman.

Alıntı değil de bir öyküsü var Capote'nin Göz Kamaşması diye. O örnek olabilir mesela.
……………….
Hiç şey gördün mü sen, dondurma nasıl yapılır. Ama böyle geleneksel yöntemlerle diyorum. Hani bir bakır sini içinde döğülür dondurma. Çok uzun sürer bu.

Yok görmedim.

İşte ben mesela, çocukluğumla ilgili sadece bunu hatırlıyorum. Gerçekten bak. Onun dışında kesin vardır bir şeyler ama unuttum işte. Unutmayı öğrenebilsen çok mutlu bir adam olacaksın.

Hemm. Ben 6 yıl önce D. ile yediğimiz bir yemeğin ardından onu evine bırakmak üzere bir taksiye bindiğimizi, taksicinin adının Halil olduğunu, daha sonra bu taksiciyi beş yıl kadar sonra yine D. ile bir tesadüf eseri karşılaştığımızda gördüğümü, sonra bu tesadüfi karşılaşmanın ardından D.’nin tam 5 yıl sonra yine aynı taksi ile bu kez okula gittiğini de hatırlıyorum. Aynı şekilde yedi yaşında bir kumsalda denize bakıp ufuk sona erince yemek yiyen bir Allah’ın başladığını düşündüğümü de hatırlıyorum.

İşte bu yüzden iyi değilsin sen çocuğum. Git bir yerde hafızanı kaybet bence. Bu arada D.’nin o taksiciyle bir ilişkisi vardı belki. Ama sen anlamamıştın.

Komik, evet. Unutmak bir işe yaramıyor ki. Bir şekilde yeniden hatırlıyosun. Mesela benim şu an oturduğum apartmana ben bundan yıllar önce, tam olarak tarih vermem gerekirse 28 Aralık 2006 gecesi de gelmiştim. İşte bu apartmanın son katındaki bir öğrenci evinde hayatımın en kötü gecelerinden birini geçirmiştim. Sonra da başka bir kış başlamıştı işte. Her neyse ama ben bu hatırayı buraya taşındıktan bir yıl sonra hatırladım. Bir gün apartmana doğru gelirken durdum ve baktım. Akabinde de koca bir Hasiktir çektim. Bunlar işte bir bakış açısıyla ilgili. Ben o an başka bir ruh hali içinde olsam “E ne olmuş amına koyim. Olur böyle şeyler” diyebilirdim. Ki genelde de hep böyle demişimdir. Ama artık biriken şeylerin sayısı arttıkça öyle bir “E ne olmuş amına koyim” ile kurtulamıyosun bu işten.

Neredeyse dini bütün bir Müslüman olacaksın yani ha? Bütün bunların arkasında sana mesaj vermek isteyen bir yaratıcı olmasın?

Yok ya. Öyle bir şey değil tam olarak. Ki aslına bakarsan Antakya’nın kimi ara sokakları dışında evrenin ardında ciddi bir zekâ olduğuna da inanıyorum. Ama ezoterik ya da dini bir şeyden bahsetmiyorum.
…………………………..
Albertine dediğin kız ne oldu?

Bilmem. Konuşmadık. Sen niye sevgili buldun ki şimdi? Hani benle olmak istiyodun?

E istiyodum da sen de çok tuhafsın çocuğum. Bir güzel güzel sevgili gibi takılıyosun bir manyağa bağlayıp beni de mahvediyorsun. Akabinde de başkasına aşık oluyosun. Tamam rahat yaşıyoruz falan da senin de bir ayarın yok ki oğlum. Basbaya başkasına aşıksın mesela şu an. Yalan mı?

İyi sevişiyor mu bari?

Ben öyle şeylere bakmıyorum.

Hee, kötü yani. Var ya medeni hukuk kitabı gibi kızsın ha. Tamam, tam bir yere oturtamadık sen de beni pek sevmedin ama ne bileyim güzeldik lan işte. Dürüsttü en azından. Odana yolculuk etmek falan hoş şeylerdi yani.

Güzel hatırlayalım o zaman. Başka şeyler bulaştırmayalım. Hem ben seni bu haldeyken bırakıp gitmem merak etme. Kendini toparlayana kadar yanındayım. İstersen somut bir şekilde de yanında olurum yani.

Yok. Böyle telefonda, internette daha iyi.

Stop Crying Your Heart Out diyorum öyleyse.



Hemm. Sandpaper Kisses diyorum ben de.



O da olur. Yeniden kedi beslemeye başladığın konusunda şaka yapıyodun değil mi?

Hayır.

Peki gerçekten besliyor musun? Evde mi yaşıyor yani.

Yok. Burada benden başka bir canlı yaşayamaz. Ama sık sık geliyor, çıkıyor. Süleyman abi aşıya götürdü geçen gün. Günde iki kez besliyorum. Geceleri çıkıp bir yerlere gidiyor. Başka arkadaşları da var sanırım. Ama tasması falan var, tasmada ismi ve benle Süleyman abi’nin telefon numaraları var. Hani kaybolursa hesabı. Küçük çünkü daha.

Vay. Baya baya kedin var lan işte.  Ah zavallı kedicik. Adı ne peki?

Zooey.

Hehe. Benimki de soru işte. Ona iyi davranmalısın. Onu da kendine benzetip tüketmeye çalışma n’olur. Saçma sapan şeyler yapma hayvana.

Allah aşkına, bir kediye saçma sapan ne yapabilirim?

Sorduğun soruya cevap vermediğinde onu aşağılama mesela. Bir şeyini yerse de bırak yesin, dokunma hayvana.


Peki o zaman.

23 Haziran 2013 Pazar

Aras K. ile "Bored to Death" İzliyorum (1)



Bored to Death toplamda 3 sezon sürüp yayından kalkmış bir HBO dizisi. Biz de bu dünyada başka işlerimiz olmadığı için bir hafta sonu Aras K. ile buluşup sanki dünyada başka şeyler olmuyormuşçasına diziyi izlemeye başlıyoruz:

(Dizinin daha ilk bölümünde terk edilen Jonathan’ın hamallarla yaptığı konuşmayı izliyoruz.)


Uğur E.: Hee bak gönderme var burada. New York merkezli Yahudi mizahı parodisi. Başını Woody Allen’ın çektiği Seinfeld’e Larry David’e kadar uzanan kendinden nefret eden Yahudi olayı falan.

