30 Kasım 2011 Çarşamba

Öğleden Sonra Aşk Gösteriminde Yapı mı Söktük ki Rohmer Şöylesine ve Böylesine Pek Sevildi.

Sınav dönemi (vize dönemi diyenler de var ama katılmıyorum buna) benim destek verdiğim bir zaman alanıdır. Zira bu mevsimde gösterime gelen insan kitlesinin yaş ortalaması on – on beş yaş yükseliyor. Öğleden Sonra Aşk bu seyirci kitlesi için tam isabet bir film oldu.




197 sayfa aralıksız şiir yapan bir tanıdığım var. Üstelik kitaplaştı da bu 197 sayfa. Garip şey. Biz bu tanıdıkla bir gün aynı evde de kaldıydık. Sürekli bir kadından bahsediyordu. Sonra da “hepsini yazmalıyım. Yazmak. Yazmak. Bunu yapmalıyım” diyordu. Manyaktı herhalde Sabah erkenden uyanmış evde dolaşıyordu. “Yazmam lazım. Yazmam lazım” Onu hatırlıyorum şimdi. Ben de bir sürü şey yazmalıyım buraya. Mesela gösterimde bulunun amca ve teyzelerin filmin sonunda yaptıkları müthiş yorumlar. “Ben islamdan yola çıkarak bakınca” ya da “Kadın olsaydı da eşine sahip çıksaydı” “Çokeşlilik doğal bir şey.” “Çokeşlilik doğal bir şey değil.” vs gibi şeyleri işte. Ama yok meselem o değil. Ben olayın biraz daha acayip bir yönü olduğunu düşünüyorum.





Gösterimin daha en başında yaptığım sunumla aslında farkında olmadan insanların filmi belirli bir bakış açısıyla izlemesine neden oldum. Bu iyi olmadı. Filmin sonunda yaptığımız konuşmalarda da filmdeki erkek karakterin eşini aldatmamasıyla “ahlaki” mi yoksa “ahlaki olmayan” bir davranış mı sergilediğini tartışıp durduk. İşte olayın acayipleştiği nokta da burası oldu. Herkes kişisel yaşam deneyimiyle filmi yorumlamaya başladı. Örneğin bir hanımefendi filmle ilgili “ben yönetmenin dini bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum” deyiverdi. Ve bunun da kendi inancından yola çıkarak yapmış olduğu bir tespit olduğunu belirtti. Başka bir beyefendi de ahlakın toplumun dayattığı bir şey olduğundan ve filmdeki erkek karakterin de toplumun yanlış olarak kabul etmesi nedeniyle eşini aldatmadığı varsayımından ilerleyerek konuyu başka yerlere götürdü. İşte o noktada çok alakasız şekilde Godard’ın “Filmi iade etmek” dediği şey aklıma geldi. İzleyiciler farkında olmadan bir tür üretici özneye (bu üretici özne durumu biraz ütopik bir şey tabi. Burada sadece “filmi yorumlarken fikir üreten” bir özne topluluğundan bahsediyorum) dönüşüyorlar ve kendi deneyimlerini izledikleri şeyin bir parçası haline getirerek yorumluyorlar. Bu da süreksiz bir üretime yol açıyor. Ha ortaya çıkan şeyler gerçekten gerekli ve bundan sonraki tarihe kalacak şeyler değil elbette ama olan bir şey var ve her özne bir noktada bunun bir parçası haline dönüşüyor. Her sandalyeden ama iyi ama kötü bir tekil düşünce fırlıyor. Bu aslında nerden bakarsak bakalım Postmodernizm denen şeyin ta kendisi. Herkesin farklı olduğu ve herkesin bu yüzden farklı bir bakış açısı olduğu Postmodernizm’in devamlı kurulan cümlelerinden biridir. Bu bakış açıları kavramı elbette büyük bir öneme sahip. Bizim deneyimlediğimiz şey de bu “derin” kavramın su yüzünde görünen kısmı.




Yeni bir şey ortaya çıktı mı diye sorarsanız cevabım hayır olur tabi. Ama sadece bizim gösterimlerde değil dünyadaki herhangi bir kültür olayında “yeni”yi pek göremiyoruz zaten. Zira az önce andığım bakış açısı kavramının sonu çok daha çetrefilli bir yere bağlanır. Evet herkesin bakış açısı farklıdır. Örneğin bizim izlediğimiz Öğleden Sonra Aşk filminde Yönetmen Rohmer’in bakış açısıyla filmden 37 yıl sonra bir salonda o filmi izleyen insanların bakış açısı aynı olamaz. Ve iyi bir yönetmen de bunun farkında olduğu için her izlenişinde farklı bir bakış açısıyla görebilecek ya da alabildiğine fazla bakış açısıyla değerlendirilebilecek bir evren kurmaya çalışır.



