27 Mayıs 2011 Cuma

Slavoj Žižek'e Sorduk O da Cevapladı

NOT : Bu röportajın bir bölümü Skype üzerinden diğer bölümü ise Zizek’in “Ortadoğu’ya Lacancı Bakış Seminerleri” kapsamında Beyrut’a bağlı Kurama bölgesinde gerçekleştirdiği bir konferans sonrasında yapılmıştır. Yardımlarını esirgemeyen Lübnan Kültür ve Turizm bakanına ve Beyrut bölge başkanı Aral Muhammed’e teşekkürlerimi sunarım.


Aras K. : Selam Slavoj nasıl gidiyor?

Zizek : Teşekkür ederim Aras. Şu sıralar oldukça yoğunum tahmin edebileceğin gibi.


Aras K : Evet biliyorum. Bu yoğun programında vakit ayırdığın için ayrıca teşekkür ederim. Vakit az madem ben de hemen sorularıma geçeyim. Bu yaptığın Ortadoğu gezisi çok önemli kuşkusuz ama biz sinema ile alakalı insanlar olduğumuz için sorularımız da senin sinema üzerine yazdığın şeylerle ve özellikle de sinema üzerine yazdığın son kitabın “Babamın İkinci Karısı” üzerine olacak. Ama ona gelmeden önce daha önce yazdığın “Yamuk Bakmak” üzerine konuşmak isterim. Bu kitapta yine Lacancı bir bakış açısıyla bilhassa Hitchcock filmlerinden bahsettiğin söyleniyor.


Zizek : Evet, öyle denebilir. Zaten o benim sinema üzerine yazdığım en kapsamlı şey. Orda Hitchcock’un Aşktan da Üstün filmiyle ilgili yazdıklarımı hatırlarsın, yani sonuçta kendimizi Nikaragualı…


Aras K. : Maalesef Slavoj. O kitabı alıp okuyamadım. Lanet olası Metis yayınları çok zorluk çıkardı ve çok pahalıydı. Uğur Eymirli’nin almasına yardımcı oldum ama. O okudu sanırım. Geçen sene zordu fuar, yani senin anlayacağın 2010 berbat bir yıldı bu açıdan.


Zizek : Anlıyorum Aras. Ben de Lyublyana’daki yoksul günlerimde yaşamıştım böyle şeyler. Hiç unutmam Hegel’in Tinin Görüngübilimi kitabını o zor şartlar altında bir arkadaşımla beraber almıştım. Bendeki ilk Lacancı-Hegelci yaklaşımı o tarihlerde gördüklerini söyler arkadaşlarım. İşte oradan buraya kadar geldik. Yani demek istediğim.. bilirsin, inanın kendinize (gülüyor).




Aras K. : Teşekkür ederiz Slavoj, bu önerini dikkate alacağız. Hazır Lacancı-Hegelci yaklaşım demişken şunu sorayım, senin “Maddeci bir teoloji için yapıtaşları” adlı makaleni anımsıyorum. O yazında yine sinemaya göndermeler yaparak bir yapı oluşturuyordun. Fakat makalenin sonlarına doğru "Bir Kantçı Olmanın Güçlüğü"nden bahsettikten sonra, hızlı bir dönüşle “Bir Hegelci olarak Kierkegaard” yazınla yapı taşlarını eksiksiz olarak tamamlıyordun. Benim sorum şu : Siz Slovenya ya da İngiltere’de Kierkegaard’u “Kirkegar” diye mi söylüyorsunuz yoksa “Kirkegor” mu?


Zizek : Valla o husus bahsettiğin yerlerde de çok tartışılan bir şey Aras. Ama bence, (gözlüğünü takıp Kierkegaard’un “Kahkaha Benden Yana” kitabına bir müddet bakıyor sonra da sakalını kaşıyıp hafif gülümsüyor) “Kirkegor” diye okunması lazım. Bu benim tercihim ve metodolojim. Ama bunları kafayı çok takmamak lazım.