Aras K.: Yaramaz Harry’de etmişti bu lafı galiba Woody. “Evet kendimden nefret ediyorum ama Yahudi olduğum için değil” diyordu ablasına yaptığı ziyarette. Ama çok yapıldı bunlar. New Yorklu Yahudi olayı Seinfeld ve Woody Allen dışında çok sıkıcı olabiliyor. 

Uğur E.: Haklısın. Bu sahnede de zaten bu olayın suyunun çıktığına dair alttan alttan bir söylem var. “Daha ne kadar buradan ekmek yiyeceksiniz, yeterin artık” minvalinden şeyler. İyi kotarmışlar bence, fena olmamış. Neyse devam edelim. 

(Üçüncü bölümde konuk oyuncu olarak Jim Jarmusch’u, dördüncü bölümde de özel bir ilgiyle ayrı ayrı sevdiğimiz Parkey Posey’i görüyoruz.)

 
Uğur E.: En başından beri –afedersin, burada senin karşı durduğun şu nitelendirmeyi kullanacağım “Amerikan Bağımsız Sineması” atmosferine meyleden dizide Jarmusch ve Posey görmek pekiştirici bir etmen oldu açıkçası. Tabi bunda başroldeki Jason Schwartzmann’ın Wes Anderson’un kadrolu oyuncusu olmasının büyük bir etkisi var şüphesiz.

Aras K.: Ben Jarmusch’u Sünger Bob’un bir bölümünde bile görmüştüm lan. 

(Ray’in spermlerinin iki lezbiyen tarafından çalındığını öğrendiği bölümü izliyoruz.)

 
Aras K.: Bir de dizide böyle dedektiflik falan olayları var ya. İşte ben böyle dedektifli şeyleri hiç sevmem. Polisiyeymiş şuymuş buymuş. Sherlock Holmes’un şu yeni Robert Downey Jr. destekli uyarlamasını izlerken de uyumuştum mesela. Çünkü bir merak duygusu oluşmuyor bende. Yani ne cinayeti işleyeni ne de bir başka suç işleyen kişiyi işte efendim onun psikolojisini falan hiç merak etmiyorum hakkaten..

Uğur E.: Ama şimdi hemen böyle kestirip atma lütfen, ne bileyim La Samourai var mesela Alain Delon’un. Ya da Melville’in filmleri var. Zaten dizideki o polisiyeye değen olaylar, salt bir polisiyeden çok parodi gibi, -illa polisiye diyeceksek de- polisiyenin sığ bir zeminde yeniden kurgulanışı gibi. O kısımların bilinçli olarak öyle kurgulandığını düşünüyorum ben. Olaylar yüzeysel, olayların çözümü yüzeysel… Ciddi anlamda bir polisiye izliyor olsak, kötü bir yazarlıkla karşı karşıya olduğumuzu bile söyleyebilirdim. Fakat dizinin kendini güçlü kılmaya çalıştığı taraf, çizilen karakterlerin “kırılganlığı”, Wes Anderson’ın filmlerindeki gibi hüzne ve trajediye meyleden o bin yıllık kitaplık. O yüzden bir davanın peşinde koşan Jonathan’dansa, eski sevgilisiyle karşılaştığında tuhaf davranışlar sergileyen ya da yazar tıkanması yaşayan Jonathan’ı izlemek daha bağlayıcı oluyor açıkçası. Bir de polisiye demişken Polar var yani. Polar iyidir.

Aras K.: Ya Polar başka. Konumuz o değil. Hayır konumuz o olsa konuşalım ama konumuz o değil yani. Burada asıl Scorsese’nin After Hours’u var ama bak ben sesimi çıkartmıyorum bile. Sen dahil herkes Schwartzman sebebiyle Wes Anderson bağlantısı kurmaya çalışıyor ama kimse Scorsese’yi görmüyor harbiden. Peş peşe gelişen olaylarıyla ve temposuyla düpedüz After Hours lan işte.

Ayrıca polisiye klişedir artık Uğur. Kendini taklit etmekten öteye gidemeyen kapalı bir alandır. Kendine de okuyanına da izleyenine de alan açmaz. Düzeltme ya da telafi süreci diye adlandırabileceğimiz bir aşamanın tezahürüdür; yanlışlığın, hata yapabilmenin gücünden beslenir ve kolaycıdır. O yüzden bazı kesimlerce çokça benimsenmiştir. Ama bu kadardır yani polisiye, daha ötesi de yoktur. Ve bu da bana ilginç gelmiyor açıkçası. 


Uğur E.: Anlıyorum ama bütün polisiye külliyatını bir çırpıda silip atmanı haksızlık olarak yorumluyorum. Mesela bak Robbe-Grillet’nin Röntgenci adında bir kitabı var, polisiye. Ama türe alan açan cinsten ve cidden de çok acayip bi’ kitap. Bir saat satıcısı satış yapmak için doğduğu adaya günübirlik bir ziyarete karar veriyor. Adada da 13 yaşlarında bir kız öldürülüyor. Kitap toplam 170 sayfa falan zaten, ama ilk yüz sayfasında bir Yeni Roman romanından beklediğimiz üzere hiçbir şey olmuyor. Satıcı yarım gün boyunca saat satmaya çalışıyor. Evleri dolaşıyor. Robbe-Grillet yüz sayfa boyunca, adadaki yüzey şekillerinden tut, satıcının cebindeki ipliklere kadar hemen hemen her şeyden ayrıntılı bir şekilde bahsediyor. Sonra nihayet cinayet gerçekleşiyor ve satıcı cinayetin kendi üzerine yıkılacağını düşünüp tuhaf davranışlar sergilemeye başlıyor. En sonunda da daha en baştan planladığı gibi adadan ayrılıyor. Evet Aras, hiçbir şey olmuyor. Kitap başladığı gibi bitiyor. Ama o süreç, sürecin kurgulanışı (özellikle paragraflar içerisindeki tekrarlar, ilk bölümde yıllar önce öldüğü söylenen adamın ikinci bölümde yaşıyor olması, zamansal tutarsızlıklar vs.) bize polisiyenin daha farklı biçimlerde de sunulabileceğini gösteriyor. Belirsizliğin ayyuka çıkması ve olayın sadece suç-suçlu ilişkisi çerçevesinde kalmaması gerektiğinin örneklenmesi; kitabı bir dönüm noktasına oturtuyor. Şu kitabı okuduktan sonra emin oldum ki Grillet’nin yazarlığı yönetmenliğine yeğ tutulmalı. Yani neyse, bu ve bunun gibi kendi kendine asla keşfedemeyeceğin bir gerçeklik parodisinin yapıldığı iyi örnekleri de var polisiyenin.