İzlediğimiz filmde Rohmer bunu gayet iyi başarıyordu. Ama yönetmenin ve izleyicinin bakış açısı farklı olmak zorunda olduğu için yeni’yi sezmek zorlaşır. Bu noktada bir basamak daha yükselerek bir sürü farklı bakış açısının üstünde bir “fark etmek” kavramı olduğunu sezeriz. Bu fark ediş bir sürü farklı bakış açısının olduğunu,bir bakış açıları topluluğu olduğunu fark ediştir. “Ve hiçbir zaman ulaşılamayacak olan hakikate yöneltilen,atılan bir sürü bakış” içinden“yeni” olanı bulup çıkarmayı sağlayan “fark-ediş”tir.






Bu fark-ediş’in oluşması ise birikime bağlı bir süreçtir. Bir Hollandalı üçüncü tür bilgiye (bu bilginin içinde “yeni”yi fark etmek de mevcuttur şüphesiz) ulaşmanın yolunun olabildiğince fazla şey hakkında bilgi ve fikir sahibi olmaktan geçtiğini söyler. Bu bir sürü şeyin içinde bir sürü bakış açısı olduğunu da belirtmeye gerek yok sanırım. Bütün şeylerin bakış açısı sonuç olarak nereye mi varır? Bunu bilmek kolay değil. Ama en azından bütün bakış açılarının temel güdü olan arzudan beslendiğini varsayarsak (ve arzunun sonsuz bir şey olduğunu hatırlarsak) bir sonsuzluk düşüncesine varırız. Sonsuz olan yaşamdır. Ölümün bir sınır olduğu hayattan farklı olarak yaşam başı ve sonu belirsiz sonsuz bir durumdur. Anlık hamlelerle hayatın içine sızar ama sadece “an”dır bunlar. Bir filmden bir an. Bir karşılaşmadan bir an. An sürer ve yaşama karışır. Yaşam da sonsuz olduğuna göre bir “an”ı oluşturmak dolayısıyla bir yaşam oluşturmak düşüncede yeni alanlar açmayı gerektirir. Sinema işte bu yüzden yaşamla şartlanmıştır. Bir filmin yaşama karışması için bir sürü bakış açısı ile donanımlanmış olması şarttır. Sonraki süreç ise bir filmin içindeki yaşamı fark etmektir. Bu da seyircinin filme katılımını ve uzun süreçte üretici bir özne olmasını gerektirir. Ama bunlar tabii ki Mauvais Sang gösterimi sırasında ne yapacağını bilemeyip,oturup blog’a bunları yazan adamın düşüncesidir.


Yani demek istediğim Öğleden Sonra Aşk farklı bakış açılarının tek bir film üzerinden nasıl farklılaşacağını görmek için iyi bir deneyimdi. Ama bu da bilgiye ulaşmanın denyimlerden geçtiğini elbette ve kesinlikle ,ama şöyle, ama böyle göstermez. Göstermez. Neyse. Mutlu Geceler.

29 Kasım 2011 Salı

Aralık Ayı Programı

7 Aralık Çarşamba : Annie Hall (Kasım ayında çeşitli nedenlerle iptal etmiştik. Şimdi yeniden ısrarla deniyoruz)

Yönetmen : Woody Allen

Bağlam : Woody Allen Sinemasında Fark ve Tekrar






14 Aralık Çarşamba : Jerichow

Yönetmen : Christian Petzold

Bağlam : Alman Sinemasında Göçmen Türkler







21 Aralık Çarşamba : Çılgın Pierrot (Pierrot le Fou)

Yönetmen : Jean-Luc Godard

Bağlam : Godard'ın Düşünme ve Deneme Hamleleri






Mutlu Geceler.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Bir Zürafa İçin Değişik Şeyler





Jacques Rivette’in anlattığına göre Yeni Dalga dediğimiz olayın ilk başlangıç yeri Fransız Sinematek’i imiş. Bu Sinematek’in kurucusu olan Henri Langlois (“hazinelerimizi koruyan ejder”) Uzakdoğu,Ortadoğu Doğu Avrupa,Hindistan vs. gibi yerlerden biriktirdiği eski-yeni ne film varsa bu 50 kişinin sığabildiği Sinematek’e koyarmış.