Aras K. : Haklısın. O halde sinemaya dönebiliriz artık. Senin David Lynch üzerine olsun, Kieslowski üzerine olsun birkaç kitabın var. Ama bunlarla yetinmeyip sinema üzerine az önce adını saydığım kapsamlı kitaplar yazıyorsun, bunlarla da yetinmeyip neredeyse her kitabında ( Örneğin Gıdıklanan Özge* ya da Paralaks) meseleyi bir yerde Sinemaya bağlıyor ve adeta sanat ve felsefe arasındaki köprüleri yıkıyorsun. Bu tip bir yaklaşımı benimsemenin nedeni nedir? Sinemayı çok mu seviyorsun yoksa sinemayı metodolojinin bir parçası haline mi getiriyorsun?


Zizek : Aslında her ikisi de. Sinema 20.yüzyılın en büyük olayı kanımca. İcat kelimesi yetersiz zira her yeni filmle, her yeni fikirle sinema tekrar icat ediliyor. Sinema öznellik konusunda yepyeni yaklaşımlar getirerek felsefe ile arasındaki köprüleri yıkmıştır. Sinemada figür ile zemin arasındaki o uyumsuzluk tasvir edilen kişinin öznelliği hakkında önemli bir mesaj vermektedir. Teknik bir mesajdır bu.. bu tekniğin dışavurumcu kullanımını mükemmel hale getiren Orson Welles olmuştu. Onun standart çekimlerinden biri de kahramanın kameraya çok yakın durması, arkada bulanık bir zemin olması ve bu zeminin “gerçek” bir şey olsa bile, yapay, hayali bir boyuta sahip bir şey etkisi yaratması, sanki kahraman gerçek dünyada değil de fantazmagorik sanal bir evrende hareket ediyormuş etkisi yaratmasıdır. Bir öznenin hiçbir zaman ortamına tam olarak uymaması hiçbir zaman ona tam olarak iliştirilmemiş olması olgusu, öznelliği tanımlar. Bu tanımın en iyi biçimini de sinemada görürüz.




Aras K. : Anlıyorum. Ama yine de sendeki tüm o sosyalist damara, Hegelciliği bir bakış açısı haline getiren tavrına rağmen acayip bir popülistlik görüyorum. Hitchcock diyosun, Kieslowski diyosun, arada Fassbinder bile diyosun ama buna rağmen Matrix diye bir kitap yazıyosun. Ve yaklaşımın yine aynı. Bu bir kalıba dönüşmedi mi sence? Yani bu psikanaliz vs. den ya da felsefede Hegel’den aldığın diyalektik olana yakınlaşan bakış açın… bunlar da bir tür kalıp değil mi?



Zizek : Benim yaptığım şey bir bakış açısı getirmek ya da yaratmak değil Aras. Ben sadece felsefenin uygulanabilirliğini, Lacan’ın uygulanabilirliğini sanat üzerinden örneklendiriyorum. Bu yaratıcılar bilinçli ya da bilinçsiz bir temsil yaratıyorlar bu hepimizin bildiği gibi hayatın bir temsilidir. Hayat ile iç içedir. Ve bu temsilleri yorumlarken de Lacan ya da Hegel’e başvurmamız bu durumu bir bakış açısına çevirmez. Sadece Hegel ve Lacan’ın hayatın içindeki kimi meseleleri nasıl derinden kavradıklarına dair bir bakış açımız olmasını sağlar. Ama bu bakış açısı asla ilgilendiğimiz sanat eserlerine dair bir kalıba dönüşmez. Burada söz konumuz olan araçsallıktır. Bir araç olarak kullanıldığında nasıl uygulanabilir fikirler,yaratılar olduğunu keşfederiz ve bu sadece o fikir sahiplerine saygı duymamızı sağlar.Örneğin Lacan’ın Ötekinin var olmaması olarak adlandırdığı şeyi Kafka’nın “yasanın baş sırrının onun var olmaması” şeklindeki tanımlamasına nasıl yakın olduğunu görmek ve her ikisi de başka coğrafya ve düşüncelerin adamı olsa da bir araya geldiklerinde nasıl bir çizgi yarattıklarını görmek beni oldukça düşündürüyor.