Aras K.: İlginçmiş. Giderken bana da versene şu kitabı.

Neyse yeniden diziye dönelim. Özellikle ilk sezonun ikinci yarısında dizinin daha da güçlendiğini ve güzelleştiğini kabul ediyorum. Fakat şimdi bu Jonathan Ames dediğimiz yazar adam, dizide kendini yazıyor ya, otobiyografik naneler yani, biz bundan önce Girls izlemiştik seninle, orda da Lena Dunham denilen kız çocuğu kendini yazıyordu. Ne ayak yani bunlar. HBO’nun böyle yazarlı ve otobiyografik şeyleri dizi yapmasının sebebi ne ki şimdi? Yazarın ölümü denilen şey gerçekleşmişken, dil çoktan ölmüşken hala böyle yazarlığı kutsayan, övgüler düzen diziler falan neden yani?

Uğur E.: Bilmem, kanalın hitap ettiği izleyici kitlesiyle alakalı olabilir. O değil de senin şey ne oldu Albertine dediğin kız?

Aras K.: Haa, haberleştik. Ona hayvan gibi bir mektup yazdım.

Uğur E.: Oha. Ne yazdın peki?

Aras K.: Bana sarıldığın için bağışla dedim.

Uğur E.: Bu kadar mı?

Aras K.: Evet, bu kadar.

Uğur E.: O ne dedi peki?

Aras K.: Kendine dikkat et, fazla Suede dinleme, Fassbinder’i de azalt dedi.

Uğur E.: Uygulayacak mısın peki?

(Suede’den Down çalmaya başlıyor. Diziyi birlikte izlememeye karar veriyoruz. Hava sıcaklığı 38 derece. Aras 8 yaşındayken yaptığı kardan adamı anlatmaya başlıyor. Dışarı çıkıp limonata içmeye karar veriyoruz. Bored to Death’den beklediğimiz Wes Anderson etkisi olumsuz hava şartları nedeniyle sonuca ulaşmıyor..Hayat üzerimize gelmesin diye uyku saatlerimizi artırmaya karar veriyoruz. Limonata içmeden dağılıyoruz.)

9 Haziran 2013 Pazar

İlyas Salman ve Fassbinder İle Depresyona Yolculuk

Depresyon gibi psikolojik bir terimle yola başlamak sağlıklı değil elbette. Olup bitenleri tam olarak ifade etmeyen bu terimin daha yoğun ya da daha hafif dönemleri vardır. Bununla birlikte olasılıkla modern birey dediğimiz şeyin vazgeçilmez aksesuarlarından biri olmaya devam edecektir. Bilmiyorum duydunuz mu ama “Psikoloji” ve “Psikiyatri” herhangi bir şekilde “tedavi etme” konusunda en başarısız bilim dallarıdır. Yapılan bir araştırmada ilaçla tedavi diye ayırabileceğimiz Psikiyatri’nin başarı oranı %15 olarak tespit edildi. Yani demek oluyor ki Psikiyatri diyince sadece ilaç sektörü gelişsin diye yoluna devam eden bir oluşumdan bahsetmiş oluyoruz. Bu oluşumun parçaları da sağolsunlar hiç boş durmuyorlar, 10 yılda bir çıkıp yeni hastalıklar keşfediyor ve bunu da DSM dedikleri “psikiyatrik teşhis el kitabına” basıp duruyorlar. Şimdi beşinci kitap yolda ve olasılıkla bu müthiş insanlar çoğunu kıçlarından uydurdukları hastalık sayısını 400’e çıkaracaklar. İşte yaşadığımız böyle bir dünya.

Her neyse, depresyonun en saf biçimi çocukken yaşadığınız depresyon biçimidir. Çünkü bu şeyi yaşadığınızda “depresyon” denilen şeyin farkında değilsinizdir. Ta ki bir bilirkişi size gelip “Haa depresyondasın ya tamam” diyene kadar. Öncelikle içinde bulunduğunuz durumu tanımlarlar sonra da böyle olduğunuza sizi inandırırlar.

Peki ben tüm bu söylediklerimden İlyas Salman’a nasıl geleceğim? Şöyle; Sinema dediğimiz şeyin önemli bir türü de melodramdır bildiğiniz gibi. Yürek parçalayan, insanın içine oturan film örneklerinin karşımıza çıktığı bu türün Türk Sineması’nda da önemli bir yeri vardır. Bizim daha çok dalga geçtiğimiz Hülya Koçyiğit’li melodramlar üzerimizde fazla bir etki bırakmaz. Ama türün esaslı bir örneği ile karşılaştığımızda üstümüz başımız Afganistan olur.

Bu türün Douglas Sirk ile başlatacağımız tarihi içinde hiç kuşkusuz en önemli isim Fassbinder’dir. Onun filmlerindeki o kahredici havadan kurtulmanız pek kolay değildir. Ne bileyim Hülya Koçyiğit’e gülüp geçebilirsiniz ama Elvira’ya gülüp geçmeniz öyle kolay değildir.



Sadece melodram değil herhangi bir filmde de unutamayacağınız, sizi depresyona sürükleyecek güçte şeyler bulabilirsiniz. Biz artık gereğinden fazla film izlediğimiz için bu güce kapılmamız epeyi zorlaştı. Ama zamanında mesela Konuş Onunla’daki Benigno karakteri bizi epey melankoliye sürüklemişti. Ya da Canım Kardeşim filmi, hem müziğiyle, hem çocuk oyuncu Kahraman’ın müthiş performansıyla her izlediğimizde bizi kahreden bir yapıya sahipti. Yerli sinemadaki ilk “Sanatsal-Toplumcu Geçekçi” film örneği olan Canım Kardeşim özellikle final sahnesiyle unutulmaz bir hale gelmişti.