1940’lı yılların sonunda bu Sinematek’in düzenli seyircileri oluşmaya başlamış. Daha sonra bir Ekim ayında, muhtemelen çek bir yazardan uyarlanmış birkaç film ya da eski,grenli ve neşeli Hollywood müzikallerinin gösterildiği bir gün yine izleyiciler her zaman olduğu gibi dengeli bir şekilde küçük salona yerleşirken, ilk iki sırada (yine her zaman olduğu gibi) üç genç olur, bunlar üç ya da dört koltuk aralıklarla otururlarmış. En solda oturan genç diğerlerine göre biraz daha iyi giyimli,bir not defterine notlar alırken,kucağında da muhtemelen etnoloji ders kitapları ve modern şiir ile alakalı bişeyler taşırmış.(Godard) İkinci sırada oturan ve Jean Pierre Leaud’a benzeyen ve diğerlerine göre daha genç olan tip ise,kepçe gibi kulakları ve üstüne bol gelen elbiseleriyle boş perdeye bile dikkatlice bakmaktaymış. (Truffaut) Önun önünde ve biraz sağa doğru ise üçüncü genç oturmaktaymış. Diğer iki gençten daha küçük,zamanını Henry James okuyarak geçiren bu gencin suratında taşralı olduğunu belli eden bir gülümseme varmış (Rivette). Ha bir de ışıklar sönünce koşarak salona gelen ve genelde her gösterime böyle geç kalan iki genç daha varmış (Chabrol ve Rohmer) Gel zaman git zaman bu beş gençten biri diğerlerine laf atınca tanışmış ve arkadaş olmuşlar. Sonra da Rivette’in evine gidip çay içmişler. Hepsi de sinema yapmak istiyormuş.