Aras K. : Bunlara bir şey diyemem elbette. Bu buluşma noktalarının kırılganlığı ve değişkenliği de söz konusu ama sen kesin bununla ilgili de bir şey yazmışsındır bir yerde?


Zizek :Tabii ki. Kırılgan Temas ve Sanat ya da Konuşan kafalar adlı kitaplarımda bu konuya sıkça eğildim.


Aras K. Pekâlâ. Ama benim anlamadığım şu. Bu senin yaptığın şeyin çok yeni bir şey olarak sunulduğunu görüyorum. “Ve beklenen adam sonunda geldi camiaya” gibi şeyler de okudum seninle ilgili. Bu tam olarak seninle alakalı bir şey değil biliyorum. Ama sen de bu durumdan pek şikayetçi görünmüyorsun. Senin yaptığın, söylediğin çok da yeni bir şey yok. Çağdaşların gibi sürekli eleştirdiğin postyapısalcıların ekmeğini yiyorsun aslında. Ama onlardan farklı olarak yaptığın bir şey yok. Hatta ben kendi adıma onlara yaklaştığını da sanmıyorum. Her kitabında laf attığın güzel bir iki adam var. Onlara bir alternatif geliştirsen tamam diyeceğim ama yaptığın şey kötü bir taklit gibi. Yani replikanın orijinalini ele geçirmesi gibi bir şey.


Zizek : Bilirsin dostum… bu… bu senin düşüncen.




Aras K. : Öyle olsun. O zaman gelelim son kitabın “Babamın İkinci Karısı”na.


Zizek : Babamın İkinci Karısı’nı yazma serüvenim çok çetrefilli oldu. Başta tam olarak ne yapacağımı bilmiyordum. Kojeve’nin Hegel yorumlarını ve Bahtin’in Dostoyevski üzerine yaptığı incelemeleri okuyordum. Fakat “beni dogmatik uykumdan uyandıran” (Kant’ın Hume için söylediklerine gönderme yapıyor) Kazimir Malavich’in Beyaz Zemin Üzerine Siyah kare, Edvard Munch’ın Madonna, Bellini’nin Bahçede Acı Çekme tabloları oldu. Bu üç tablodaki “çerçeveler arasındaki minimal işaretlenme” olarak tanımladığım olgu beni oldukça etkiledi. İki modernist ve bir klasik ressamın aynı noktada buluştuğu bir şey tespit etmiştim. Bu tespit çerçevenin işlevi ile alakalıydı. Önümüzdeki resmin çerçevesi onun asıl çerçevesi değildir. Bir başka görünmez çerçeve vardır. Resmin yapısıyla ima edilen çerçeve,bizim resmi algılayışımızı çerçeveleyen çerçeve ve bu iki çerçeve tanım gereği hiç üst üste binmez.-onları görünmez bir yarık ayırır. Resmin dayandığı çerçeve onun görünür kısmıyla iletilmez,iki çerçevenin bu çıkıklığında,onu ayıran yarıktadır. İki çerçeve arasındaki bu boyutu en iyi az önce adını saydığım ressamlarda görüyoruz. Bu benim ilgimi çeken bir şey. Benzer bir şeyi sinemada,çeşitli yönetmenlerin sinematografisinde de yakaladım ve onlara uyguladım. Yine Hitchcock, Fellini, Wajda, Carne, Keaton, Coppola, Akerman, gibi yönetmenlerin filmlerini bir de bu bakış açısıyla inceledim ve tespitlerimi kapsamlı bir biçimde bu kitaba aktardım. Başlarda bahsettiğim çetrefilliğin nedeni bu. Oldukça yorucu ama bir taraftan da çok keyifli bir deneyim oldu benim için.