Bir sürü örnek sayılabilir ne bileyim Werner Herzog’un Kaspar Hauser ya da Stroszek filmleri. American History X ( Özellikle küçük kardeş Edward Furlong’un vurulduğu sahne). Demirkubuz’un Üçüncü Sayfa’sı. Bresson’un Mouchette filmi. Yılmaz Güney’in Baba’sı. Bu filmler bizi depresyona sürükleyecek kadar “ağır” olmasa da bir burukluk yaratan, üzücü filmlerdir.  Bu filmlerin “sanatsal” açıdan başarılı filmler olması bize bir kapı aralığı sağlar. O yüzden de “aşırı etkilenme” diyebileceğimiz durumu çabuk atlatırız. Ne bileyim, “Ne iyi çekilmiş bir sahne” falan diyebiliriz mesela izlerken. Ya da “Herzog ne melankoli yapmış helal olsun” diye filmin sanatsal gücünü onaylayabiliriz.

Yine de iki film vardır ki, size epey zor anlar yaşatırlar. Biri tabii ki Fassbinder’in 13 Aylı Bir Yılda’sıdır. Hem sinemasal açıdan, hem metin açısından hem de her türlü tavizsizliği sayesinde filmin depresif etkisinden kurtulmanız kolay değildir. Ama bu filmi yirmili yaşlarımızın ikinci yarısında izlediğimiz için biraz daha şanslıyız. Az da olsa “vay be sahneye bak” diyebileceğimiz ya da filmin müthiş metnini onaylayabileceğimiz birkaç kurtuluş noktası bulabiliriz.

Ama ve ama. Eğer çocukken sizi depresyona sürükleyecek kadar ağır bir şey izlediyseniz bundan kurtulmanız öyle 20’li yaşlardaki kadar kolay değildir. İşte böylece geldik İlyas Salman’a. Bu Allahın belası adamın yazıp yönettiği ve başrolünde oynadığı bir film vardır. Zamanında özellikle de Pazar günleri ana haber bülteni öncesinde Atv’de çıkardı bu film: Zavallı.




Sevgili dostlar, çoğunuz izlemişsinizdir sanırım, yani bir insana böyle bir şey yapılmaz. Salman belli ki öfkeyle çekmiş filmi. “Sanatsal başarı” falan yok tabi ortada. Ama işte ortada değerlendirecek başka bir şey olmayınca sadece filme odaklanıyorsunuz. Salman’ın iç acıtan oyunculuğu zihinsel özürlü Ali karakterinde kahredici güzellikte can bulurken filmin anti - estetik, grenli görüntüsü de size çıkış yolu bırakmıyor. Ali’nin evlendiği bir diğer zihinsel özürlü karaktere (Gülperi) abisinin musallat olması, bu abinin Ali’yi sürekli sömürmesi falan deli eder insanı. Ve en sonunda kalleş abinin Gülperi’ye tecavüz etmesi vs. ile körpe dimağlar mahvolur.

Zavallı sırf bu haliyle bile yeterince mahvediciyken bir de filmin final sahnesi devreye girer ve sizi yıllarca kurtulamayacağınız bir depresyonun eşiğine getirir. Ali sahilde kendisini bıçaklayan adama döner (“Gülperi’nin arkadaşına nasıl kokmuş balık yedirirsiniz siz” repliği ara sıra yankılanır kafamızda. Travma işte)  ve “Sağol ” der. Sonra da biraz yürüdükten sonra bir su birikintisine düşüp ölür. Bu film en az 30 kez çıkmıştı televizyonda. Ben de bunların en az 15’ini izlemişimdir.

Ulen artık milyon tane film izledim, dur bir bakayım neymiş diye yıllar sonra açıp baktım filmin başlarına. Hiçbir şeyin geçmediğini fark edip 3 dakika sonra kapattım. Ve derhal filmden uzaklaştım. Biliyoruz senaryo kötü, oyunculuklar fazla abartılı hatta “aşırı gerçekçi toplumcu” bir akımın ilk ve tek örneği. Evet bunların hepsini biliyoruz ama bütün bunlar filmden kurtulmamıza yetmiyor.



Şimdi söyle düşünüyorum, Fassbinder ve İlyas Salman fena şekilde bir ortak noktada buluşuyorlar. Buluştukları tema ise elbette “Sömürülme”. Fassbinder “Her filmimde işlediğim tek bir konu vardır o da duyguların sömürülmesidir” derken kendi çizgisini belirtiyordu zaten. Ve eminim eğer bu filmi yani Zavallı’yı izleseydi hayran kalırdı ve İlyas Salman ile bir şeklide irtibata geçerdi. Zavallı’nın akla hayale sığmayan tavizsizliği Fassbinder’i büyülerdi. Tabii ki dramatik yapı, senaryo kurgusu falan gibi şeylerden bahsetmiyoruz. Dediğim gibi tema önemli olan: Duyguların Sömürülmesi. Bu topraklarda bazı “eşcinsel” yönetmenlere sadece eşcinsel oldukları için Fassbinder benzetmesi yapılmıştı zamanında. Oysa bu topraklarda Fassbinder’in bir emaresi varsa eğer onu sadece İlyas Salman’da ve Zavallı’da bulabiliriz.

Not: Film Youtube’da var ama izlemeyin.


7 Haziran 2013 Cuma

Kirazın Sonuna Yolculuk





Sevgili yurttaşlar, bildiğiniz gibi her Cumartesi Bornova’da, Bölge Metro yakınlarında pazar kurulur. İşte bu pazarda yaklaşık 3 haftadır takip ettiğim bir pazarcı var. Kendisi şahane kayısı ve kirazlar satan delikanlı bir kimsedir. Ben bu kişiden önce kayısı aldım. Sonraki hafta ise kiraz aldım. Ama bu nasıl bir kirazdır ki bittikten sonraki tam 6 gün boyunca pazarcıya minnet duyup ona şiirler, şarkılar söyledim. Geçtiğimiz Cuma günü yani kiraz Cumartesi’me bir gün kala dayanamadım ve gittim bizim marketten yarım kilo kiraz aldım. İki büyük pişmanlığım vardır hayatta; birisini sallayın diğeri de işte bu marketten aldığım yarım kilo kiraz oldu.