Biz biraz hikâyeleştirdik ama yeni dalgacıların tanışması gerçekten de böyle gerçekleşmiş. Tabi insan düşünüyor bizim memlekette nasıl şeyler oluyor diye. Mesela biz 2 yıldır gösterim yapıyoruz Köşk’te. Burada tanıştığımız çok güzel insanlar da oldu tabi ama “haydi film yapalım,kamera getirin, ışık getirin, beni getirin” diyen heyecanlı filmsevicilere hiç rastlamadık. Neyse ya. Aslında bunları yazmayacaktım ben ama giriş böyle oldu nedense. Aslında böyle değildi biliyorum. Hepsi hikâye hepsi imaj ama yine de üzücü biliyorum. Hırvatlar hakemi oyaladı biraz cümle kurmak isterdim devamı gelen. Nasıralı İsa. Nasıralı Elia Süleyman. İsrail kurgu oldu Filistin belgesel. Elia Süleyman’ın bir filmi vardı geçende İletişim’de. Ben Elia Süleyman severim. Ama bu defa “Hatırlıyorum” ya da Amarcord yapıcam derken ipin ucunu kaçırmış. Filistin meselesi, üzerine en çok şey söylenebilecek olaydır belki de. Ama Elia ısrarla net bir cümle kurmuyor. Daha çok kendi ailesinin acılarına odaklanıyor. Olanı göstermekle yetiniyor. Kutsal Direniş’te müthiş biçimde kullandığı mizahı ise bir türlü filme yediremiyor. Bütün bunları neyle açıklayalım Elia otur. Sel “Düşünsel” diye bir kategori bulup kitap basıyor. Çok sikimsel. Dayım böylelerine “anası konkencinin çocukları” derdi. Geçenlerde bir Zerrin Doğan filminde “Tüm buralarda tanıdık tamirci yok” diye bir tümce duydum. Tüm buralarda tanıdık tamirci yok. O an filme girmek ve “ben varım ben Aras usta”. Sen nehirleri yataklarında ayırırdın da örterdin üstünü. MAKAVEJEV’in bir filmi var Sweet Movie diye. Uzun zamandır üzerine yazma hamlelerinde bulunuyorum ama olmuyor. Sonra yine bakıyorum yeni dalgacılara hepsi yazmış da yazmış yıllar boyunca. Sonunda da bir film estetiği geliştirip bunu pratiğe de mükemmel yansıtmışlar. Peki biz ne yapıcaz Cafer. Birazdan yatacağı geceye gidecek herkes ben ne yapsam ne yapsam ne yapsam. Makavejev işte o da yatacağı geceye gidecek. Ne yapmış mesela o Kanada’da çektiği filmde? Sosyalizm’in enformasyona sokulan algılanış biçimine bolca penis,vajina,kusmuk,sidik göstererek tepki göstermiş. Ama bu kadar basit ve çakma anarşik değil tabi. 3-5 olayı birbirine teyelleyip “sinemada zaman”ı katletmiş. Acımamış. Geçen her gün barda bir adam gördüm Böyle bara girdi ve etraftaki tüm kızlar “aa bu o” dediler Biz de bir arkadaş var işte diyoruz kim bu düdük Sonra yan masadaki bir ünlü edebi kişiliğe gidip “usta geldim ustaa” dedi Bizim de tanıdığımız “usta” da elemanı bize çevirip “bak bunları tanırsın sen yazdıklarını göstermiştim” diye yumurtlayıverdi Eleman da “oo,bomba şeyler usta konuşalım bir ara” şeklinde bir söylemde bulundu bana dönüp Ağzında 3-4 top profiterol var gibi dolu dolu konuşuyordu eleman Sevmedim Neyse ben de döndüm “aaa” diyen kızlardan birine “kim bu” dedim “Can Bonomo” dedi gözlüksüz kız Ben de “Bono mu?” Adam işte Makavejev’in tersten okunması İnsan Bonomo diyebilir basitçe Makavejev’e lakin bence Bono o iyi bakmak lazım Parajanov mesela Yaz yaz yaz Ne yazıcan adama Klişeden kaçıcaz derken kalmıyor geriye bişey Netten baktım Parajanov’la ilgili ne var diye Yok derviş yok usta yok mistik falan filan Bildiğim küfürler var birkaç onları ettim Geçen sene de islamikboy bir tip Abbas Kierostami üzerine bir belgesel yapmış onu gösteriyordu İletişim topluluğu Kalkmış İran’a da gitmiş adam allasen Ama çocuk uzun ve çirkin saçlarına hiç aldırmadan mütemadiyen “derviş” “mistik usta” “hümanist dev” diyor Kiarostami’ye Gösterimde de bulunan ve Kierostami’yi de gayet iyi bilen İran’lı bir arkadaş “mal lan bu” lafını etmişti hayatında ilk kez Ve dilimizde o filmi ve o filmi çeken özneyi.. daha iyi tümce yok Geçen gün Hegel’in estetik derslerini okurken aklıma geldi Sosyoloji bölümünde bir kız var Hep de karşılaşıyoruz elinde böyle Derrida kitaplarıyla falan salınıyor ortalıkta Güzel de bir kız Anlaşılmaz şey doğrusu Bir gün bakıyorum “Marx’ın Hayaletleri” ertesi gün bakıyorum “Gramatoloji” daha da ertesi gün bakıyorum “Bağışlama ve Kozmopolitizm.” Nesin sen hanfendi Derrida okuyorum diye hava mı atıyosun yoksa hakkaten bir amaçla mı taşıyosun o kitapları Deliganlıysan çık karşıma Bu arada Derrida böyle bir hanfendinin okuyamayacağı kadar “ağır” değil mi Cafer O kız ne anlıyor mesela Şimdi yapıbozum’dan yahut Derrida’nın yas çalışmaları ya da miras kavramından Ha “Sen ne anladın” “Hiç Ne anlıycam Anlamak için kitab mı okunurmuş allasen Cafer” Soner Arıca’nın ilk albümünü hatırlıyorum Hayli samimi ve içten bir albümdü Vefasız diye bir şarkısı vardı mesela Ne severdik Arvo Part diye bir eston var (Estonyalı insanlara ne deniyor acaba “Estonyalı” mı “Eston” mu “Rakipsiz bon bon” mu) bu adam klasik müzik icra ediyor. Biz Rahmaninof ve Shostokovich (böyle mi yazılıyor bunlar) dinleriz biliyorsun Ama bu adam da fena değil Bir filme de müzik vermiş Ünlü bir film ama bilemedim sırtım ağrıyor da Ben en çok Rivette’i seviyorum ama Onu da söyleyim En tavizsiz en uzlaşmaz olanı o bence (Godard alınmasın lütfen bunlar benim düşüncem) Roma plastik sanatı ne yea Felsefe kulübü eşcinsel içerikli bir film koyuyordu Lakin filmde bir arıza olmuş ve başka bir eşcinsel temalı film koymaya karar verip Kötü Eğitim’i koydular Arkadaşlar çok iyi niyetli güzel insanlar ama bu nedir abi Bir eşcinsel filmi olmadı öbürünü koyalım mantığı nedir Sitüasyonizm iyi de evde sadece kasap köfte var eski o ne olacak Ekmeğen arasına koyup ye diyeceğin bir politik tavır isterim dağ mavi gök yeşil olsun duman drubu eskisi gibi güzel olsun aşk olsun sana çoğuk aşk olsun artık dökülen yere Les Diables iyi film bak şu çocuklu filmler diyeceğimiz tür var ya onlardan ama biraz daha sivri ilk film bu anası babası kayıp iki çocuk kaldıkları her yerden kaçıyorlar sonra bir yetimhanede bunların anası ziyarete geliyor çocukları diyor ki (bir kız bir erkek bu çocuklar) oğlan eyvallah da bu kız benim değil diyor (kız özürlü biraz) oğlan da anasını kesip kızı alıp kaçıyor sonra sevişiyor bunlar o yaşta bir taraftan da bu ikisi hakkaten kardeş mi değil mi hiç anlayamıyoruz oğlan çocuğu da anlayamıyor zaten öylece sürüyor film çocukların seviştiği sahne nedeniyle film ahlaksız bulunmuş Fransa’da (ulen Fransa ne komik şeysin sen ülke hay kedi canını yiyim) ben derim ki “yoo hayır yoo” çocuk pornosu falan savunacak halimiz yok tabi de çocukların kendi aralarındaki cinselliği özgür bırakalım diyorum Gayrettepe ne kötü bir semt adı Tchibo sana çiçekli şiyir yazıcam Jacques Rivette demiştim Temmuz ayında Sivas Türkü Panayırı’na katıldım iki halk ozanıyla karşılıklı atıştık ben ama Jacques’ı seviyorum işte geldi aklıma Halk ozanı baktım bağlamasının sapını göstererek “ben o Jacques’ın” hareketi yapıyor derken aldım ben de çalgımı başladım “Enine boyuna düşmanım kıvrılışıma/ Söylenenleri tatmadık belki ama /Ol Jacques sapansız hafızamda/ Ne Bach var artık ne karanfiloylumoylum /Üstelik deviriyorum da söylediklerimi dur sana fırkateynler fırlatıyorum.” dedim Bir daha da Sivas’a bence herkes en az bir Jean-Marie Straub filmi görmeli bir Kafka uyarlamaları var Amerika’dan Uyudum kaldım sonra bir daha izledim bir daha o zaman bin yıllık saltanatımız başlayacak Cafer sonra bin yıl daha sürecek bin yıl daha bin yıl daha lordbayrın o kadar mutluyum “Niye Bresson koymuyorsunuz” “Bilmem” Jerichow ve Pierrot Le Fou var Aralık’ta belki ikinci dönem devamlılık olursa “orrayt bayanlar baylar orrayt asayiş berkemal” “Blade Runner izlemeyeni ben adam yerine koymuyorum zaten” demişti Göç Yine kayıp bizi üzen Avangardın Sonu Peki bu çocukları nasıl başlayacağız Rivette doğmakla 80 yaşında Türkiye’de avangard Abbas Güçlü’dür Hümanizmi Anlıyorum Said ama o da çok tartışmalı biliyorsun yarışma var vizyonda o seks Türkiye dağılın dağılın yere yatın yere buna 2 yumurta kırıp hızlıca karıştırcağız Perihan Mağden geri döndü yahu 20 yaş falan neyse de 25 yaşındaki adama Taraf aldıracaklar yeminle ayıptır geçen de şey dedi bir arkadaş “ben 25 yaşındayım ya Birgün mü okuycam” hey gidi saga özlüyorum ne müthiş atari idi ben işizaki severim tusubasa’dan ziyade ben sağdan kontraya kalkmıştım tusubasa üzerimde deplasman huzursuzluğu rüyamda candy ile gördüm seni kimseye pas vermiyodun wakabayaşi kantçı oldu tusubasa işizaki çıkmaz gay bar’dan sen nankatsu’dan ayrılalıberi herkes bi allahsızlaştı sen gittin içimde tek kuala lumpur kaldı yahu bu kadar olur market sahibi barbaros’u çeşme önünde gördüm afili filinta replik peşinde şimdi ben o adamlara “türkçe” derim sabahlara kadar anlarlar ama onlara bir otoparakta ölü bulunan sasani boksör ismail’i anlatsam işte böyle kaçar müthiş dize fırsatları onlar şiyir sinema yaparlar kaç yıl oldu allah kimseyle konuşmuyor safiyüddün abdülmümin şu bir dakıka boyunca hatırlıyoruz hadi 60 59 58 57 56 55 54 53 52 51” 50 49 48 47 46 45 44 43 42 41 40 39 38 37 36 35 34 33 32 31 30 29 28 27 26 25 24 23 22 21 20 19 18 17 16 15 14 13 12 11 10 9 8 7 6 5 4 3 2 1 okudun mu hakkat cafer hay sana topatan kavunu şu kadar tamam bu arada farkında mısın hiç mahmut tarifi verecek adam kalmadı kadın ortalıkta 1040’ta ne oldu sen demiştin tüfenkleri takmayın kırsalda lan purattu kenarında yengeniz bekler