Aras K. : Peki Lacan’a geri dönecek olursak. Onun meşhur bir tespiti var biliyorsun “Kadın yoktur” diye. Bu önerme ya da tespitin altı oldukça dolu farkındayım. Ama bu lafı düzünden anlarsak eğer, hiçbir mecaz katmadan “Kadın yoktur” dersek, senin bu sadık Lacancı anlayışınla da olaya yaklaşırsak, karını boşayıp cillop gibi 26 yaşında bir Arjantinli modelle takılmanı neye bağlayabiliriz?


Zizek : Arascım. Bildiğin gibi biz erkekler Kant-Hegel felan desek de asıl meselemiz çoğunlukla kadınlardır. Şimdi mesela benim ilk karımı tanısaydın bana hak verirdin. Ben yıllarca kitap okuyup kendimi geliştirirken, akademide yükselirken, o evde hâla dolma dolduruyor, perdeleri bana astırıyordu. Yahu diyorum, bin kişiye ders anlatıyorum, Lacancı bakış açım var biraz muteber ol diyorum o bana perde as diyor. Bir gün evime Alenka Zupancic gelmişti. (bu arkadaşın benim editörlüğünü yaptığım bir kitabı vardır, bu kitap Türkçede de yayınlandı sanırım. Kitabın adı : En Kısa Gölge : Nietzsche’nin İki Felsefesi. Bulursan okumanı tavsiye ederim). Yemeklerimizi yedikten sonra Alenka ile balkona çıkmıştık. O sırada ilk eşim bize doğuş çay getirdi. Daha sonra dizi izlemek için salona geçti. Biz Alenka ile balkonda çay içip Lyublyana sokaklarını seyrediyorduk. Aşağıdan adeta bir harem cıvıltısı ile geçen genç kızlara gözüm seğirdi. Çayımı sehpanın üstüne koydum, sonra Alenka’ya dönüp şöyle dedim : Şu dışarıdan geçen genç ve güzel kızları gördükçe, içerdekine ekmek veresim gelmiyor Alenka. Alenka da bana baktı, gülümsedi, ve aynı kanaatte olduğunu belirtti. O gün söz verdim kendime. Bu şekilde yaşamayacaktım, bir yıldız olacaktım. Bu felsefe ortamlarının tozunu attırıp “büyüksün Zizek baba” dedirtecektim. Çok daha fazla çalıştım. Doçent, profesör derken buralara kadar geldik işte Aras. Şimdi sana soruyorum . Hakkım değil mi genç bayanlarla birlikte olmak? Bence hakkım.



Aras K. :Bu senin düşüncen Zizek. Neyse son ve popülist bir soruyla bitirelim o zaman. Messi mi, Ronaldo mu?


Zizek : Baktığın zaman ikisi de iyi oyuncular. Derinlemesine pasları olsun, topsuz koşuları olsun, adam eksiltmeleri olsun, koşu yoluna pasları olsun her şeyi eksiksiz yapan adamlar. Bu yüzden de en iyiler olarak bir ikilik yaratmaları şaşırtıcı değil. Ben iki oyuncuyu Lacan’ın yaklaşımından yola çıkarak objet petit a ve objet petit b olarak tanımlıyorum. Hangisi birinci hangisi ikici nesne onu bilemem. Ama diyeceğim şu ki her ne kadar müthiş oyuncular olsalar da, bir Alex değil be Aras.



Aras K. : Pekâlâ Slavoj. Vakit ayırdığın için teşekkürler. Sana kolay gelsin.


Zizek : Rica ederim. Keyifli bir söyleşiydi. Bülent Somay’a selam söyle benden. Biliyorum o da okuyup seviyor beni. Ha bir de Murat Göç’e söyle, madem odasına bir resmimi asacak öyle kızlarla çekildiğim fotoğrafımı değil de hani şu ellerimin yukarıda olduğu, yakşıklı çıktığım fotolar var ya, işte onlardan assın lütfen.