O lanet Cuma bitmek bilmedi. Ama ertesi günü düşündükçe, güzel abimizin bize vereceği kirazları düşledikçe keyifleniyor adeta bu kirazlara hayati anlamlar biçiyordum. Uyku düzenim olmadığı için sabahlayayım da erkenden kirazları alayım diye düşündüm. Sabah 8 sularında kalkıp gidecekken uyku bastırdı ve bir miktar uzanmak için yatağa davrandım. Kalktığımda saat 18.00’di. Çığlıklar içinde giyindim. Kapımı bile kapatmadan pazara koştum. Kirazcıyı yarim gibi arıyordum. Neyse ki buldum. Ama o nasıl bir dünyadır ki kirazcı vardı fakat kiraz yoktu. Diz çöktüm tezgâhın önünde. “Ben şimdi bu hayatta ne yapıcam güzel abim, ben bir haftadır o kirazları düşünerek uyuyorum sen biliyor musun?” dedim. Adam halime üzüldü. “Bak” dedi “Ben bunları haftada iki gün köyden getiriyorum bir Cumartesi bir de Perşembe. Sen şimdi 5 gün daha sabret sonra da Perşembe günü Hatay’da kurulan Perşembe pazarına gel. Orda da tezgâhımız var.” Ne çare 5 gün daha sabretmeye karar verdim.

O 5 gün geçmek bilmedi. Arada yine bazı kirazlar tattım. Tüm bu eylemlerimin sonu iki yana sallanan bir baş oldu. Bu defa kesinlikle uyumayacaktım. Sabah 8’den metroya binip direk Hatay’a gidecektim.

O kutlu Perşembe günü nihayet gelmişti. Sabah yedi buçuk sularında hazırlıklara başladım. Kahveyi kafama diktim ve ciddi bir şekilde giyindim. Kirazcı ile buluşmam için çok heyecanlıydım. Deodorant bile sıktım. Evden çıktım ve Bölge metro durağından metroya bindim.

Bir  Sonraki Durak Sanayi

Mp3’te Müslüm’den “Söyleyemem Derdimi” çalıyor. Metro kalabalık değil. Bir ara yan taraftan bir kadın kalkıp geliyor ve karşıma oturuyor. Cık cık yapıyor kendi kendine. Elinde kitap var. Geldiği taraftan bir kadın “Ay sesimizden rahatsız oldu galiba” diyor. Dönüp ona bakıyorum. Yaşlıca üç adet teyze hayattan sıkılmış olacaklar ki kitap okuyan bu genç kıza musallat olmuş, gülüyorlar. Kıza saygı duymaya başlıyorum. Kafamı hafif eğip okuduğu kitaba bakıyorum: “Koku”. Saygım sona eriyor. Şu kitabı okumak için miydi bu küçük entelektüel isyan. Bu muydu genç kız. Japon musun sen metroda kitap okuyosun anasını satayım. Teyzelere yeniden dönüp “Haklısınız” bakışı atıyorum. “Bu kız ne böyle ya” der gibi de bir jest yapıyorum. Onlar da bakışlarıyla beni onaylıyor. Bir sonraki şarkı neymiş diye ittiriyorum zamazingoyu.

Bir Sonraki Durak Stadyum

The Decemberists – The Bachelor And The Bride. Ulan şu mp3’ü de bir düzgün sıralayamadık. Tam moda giriyoruz başka şarkı giriyor araya. Müslüm’den sonra yine Müslüm ya da en azından Ferdi gelmeli. Neyse. Güzel şarkı. Bana unutmadığım bir şeyi hatırlatıyor ama şu an hatırlamıyorum. Metro biraz daha kalabalık. Karşımdaki kız kalkıyor ve iniyor. Onun yerine bir teyze geliyor. Teyze zorlasak Sevgi Soysal’a benzeyecek. Ama benzemiyor. Yine bir şarkıyı sonuna kadar dinlemeden geçiyorum.

Bir Sonraki Durak Halkapınar

Nazan Öncel – Manzaralı Oda. Düşünmeyi durdurmak isterdim. Yani öyle durup hiçbir şey düşünmeyen tipler vardır ya hani. Sorarsın ne düşünüyosun diye o da “hiiç” der mesela. Doğru mu söylüyorlar bilmiyorum ama doğruysa bu müthiş bir şey. Bu şarkı 2008 yılı demek. Aralık demek. Kış demek. O yıllarda umutlarımız ve kadınlarımız vardı. Seferihisar taraflarında kış günü gidilen bir yazlıkta dinlerdik bu şarkıyı ve içinde bulunduğu albümü. Sadece ağaçlar ve deniz.. Sabah yürüyüşleri. Evde bulunan tek albüm Hatırına Sustum. Ama bir yerden sonra sadece Manzaralı Oda çalıyor. Televizyonu açmayı tercih etmiyoruz. Toplasan iki kişiyiz. Bir daha hayatımızın bu kadar güzel olmayacağını çok iyi biliyoruz. O yüzden her şeyi yapmamız lazım. Konuşmak, yürümek, uyumak, yemek yapmak şarap, sarılmak. Bir şeylerin güzel kalmasını sağlamak için verdiğimiz çaba takdire şayan. Kapıya kilidi vurup İzmir’e geri dönerken “En azından yaşadığımız bir evimiz oldu” diyebiliriz. Kapıyı bir daha kilitliyoruz. O ev durdukça içinde olup bitenler kaybolmaz. Yaşamı saklamak lazım. Bazen evlerde bazen sadece odalarda. Kalan şeyler güzel. Dağılmadan, bozulmadan, dönüp duran. Güzel. “Uykudan önce bir damla gözyaşı dökmeyi unutmayınız”

Bir Sonraki Durak Hilal

Groove Armada – Think Twice. Metro birden doluyor. Her tarafım yaşlı insanlar. Bir teyze görüyorum ayakta. Kalkıp yer vermeye karar veriyorum. Sonra bana atılan bakışları fark ediyorum. Yaşlı teyze ve amcalar bana direk “Yaşlıya hürmeti olmayan uzun saçlı zibidi, yer versene!” bakışı atıyorlar. Sinir oluyorum. Ve kalkar gibi yaptığım hareketi birden oturuşumu düzeltme hareketine dönüştürüyorum. Bu defa ben onlara “Sikerim lan önyargınızı” bakışıyla bakıyorum. Hatta o kadar uzun bakıyorum ki tek tek başlarını çeviriyorlar. Belki ben sizden daha yorgunum anasını satayım. Siz evde de oturuyosunuz, otobüste de oturuyosunuz, çay bahçesinde de oturuyosunuz. Hep oturuyosunuz. Ne ara yorulup da gerçek bir oturma ihtiyacı içine giriyorsunuz ki yani. En güzelini benim annem yapardı. 40 yaşından itibaren bindiği tüm toplu taşıma araçlarında eğer ki yer yoksa genç birine yaklaşıp “Ben 20 yıl boş yere çalıştım kalk şimdi bana yer ver bakalım” derdi. Hâlâ da yapıyordur sanırım. Bunu yapsalar onu da anlarım ama sadece tip tip baktıkları zaman nevri dönüyor insanın. Sinirle bir sonraki şarkıya geçiyorum.