ozonunkısalarıbenceçokiyimeselaregarddelamer50dakikaama3saatlikfilmdoyuruculuğundasevdimbirdeyazlıkelbisevar12dakikasürüyoriştebirgeyinkendikimliğiylebarışmasınıkonualıyoryani12dakikadasöyleyeceğininetolaraksöylüyorfilmneeksiknefazlaburdaeliasüleymanatekrarcıkcıkdiyorumbakadam12dakkadabitirdisenorda110dakkakafaşişirdintekbirsözünyokbirimgeveonungöstergeolarakişlevikadınsorunuimgesiningöstergeolarakişlevi.aşkkavramınınimgesiningöstergeimajolarakişlevinesneilegöstergearasındakifarkınanlaşılabilme meselesigerçeklik söyleyebilmekgerçeklik


oluşturulamazçünküteorikakılönceliklezihniyapılandırmakakılvenesnearasındakibağlantıyıöznevenesnearasındakiilişkiyihedefalırpratikakılburadadevreyegirerzamanvemekanıntemelalındığıtarihbaşlarkendindeşeyolanbirideherkeskendindeşeyolanıözneleşmeolarakyaşarsaamacayönelikbirtoplumkurulabiliryasakoyucupratikakıldırkendihayatınayasalarkoyanbirpratikakılavangardınsonuvarsınolsunherşeygüzelmutlugecelerohujghghıokhuhiğpıhyftopp00y623eryı9p*7v3q6oo77esdfdmjiğıortxsryoı78t6verr6o9jt657809jy78tedııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııtttttttttttttttttttttttttt…………………………………………………..

15 Kasım 2011 Salı

Çoğunluk Var Gösterim Üzerine Bazı.


2 Kasım Çarşamba : Olmaya meyleden şey olacak diye bir şey yok.



Çarşamba ne tuhaf bir gün adı. Nasıl ortaya çıkmış bilmiyorum. Ama telaffuzu insanda garip bir etki yaratıyor. Düşünsene Cafer : ÇARŞAMBA.


Yıllar önce bir sahafta (galiba Tomris Uyar’ın çevirdiği) “Günlerin Anlamı” diye bir kitap görmüştüm. Kitabın adını yanlış hatırlıyor da olabilirim doğal olarak. Her neyse. İşte o kitap bununla ilgiliydi. Her dilde günlerin adlarının nereden geldiğini,neden öyle olduğunu vs. anlatıyordu. Keşke alsaydım diyorum şimdi.


İnternetten araştırsam kesin buluruz bişeyler biliyorum. Ama böyle bir niyetim yok. Çarşamba sadece telaffuzunun tuhaflığıyla kalsın. Ekstra anlamlar,işlevler bindirmeye gerek yok. Aslında bu neredeyse her konu için geçerli olabile…Çoğunluk sezonun ilk gösterimi oldu. İyi mi oldu? Hayır. Kötü mü oldu? Sanmıyorum. Murat göç’ün gereğinden soğuk bir nisan gününde,yine bir gösterimden çıkarken söylediği “Bir işe yaramıyor Aras’cığım” lafını hatırlıyorum. Bunu ilk gösterimde (aslında geçen sene yaptığımız bir çok gösterimde de) fark ettim elbette. Seyirci vardı baya,evet. Filmin sonunda da gayet iyi sayılabilecek tartışmalar oldu,evet. Peki derdin ne Cafer?