Aras K. : Peki Zizek. Hocaya ileteceğim en kısa zamanda. Görüşürüz.


Zizek. : Hadi öptüm.





* Tenk yu Pitey G.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

"Film Eleştirisi"

A

Şimdi benim ecnebi dillerine pek yatkınlığım yoktur. Örneğin bir Fransızcayı falan konuşamam (Ha konuşanı dinlerim,o ayrı. Bir keresinde Hayalbaz’da tanıştığım bir Fransız ile kordon boyunca sohbet ederek Fransız Kültür Merkezine varmıştık. Ben daha çok dinleyerek kafamı sallamıştım,ben konuştuğumda da Fransız arkadaş bildiği isimleri duyunca o isimleri tekrar ederek kafasını sallamıştı. Mesela ben Rivette diyorum o kafasını sallayıp gülümseyerek “oo Rivette” diyordu. Yine de verimli bir yolculuk ve sohbetti benim için).Yatkınlığım olmadığı için de bu “Film Eleştirisi” işleri diğer memleketlerde nasıl yürür bilemem. Ama bildiğim bir şey varsa üç tarafı denizle kaplı bu güzel cumhuriyet ülkesinde Film Eleştirisi işi klişelere boğulmuş durumdadır. Köklü bir değişimin olması şarttır. Fakat maalesef alternatif olabilecek diğer mecralardaki sinema yazıları da – örneğin bloglar ya da sinema siteleri- ana akım eleştiri sistemine bir muhalefet yaratamamaktadır.


Bunun nedenlerini saptayabilecek sosyolojik ya da arkeolojik altyapıya tümüyle sahip değilim. Ama basit biz gözlem yaparak, Bergsoncu bir yöntemle problemin ne olduğunu ortaya koymak hiç de zor değil. En başta “sineması ne ki eleştirisi bir şey olsun” tipindeki fundamental bir yaklaşıma yakın durmak mümkün. Ama bu boyutta kalmak kolaycılık olur. Ve asıl meseleyi görmemizi engeller. Ben başlıca sorunlardan birinin “sınıflandırma” olduğunu düşünüyorum. Bu sınıflandırmanın ise genellikle akademisyen ve gazete ya da dergilerde sinema yazarlığı yapan insanlar tarafından oluşturulduğunu düşünüyorum. Nedir bu sınıflandırmalar peki? Her şeyde olduğu gibi “kategori yapmanın dayanılmaz hafifliğine” kapılan insanlar film eleştirisi hususunda da hiç boş durmamış ve “sosyolojik eleştiri” “psikanalitik eleştiri” “gazete eleştirisi” “akademik eleştiri” gibi şapşahane isimler taktıkları kategoriler oluşturmuşlardır. Ve tabii ki bu kategorileri sahiplenen özneler diğer adlandırılmış eleştiri türlerine sallayıp durmaktadır.


Al birini vur ötekine klasmanına sokacağımız bu güruhlar çeşitli bakış açıları yaratarak filmleri de eleştiri de olduğu gibi sınıflandırmış, onları puan ya da yıldız gibi şeylerle değerlendirerek belirli kalıplara sokmuşlardır. Bu insanlar Türk sinemasının son 15 yıllık dönemi dışında pek bir şeyi olmadığını bildikleri –ya da bildiklerinı sandıkları- için Hollywood ya da Avrupa sineması diye bir ikilik yaratarak birinden birine yakın durmuşlardır. Bu kategoriler de zamanla çoğalmış kendi içlerinde türlere ayrılmış ve bu türleri seven film eleştirmeni modeli de çok geçmeden türemiştir. (Uzakdoğucular,animeciler,postapokaliptikçiler,kostümlü dönem filmi seviciler,bilimkurgucular,kült filmciler vs.)
…………………………………………………………………………………