Bir Sonraki Durak Basmane

Sharon Van Etten – A Crime. Yaşlı teyze ve amcalara olan sinirim sona eriyor. Dönüp pencereye bakıyorum. Üç gün önce Karataş yakınlarında bir evde yediğim Mantarlı – Kaşarlı tavuğu düşünüyorum. Güzel bir kremayla tatlandırılmış bu tavuktan sora yemek yemeyi bırakmıştım. Yapan kişiye de bir daha bu yemeğin aynısını yiyene kadar yemekleri terk edeceğimi belirtmiştim. Karataş yol üstü sayılırdı. Üçyol’da insem? Peki sabah 8 sularında ne bekleyebilirsin ki bir insandan? Hele ki bu insan 2-3 gün sonra “Ferhat ile Şirin” oynayacaksa. Tiyatro ne saçma hiç sevemedim. Nazım Hikmet de şiirleri yetmezmiş gibi bir de tiyatro oyunlarıyla hayatımızda. Oynayacak başka bir şey mi yok diye düşünüyorum. Bu İzmir batsın yerine Ankara yapılsın. Kiraz ağır basıyor, tavuktan vazgeçiyorum

Bir Sonraki Durak Çankaya

Suede – The Asphalt World. Kiraza olan ilgim azalmaya başlıyor. Yaptığım eylemin anlamı üzerine düşünüyorum. Sabahın sekizinde deli sikmiş gibi niye Hatay’da kirazcı arayacaktım ki. Nerdeyse hiçbir şey olmayan yaz öğleden sonralarını düşündüm. Sahilde, sokakta ya da evlerde bezmiş, yılmış milyonlarca insan. “Hava sıcak”tan başka muhabbetleri yok. Öyle bir yaz gününde yediğim Nugger’ı hatırladım. Denizden çıkınca acıkan öğrencinin can dostu olan Nugger. Bu karın doyurma yöntemini bana öğreten arkadaşıma hâlâ şükran duyarım. Geçtiğimiz yaz da denizden çıkıp bir Nugger almıştım. Yarısına kadar yedikten sonra bir şeylerin sona ermiş olduğunu anladım. Deniz aynı deniz, sahil aynı sahil Nugger aynı Nugger ama bir şeyler bitmişti işte. Son yıllarını 1989’da geçiren dedem geldi aklıma. 85 yaşında dondurma diye tutturan sonra o dondurmadan bir ısırık alıp “Bitmiş bu dondurmalar, tadı berbat” diyip yere atan bir adam. Ben de 27 yaşında dede oluyordum demek. Küçükken nerdeydin diye sorulduğunda söylediğim yalanlardan biri de “Denizlerin altındaydım” şeklindeymiş. Gün boyu denizlerin altındaydım.  Çocuk için dünya tuhaf. Ölmek de. İnsan ilk kez çocukken ölür. Bunu da bir arkadaşım sayesinde anladım. Suede – 1994. 8 yaşında biliyordum. Hâlâ biliyorum. İnsan ilk kez çocukken ölür.


Bir Sonraki Durak Konak

Sezen Aksu – Kasım Yağmurları. Şiddetli bir sağanak yağış ile eve geri dönmek isterdim. Tam da Hatay’da inmişken yağmur bastırsın ve ben Hatay’a bakıp “Oldu o zaman” dedikten sonra aynen metroya binip Bornova’ya döneyim. Çankaya’dan binen insanlarda ıslanma emareleri yok. Yağmur ihtimali zayıflıyor. Geçen kış yağan yağmurları düşündüm. Ömrümüzün en uzun kışı. Haftada bir sabah derse gidip öbür günlerin tam anlamıyla “boş” ama bomboş geçtiği günler. Yorganların altına girip çay – kahve eşliğinde izledik yağmurları. Arada gelenler oldu gelenlerin daha sonradan gittiği oldu. “Eğildi kederimden buğday başakları.” Sezen Aksu’ya biraz fazla saygı duyulmasından ötürü sinir olan ve ortalıkta sürekli “Sezen Aksu sevmem, dinlemem ben” diye dolaşan artistler var ya, işte müzik bilgileri epeyi yüksek olduğu için Sezen Aksu’ya laf sokanlar falan. Sokakta da var, Fazıl Say ya da Replikas üyeleri gibi tipler de var. Onlara kısa yoldan “De siktir lan” demek istiyorum. Fazıl’a ise gerekli cevabı ölmeden evvel Müslüm vermişti: Öyle bir piyano çalmakla büyük sanatçı olunmaz. Sezen Aksu özellikle doksanlarda yaptıklarıyla candır.  Kiraz isteğim geri dönüyor. 2 kilo almaya ant içiyorum.