İnsan hep çok acayip olacağını düşünüyor galiba. İşte tartışma değil de birlikte bir düşünce denemesi,hamlesi çıkacak ortaya. Selim I’nın rüyaları gibi. Çok şey bekliyoruz sanırım. Atla deve değil,gösterim yapıyoruz sonuçta. En kötüsü de gösterim sonunda bir şey söylemeye çok niyetli gözüken ama nedense söylemeyen ya da söyleyemeyen insanları fark etmek. “ Var ya konuşsa alacaktı aklımızı” falan diye düşündüren karakterler gidip geliyor gösterimlere. Bu da çok hüzünlü bir taraftan. O insanlar evlerinde ya da yurtlarında ne anlatıyorlar acaba. Orda konuşmadıkları neyden bahsediyorlar. 40-45 kişi Cafer! Bunlar bir yerden çıkıyor ve hayatlarına devam ediyorlar. Bu çok kötü inan.


Ama “aslında buydu beni geliştiren,lut gölünün ve karanlık resimlerin karşısında…” Böyle devam etmesi ilginç bir direnç kazandırıyor insana. Bir işe yaramıyor evet. Ama hiçbir işe yaramasa da bir şeyi yapmayı sürdürmek inanılmaz bir şey. Bu hareket gereksinimini illa bir yere aktarıyoruz. Aynı saatlerde kordonda bir kadın ya da erkeğe aşık bir vaziyette,atkımızı geriye atarak dolaşabilir,dolu gözlerle denize bakıp bir sigara yakabilir ve bunun da bir işe yaramadığını düşünebilirdik. Ama bütün işe yaramayanlar içinden boşluğa doğru fırlatılacak daha iyi maddeler seçiyoruz.


Bununla beraber Aralık ayı programı da hazırlanıp yollandı. Belki de filmler yanlış seçildi de böyle oldu diye (2 yıldır olduğu gibi) düşünüp hakikaten “derinlemesine” konuşulacak bir iki film seçtik. Tehlike anında Godard koyunuz maddesine sadık kalıp Aralık ayına bir de Godard ekledik. Hiç değilse bir iki insanın canı sıkılır da kalkar gider dedik. Bu da bir harekettir kuşkusuz.


Konu bir “hareket eksikliği” değil tamamen. Bu hareketin meylettiği yerin belirsizliği. Boşa gitme dediğimiz şeyi düşündüren de bu. Yoksa hepimiz çaresiz hareket halindeyiz. En basitinden hayatını bir yatakta geçirmeye mahkum olan bir insan bile kan dolaşımı,bağırsak aktiviteleri ve bir sürü daha vücut fonksiyonuyla hareket halindedir. Ölsek bile vücut çürüyerek vs. hareketi sürdürür. Bunlar bilinen şeyler. Önemli olan düşüncenin hareket atılımı. Bunu yapmak o kadar zor ki (bir gösterimle de bu kadar şeyi yapmayı amaçlamak saçmalık elbette) insanda katıksız bir hüzün bırakıyor sadece. Neyse. Uzatıyoruz Cafer.





BİR SMS ÜZERİNE ÇOCUKLARI GERİ ÇAĞIRIYORUM :YİNE KAYIP BİZİ ÜZEN


Murat Hoca koyup gittiğinde evde heyecan taşıyorduk. Ne olup biter diye. Sonra Eymirli de gitti. Murat Göç dönecek gibi durmuyor. Zaten okuldayken de orada duracak gibi durmuyordu. Eminim Çanakkale’de de orada duracak gibi durmamaya devam edecektir. Bahtin anlatırken girdiği düşünce hızı. O hızı alıp gösterimlere aktarmak isterdim. Kendisinin bezginliğini çok hareketli ve iş bitirici herkese tercih ederim. Onu özlemeyi sürdüreceğiz.

Rasyonel umudumuz Eymirli. Belki dönüp geldiğinde gösterimleri bitirecek bir hamle yapar. Yahut devamlılığı sağlayacak projeler geliştirir. “Bir de şöyle bak” falan der. Bir eli havada anlatmaya çalıştığı şeyi tarif ederek sunumlar falan yapar eskisi gibi.

Çarşamba. “Yorgun. Ev aklımda. Gitmeyi unuttum.”


Mutlu Geceler.