Şimdi,bildiğim kadarıyla yapısalcı olarak bilinen Fransız “entelektüelleri” en çok ikilik denen şeyi kırmayı amaçlamışlardır ve bir üçüncü yol ya da nesne olarak –ve sembolik olarak- yapıyı önermişlerdir. Örneğin Lévi-Strauss bunu dil ve yazılı kültürün işlevlerini sorunsallaştırarak inşa ederken Althusser falan gibi adamlar tüm ideolojiler,gerçek insanlar,gerçek ilişkilerin ötesinde ‘bir bilimsel ya da felsefi nesne olarak’ Marksizmi önermiştir. Ya da işte Lacan Freud’dan aldığı baba ve onun imgesinin üstüne bir üçüncü yol olarak “Babanın semboliği” gibisinden bir üçüncü yapı önermiştir. Yani kısacası bu adamlar ikilikleri kırıp kendi yapısal nesneleriyle yeni bir üçüncü düzen, “yapılandırılmış” bir “bakış açısı” kurdular. Daha sonra da bu adamlara “yapısalcı Marksizm’in” ya da “yapısalcı Psikanaliz’in” kurucuları türünden adlar takıldı. Mesele benim özetlediğim kadar basit değil elbette*. Ama şimdi bu yapısalcılık denen şeyin bile günümüzde “eskimiş” bir akım olduğunu ve ardından gelen kimi filozof ya da dilbilimcilerin yapısalcılığı da aşarak yeni yollar açtıklarını söylememiz mümkün. Fakat nedense bizim ülkemizde bırakalım yapısalcılığı Varoluşçuluk gibi popülist bir felsefe akımı bile etkilerini sadece liseli çocuklarda ya da bir iki adet “entel” yönetmen üzerinde gösterebilmiştir( Yavuz Özkan’ın “varoloşçu” olarak adlandırılan kimi filmleri gülmek için izlenebilir. Ben, Büyük Yalnızlık’ı öneririm). Böyle bir ortamda film eleştirisi denen şeyin de “iyi” ve “kötü” üzerinden değerlendirilmesine şaşacak halimiz yok. Bu ikiliğin ya da “karşıtlığın” en kolay film özetleme ve eleştirme biçimi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.



B


Bu ikilik üzerinden ilerleyen eleştiri durumun yine kendi içinde başka ikiliklere,ayrımlara bölündüğünü de basit bir gözlemle tespit edebiliriz.( yenilikçi tavır-gelenekçi tavır, aksiyon filmleri ustası-dram filmlerinin ustası,bağımsız-mainstream,sanat sineması-ticari sinema vs**). Yazının bir yerinde belirttiğim gibi bu eleştiri ikiliklerini ya da türlerini savunan özneler de birbirlerinden hoşlanmazlar. Mesela geçenlerde okulda “sinemasal eleştiri” başlığı altında bir konferans düzenlendi. Bir hoca geldi ve film eleştirisinin ne olduğu ve ne olmadığına dair bilgiler verdi. Hoca, içinde bulunduğu durumdan ötürü de doğal olarak akademik eleştiriye yakın bir tavır sergiledi. Özellikle gazetelerde yazan Atilla Dorsay,Ömür Gedik gibi sinema yazarlarından bölümler okuyarak gazetelerde film eleştirisinin hangi klişeler üzerinden ilerlediğine dair tespitlerde bulundu. Söylediği şeylerin bir bölümüne katılmamak mümkün değildi elbette ama ilerleyen saatlerde yine kategorilere ayrılmış eleştiri türlerinden bahsederek ve bu eleştiri türleriyle hangi filmlerin nasıl eleştirilebileceğine dair yöntemler sunarak maalesef bir başka klişe bakış açısına saplandı.