Bir Sonraki Durak Üçyol

Alice In Chains – Love Hate Love. Yetinmeyi bilmek lazım. 27 yılda, hayat konusunda yapabildiğim tek tespit bu. Haa uyguluyor musun desen hayır derim. Sömürmeye ve sömürülmeye eğilimli olan yapım gereği mesela başlarda deli gibi sevdiğim, asla zarar veremeyeceğimi düşündüğüm bir insanı bile 1 ay içinde mahvedebilme yeteneğine sahibim. Bunun sebepleri olabilir elbette. Ama sonucun bu olduğu gerçeğini değiştirmez. Koşulsuz şefkat beklentisinin karşılığı her zaman için kısmi bir nefrettir. Bu anlamda çok sevdiğim bir insandan bile kısmen nefret ettiğimi de biliyorum. Bu bir sevgi-nefret diyalektiği ya da Ebru Gündeş’in belirttiği türden “Sevgimin bittiği yerde nefretim başlar” durumu değil. Mesela şimdi Gözde’yi ele alalım; ben bu kızı uzun süredir tanırım. İlişkimiz daha bir pratik dostluk seviyesindeyken gelişen duygusal durumlar neticesinde “fedakâr” birer insana dönüştük (En azından bir süre). Ama geçen 1 aylık sürenin sonunda bahsettiğim kısmi nefret duygusu yeniden alevlendi. Bir noktadan sonra da benim için birçok şeyi yapabilen bir insana karşı hiçbir şey hissetmemeye başladım (Yavrucuğum, umarım okumuyorsundur. Sadece tespit yapıyorum). Bunun nedeni tabii ki o yetinmeme duygusu. Bunun böyle sürüp gideceğini biliyorum. Ne bileyim, bir gün yapayalnız ya da çok kötü bir durumdayken gelip beni o durumdan kurtaracak ve yanımda olacak olan bir insana da çok değil iki üç ay sonra aynı şeyleri yapacağımı biliyorum. Bu denklemden çıkan tek sonuç benim hasta bir insan olduğum oluyor böylece. Bunu da kabul edebilirim tabi, ama anladığım haliyle kabul ederim. Çünkü bence, aynen bir filozofun da dediği gibi: Hastalık hayata bir bakış tarzıdır. Bu kısmi nefret durumunun bumerang etkisi ise olayın adaletini sağlar. Bu yüzden bahsi geçen sömürme durumunun bir yerden sonra kendine karşı duyulan nefrete dönüşmesi kaçınılmazdır. Bu daha yoğun bir durumdur. Söz gelimi sizden nefret edebilecek hemen hemen bütün insanlardan daha çok nefret edebilirsiniz kendinizden. Nefret konusunda bir adım öne geçmeniz ise sizde sadece bir nefret duygusu yaratır. Böylece yine bumerang ilkesi gereği kendinize duyduğunuz nefretin bir kısmını karşı tarafa yöneltirsiniz. Bu böyle sürüp gider. Hayatın görünürlüğü yok olduğunda ise her şey sükûn içinde sona erer. Fassbinder’in dediği gibi; Öldüğümde uyuyabilirim.


Bir Sonraki Durak İzmirspor

Mor ve Ötesi – Balıklar. Yorgunluk. Kafam. Bu kafa bana fazla. Boş boş durmak istiyorum. Bu kiraz olayı beni çok yordu. Uykuma haksızlık ediyorum. Kirazdan da nefret etmeye başlıyorum. İniyorum daha doğrusu son anda iniyorum Üçyol’da. Karataş’a doğru yürüyorum. Sabahın sekizinde Gözde’nin evine varıyorum. Annesi beni sever, sabahın köründe de olsa alır beni içeri. Yani öyle tahmin ediyorum. Ablası açıyor kapıyı. Çıkmak üzereymiş. “Gir” diyor giriyorum. Gözde’nin odasına yolculuk. Annesi evde varken odasına girmem biraz ayıp sanırım. Ama bunu düşünecek zaman yok. Elimde sadece bu belirli zaman var. Ablasına dönüp “Anneniz evde mi” diyorum çıkmadan. “Hayır ama siz yine de çok kalmayın” diyip kapıyı kapatıyor. Benden hoşlanmıyor belli. Bunun nedenini merak ediyorum. Ama nedenini bilmek durumu değiştirmeyecek o yüzden Gözde’nin odasına hızlıca giriyorum. Uyuyor. Kapıyı yavaşça kapatıp geri çıkıyorum. Mutfağa yönelip buzdolabını açıyorum. Kaşarlı – Mantarlı tavuktan hiç iz yok. Masanın üstünde kahvaltılıklar var. Tuhaftır seviniyorum kahvaltı masasını görünce. Neredeyse Cemal Süreya geliyor aklıma. Bırak bu şiir ayaklarını diyip masaya oturuyorum. Abla ve anne pek yememişler, her şey olduğu gibi duruyor. Bu sırada sokak kapısı açılıyor. Kafamı mutfaktan uzatıp bakıyorum. Abla geri geliyor. Odasına girip bir şeyler alıyor. Dönerken bana tekrar bakıyor, bakışlarına yakalanmamak için gözlerimi ondan ayırıyorum. Yanıma gelip “Gözde uyuyor mu hâlâ” diyor. “Evet, ben de uyandırmadım, daha erken, birazdan bakıcam” falan diyorum. Bir süre sessiz duruyoruz. Çıksa da yemeye başlasam. Birden mutfak dolabına hareket ediyor. Bir çay bardağı ve bardakaltlığı çıkarıyor. Çay koyup bana getiriyor. Müthiş duygulanıyorum. Sizden hiç hoşlanmadığını düşündüğünüz biri çay koyup size verdiğinde emin olun iyi bir şey yapıyordur.  “Dolapta da meyveler var, onlardan da yiyin, hadi afiyet olsun” diyip çıkıyor. Elimde çayla öylece kalıyorum. Ne güzel nefret dolu bir ilişkimiz vardı. Hayatta iyi şeyler olabileceği duygusundan tam da bu kadar uzaklaşmışken neydi bu şimdi. Bu işin içinde bir komplo sezmeye başladım. Sonra da “Kız çay koydu olum sana ne komplosu ya” dedim.

Çayımı içip uzun süre kahvaltı menüsüne bakıyorum. En sonunda çatalımı bir Ezine peynirine doğru uzatıyorum. Hakiki Ezine olduğunu tespit ediyorum. Ama hakiki Ezine’nin ne olduğunu kesinlikle bilmiyorum. Tereyağı, kaşar peyniri, sucuk arasında yaptığım yolculuk Kayısı reçeli ile sona eriyor. Kalkıp çay koyduğumda açık balkon kapısından, tüllerin arkasından da olsa denizi görüyorum. Tülü açıp masanın öteki ucuna yolculuk ederken kiraz isteğim geri dönüyor.

Çayımı bitirdikten sonra balkona çıktım. Deniz ne lan dedim hep su. Ama güzel. Tuhaf bir taraftan da. “Aras” diyor Gözde mutfaktan. Sevdiğim huylarından biri şaşırmaması. Ulan sabahın köründe balkonunuzda bir adam var bir kork değil mi, bir panik yap. “Nerden geliyosun sen bu saatte?” Doğru soru bu değildi sanki ama uyku sersemi olmasına veriyorum. “Denizlerin altından geliyorum” dedim. Şaşırma emaresi olmayan bir gülümseyişle “Öyleyse ben bir yüzümü yıkayıp geleyim” dedi. Sonra geri dönüp “Denizlerin altından ne ya Şahin K. mısın sen” dedi ve tekrar banyoya yöneldi. Yüzünü yıkadıktan sonra kahvaltı masasına bir müddet bakıp dolaptan Nutella çıkardı. Nutella’dan vazgeçip anında buzdolabına geri koydu.. Bu halini de seviyorum. Aniden yaptığı şeyin saçmalığını fark edebiliyor. “Çay koyim mi sana da? Yoksa Anne bana çay koyma mı diyeceksin” dedi ve kendi kendine gülmeye başladı. Espri anlayışı biraz zayıf ama biz Eymirli gibilerle yaşadığımız için bu mizah anlayışına alışığız.

Yeniden kahvaltı masasına oturuyorum. O bişeyler yiyor ben çay içiyorum. Hiçbir şey sormayan insanlar hoşuma gidiyor. Yani ne sabahın sekizinde orada olmam ne de duyduğum toplu nefret merakını celp etmiyor Gözde’nin. Orijinal bir kişiydi aslında.  Kendisinin gece 4 sularında beni arayıp 2 yıl önce yediğimiz bir yemeğin tarifini sormuşluğu da vardır. Onun gibi olmak istiyordum.. Yüzsem mi acaba.  Ne güzel lan atlarım denize. “Yüzelim” diyorum ona “Var mı yakında bir yer”  “Olur, İnciraltı tarafına gideriz” diyor. Aya gidelim desem “Olur bi araştıralım nasıl gideceğimizi” der ve gideriz. Bak çok ciddi söylüyorum gideriz. Çünkü dünyada olan her şey olağan onun için. “Sen tam Spinozacısın ha” diyorum. “ Her şeyi hayatın olağan akışına bırakmışsın. Olup biteni anlamlandırmak yerine bakalım ne olacak diyorsun. Sonra da olanlarla ilgilenmiyorsun. Oluyor çünkü olmuştur diyorsun. Nesin lan sen artist misin anasını satayım!” “Valla onu bilmiyorum da karnım aç onu biliyorum. Patatesli yumurta mı yapsak” diyor.  İlişki modelimiz bir devrim niteliğinde. Ben de anında patatesli yumurtaya odaklanıyorum. İlişkimizin temeli bir arkadaşlığa dayandığı için içinde bulunduğumuz duygusal durumların dürüstlükten zarar görmeyeceğini biliyorum. “Biliyor musun ben seni pek de sevmiyorum” diyorum. “Yani öyle aşık falan değilim. Kafamı karıştıran bir sürü şey var. Yani hem insan olarak hem de bildiğin şeyler olarak. Mesela geçenlerde edebiyat yapıp cillop gibi kızı bıraktım Güzelyalı’da, aklıma sıçayım. Bir de Amerika’ya giden gizemli bir arkadaş var. Son birkaç ayda başıma tuhaf şeyler geldi. Onlara da aşık olduğumu iddia edemem. Aşık olduğumu iddia edebileceğim biri de var aslında ama o da konu dışı. Bir de bu Hazal sevgili bulunca benle aralıklı şekilde yaptığı buluşmalardan vazgeçti. Ona da kızıyorum bir taraftan. Gerçi haklı o da ya. Mutlu olsun. Ama benle arada takılması mutluluğuna engel değildi bence. Bir de biz niye böyle duygusallaştık ki onu da anlamadım. Ama iyi yani şikayetçi değilim. Ne güzel kahvaltı yapıyoruz en azından.”  Patatesleri ince ince doğrayıp dinledi beni. Sonra da tıpkı anneannem gibi bıçağı tuttuğu elinin tersiyle yüzüne düşen saçları arkaya doğru attı. Patatesleri tavaya koyarken “Çok düşünüyosun abi” dedi. “Yani sen bu yok unutmuyorum ayaklarına, yok işte zamanın döngüsü, zamanın hiç geçmemesi durumlarına odaklanmışın. Böyle yaptığın zaman unutmanın getirdiği ya da düşünmemenin getirdiği hafifliği yaşamıyorsun. Bak mesela şimdi bunlar patates de mi. Ben şimdi bunlara bakınca düşünce balonumda sadece “Patates” yazıyor. Ama sen büyük ihtimalle patatese bile bakıp nefret duyuyor ya da acı çekiyorsun. Aptallık bu yaptığın. Çünkü sonuçta bu patates yani. Ben de Gözde’yim, sen Aras’sın, bunlara sürekli bindirme yapıp yeni anlamlar yüklediğinde yorulursun. Mesela benim babam öldü. Ben sürekli babamın öldüğü zamanda, düşünce düzleminde kalsaydım mahvolurdum. Tabii ki babamı unutmadım ama onun ölümünün yarattığı acıdan kurtulmayı o acıyı unutmayı başardım. Çünkü yapacak başka bir şey yoktu. Sen de bir şekilde artık unutmak zorundasın. Unutmamak için gösterdiğin çabayı unutmaya harcasaydın bambaşka bir adam olurdun. Şeyi düşün mesela sen şimdi Arkeoloji yerine hani Tiyatro Yazarlığını yazacaktın ya Öss’de. Hah işte onu kazanmışsın diyelim, işte Mimar Sinan’a İstanbul’a gitmişsin. İşte böyle olsaydı sen şimdi bambaşka bir adam olacaktın. Neden çünkü bambaşka şeyler yaşamış olacaktın. Şimdiki durumundan daha mı iyi olurdun daha mı kötü olurdun onu bilemem ama farklı olurdun işte. Bütün bu ihtimaller mevcut ve mümkünken sen sadece burada ya da başka bir yerde bir şeyler yaşadın diye hayatını tümüyle bu yaşadıkların üzerinden değerlendirmemelisin. Dediğim gibi İstanbul, Eskişehir ya da Floransa’da da olabilirdin. Oralarda başka insanlarla başka şeyler yaşayabilirdin. Yani farklı bir insan olabilirdin hâlâ da olabilirsin. Her şey bu kadar basitken her şeye sürekli farklı anlamlar biçmek sana bir şey kazandırmaz. Ha beni sevmiyorsan da siktirir gidersin bu da bu kadar basit. Ama önce patatesli yumurtamızı yiyelim”  Çayımdan bir yudum alıp “Amma konuştun amına koyim. Yarısını dinlemedim ha” dedim.

Patatesli yumurta gerçekten şahane. “Denizi boşver” diyorum “Benim müthiş bir planım var.”  “Neymiş o?”  “Hatay’a gidip harika kirazlar alıcaz, sonra da eve geri dönüp tam 10 bölüm Canım Ailem izliycez.” Ağzına attığı kocaman lokmayı güç bela yutarken “Olur” diyor. Halimize gülüyoruz.