Şimdi burada sevdiğimiz bir arkadaşın “klişeden kaçmak imkansızdır mı sızdırmaz mı” adlı güzel şiir başlığını hatırlayabiliriz. Klişe hayatın her tarafına sinmiş durumdadır bu doğru. Ve bundan kurtulmak da öyle sandığımız kadar kolay değildir bu da doğru. Fakat hayata dair ikincil kaynakların (Sinema,Şiir,Edebiyat,Tiyatro) klişelere saplanması ve bunların eleştirisinin de klişeler üzerinden sürmesine itiraz etmek şarttır.

‘Hayatta yapmamız gereken şeyler vardır,davranma biçimlerimiz belirli kısıtlamalara maruz kalır, bazı yerlerde bazı şeyleri yapmak,söylemek durumundayızdır’,bunların hepsine eyvallah. –Ki tüm bu işlerin,davranışların bir ekonomi-politiği vardır bunu da anlıyorum ve buna da eyvallah diyorum- Ama en basitinden,elimizin altındaki bir klavye ya da kağıt fark etmez,bunun başında durup herhangi bir “edebi eser” ya da eleştiri örneği hazırlarken klişelere başvurmamız gerektiğini asla ve kat’a kabul edemem. Belki de tek “yaratıcılık” alanımız olan böyle bir ortamda –ve içinde yaşadığımız ülkede “edebi eserler” ya da eleştiriler falan basıldığında pek para etmez,yani yaptığımız şeyin ticari bir karşılığı da yoktur- hangi sebep ya da gereklilik bizi bu klişelere sevk eder? Bu sorunun cevabını bilsem de cevap klişenin “normalleşmesini” asla sağlayamaz.


Klişe en basit tanımıyla kolaycılıktır. Ve bizim memleketimizde de bolca bulunan bir teori ve düşünce sistemidir. Düşünmekten çok eylemekle övündüğümüz bu tatlı coğrafyada klişenin her türlü sanat eserine bulaşmış olması da şaşırtıcı değil elbette. Ama önemle belirtmem gerekir ki yine ve asla klişe hayatlar sürmemiz klişe eserler üretmemiz için bir neden ya da bahane olamaz ( Ve tabii ki paradokslar da coğrafyamızın değişmez parçasıdır. Devletini seven solcular ile devrime giden,Kemalizm’in devrimci bir düşünce sistemi olduğuna inanan ve bu yüzden kendini “yarı solcu” ilan eden,muhafazakar görünmek için din’e saran ve böylece dinibütünlüğünü bir pornografi halinde sergileyen birçok insan topluluğundan oluşan bu “asil kanlı” millet elbette sanatına da bu paradoks ve klişeleri ardı ardına yedirmiştir).


Sonuç olarak bir “normalleşme” süreci başlamıştır. Bu normalleşme günlük hayattan sıyrılıp doğrudan sanat eserlerine ve eleştirilerine bulaşmıştır. Bir filme iyi ya da kötü demek normalleşmiştir.O filmin eleştirisinin yapılma biçimlerini kategorilere ayırmak normalleşmiştir Bir filmden çıkıp “ben bişey anlamadım” demek de normalleşmiştir. Kötü film çektiği söylenen bir yönetmenin “ama ben çok çalıştım hiç uyumadım ve bu film için ömrümü verdim” demesi de güzel bir bahane olarak normalleşmiştir. Sinema eleştirmenlerinin “hakkını vermek adına” filmler için “kötü ama yine de çekimler başarılı ve oyunculuklar sahici” demesi normalleşmiştir. Güzel güzel her şey normalleşmiştir.


Peki ne yapmalı? Benim naçizane önerim –bu öneriyi de sadece film izleyen ve bu eylemden hoşlanan biri olarak söylüyorum,ben evde makarna yiyen adamım,ne gazete eleştirisi ile işim olur ne akademiklerle.- en başta bu “normalleşme” işini bir sorunsal haline getirmektir. Mesela bağımsız filme az ticari filme çok seyirci gider normalleşmesini derinden bir sorgulamak gerekir. Neden sorusunu kuvvetlice ve etraflıca sormak gerekir ki “e çünkü ticari filmlerin tanıtımı iyi yapılıyor,daha çok gösteriliyor,seyircinin nabzına göre şerbet veriliyor” gibisinden basit bir cevap almayalım. Derine indiğimizde tabii ki burada da bir politikanın döndüğünü ve parasını verenin boruyu öttürdüğünü göreceğiz, orası kesin. Ama eleştiri işi niye böyle? Ya da sadece paranın düdüğünü öttürmesi eleştirinin yavanlığı için bir sebep midir? Yazının bir yerinde söylediğim gibi artık internet üzerinden devam eden bir sinema-eleştiri ortamı da var ama sonuç aynı. O sitelerde de film izlemeyi seven insanlar var biliyoruz ama neden hep aynı sonuç? Paranın olduğu yerde de olmadığı yerde de neden aynı klişeler? Neden aynı kategoriler? Birbirini besleyen bir eleştirel-kültürel ortamdan bahsedilebilir. Ama dediğim gibi bu etkileşimde de kazanan yine kalıplar oluyor.


İkinci bir soru olarak bu eleştirel “özgürlüğün” farkındalığı meselesi var. Sözlükler üzerinden de böyle bir gözlem yapılabilir. Evet özgür eleştiri ortamı var (bahsettiğim şey “filmlerin özgürce eleştirilebildiği” bir internet ortamıdır. Yoksa özgür bir şekilde internet kullanabilen ve bu ortamda her eleştiriyi yapabilen bir memleket olmadığımızı hepimiz biliyoruz). Ve orada da yüzlerce insan filmler hakkında yazıyor ve birkaç istisna dışında her gün sokakta duyduğumuz ya da gazetede okuduğumuz şeylerden farklı bir şey ile karşılaşamıyoruz. Belki de bu “internet özgürlüğü” ortamının da yine bir kolaycılığa zemin açtığı söylenebilir. Daha çok geyik için kullanılan internet yazı ortamı kendi gücünün farkında olmayıp basit bir “muhabbet ortamı” etkisi yaratıyor ve bu yönde şekillenen yazılar da “laf sokmak ya da koymak” “ilgi çekmek” ya da “alıntı yapmak yöntemiyle film eleştirisi yapmak” için vs. kullanılıyor. Ve bu da maalesef normalleşme sürecinin bir parçası oluyor.


Sanıyorum yeninin peşinde olan ve farklı bir bakış ya da bir yaklaşma şekli arayan bizim gibi insanların yapması gereken ilk şey bu normalleşmeyi kırmaktır. “Neden” sorusu kuvvetlice sorulduğunda alacağımız cevaplar o kadar basit olmaz. Yetinmeyi bilmeden ısrarla sormalıyız. Sorunu tespit etmek bile önemli bir kademedir (Hatta en önemli kademedir). Sorun var, nedenleri az çok belli. Bunları kırmak da sürekli yeni ve farklı olanı aramakla mümkün olabilir. Mesela bir eleştiri yazısı hayal ediyorum. Bir gazete köşesinde bir adam herhangi bir filmle ilgili kırık çizgiler,siyah kareler,soru işaretleri,hayvan resimleri ve düzenli düzensiz geometrik şekillerle bir eleştiri yazısı yazmış. Hiçbir anlamı yok ve bu o kadar önemli ki. Küçük küçük darbelerle işe başlanabilir. Hayal ettiğim eleştiri yazısı da güzel ve küçük bir darbedir sonuç olarak. Ve bir başlangıç.



NOT : Bu konuya katılımlarla birlikte devam etmeyi planlıyoruz.




*Yapısalcılık ile ilgili daha ayrıntılı bilgileri Tahsin Yücel’in kimi kitapları ya da çevirilerinden edinebilirsiniz. – ben oralardan edinmedim o ayrı.-

** Gazete ve dergilerden baktığım film eleştirilerinin yarım saatlik bir dökümü bu. Örnekleri çoğaltmak mümkün.