30 Haziran 2012 Cumartesi

Tamam Ya Gidersiniz Otur Bi

Bugün neden Friday. Gülünce insan derebeyi olur demişti Tolstoy. Benim çoluğuma bırakacağım Nirvana albümü vav. Ama aralarında Layne. Şarkı denen şey çok yakın bir ilişki içinde şeyle. Attila İlhan mesela. Bir mesela olarak Attila İlhan, mutlaka ve mutlaka roman yazıp şiiri bırakmalı ve Müjgan’a neden aşk şarkıları. Fransa olmayaydı yerli kültür denen şey yerli kültür olur mu.


Unuttuğum kadarını söylüyorum. Pop – Muhalefet ne güzel bir şey. Mesela bak şimdi Filintalar’a. Herkes kızgın di mi. Herkes şikayetçi. Ne bileyim Başbağan bir şey söylüyor sonra hep beraber hooop diye tepki koyuyorlar. Ve bu kadar. Slogan üretip bağırıyorlar. Sadece Filintalar da değil hepsinde allahım nasıl bir klişe. Yani şimdi şu “Benim Bedenim Benim Kararım” olayı var ya. Sen bu sloganla nereye gideceksin abla. Bu nasıl bir klişe ki hüüüp diye sarmalıyor herkesi.  Çoluk çocuk herkes yazıyor bedenine bir şeyler. Bu tam bir Şair lanetidir. Gidin araştırın bu sloganı bulan kişi kesin şiir de yazıyordur.


Bu karşılıklı etkileşim Klişenin gücüne hayran bırakıyor insanı. O nasıl bir haledir sarıyor o nasıl bir güçtür yayılıyor. Amargi dedik Kaos GL dedik hani hakikatten memlekette bir şey yapmaya çalışan tüzel kuruluşlar niye bu popülizm hevesi. Yaratıcı bir şey bulmak için niye slogana kaçılıyor. Bu mu yani. Bu mudur mücadele şekli “Benim Bedenim Benim Kararım” dört tane kelime de anca bu kadar mülkiyetçilik yapılır. Anca bu kadar klişeye düşülür.





Bu coğrafya insanının genel özelliklerinden biri hareketin direk eylemde başlamasıdır, düşüncede değil. Sineması da dahil neye baksan görürsün bunu. Kap senaryo çek film. Hiç sallama gerisini. Anında cevap. Anında posta. Bir sürü iddialı cümle. Zeki bile Demirkubuz 387 tane röportaj verdi adam Yeraltı ile ilgili. Madem bu kadar anlatacaktın hiç çekmeseydin abi. Üstüne konuşmak için film çekilir mi. Her sahneyi anlatmış. Her noktaya bir açıklık getirmiş. E niye izleyeyim ben şindi bu filmi? Göreceğim ne kaldı?






Neyse Kürtaj eylemlerinden bahsediyorduk. Sıfır düşünce bin slogan. Sonra bir kaldırıyorsun altı bomboş.  Akp’ye gerçekten bir şey anlatamayacağını biliyor herkes. Peki Şov dışında ne kalıyor geriye? Şuna yakın bir şey : Hiç.

 
"Omlet Cinayettir" dışında ciddi bir yaratıcılık göremedim üretilen şeylerde. Bunların hiçbirinin bir işe yaramayacağını da herkes iyi biliyor. Tiyatrocular bağırdı çağırdı ne oldu? (Ki bence asıl tiyatrocular Başbağan’dan önce davranıp kendilerini devletten soyutlamalıydılar) Ya da bir sürü başka olayda gösterilen tepkiler.

Neyse ya. Nerden yazıyosam şimdi böyle politik politik şeyleri. Eyüp şey miyim lan ben. Hani şu Elif Shafak’ın kocası. Eyüp… Valla hatırlamadım.

29 Haziran 2012 Cuma

Üç Kademede Herkes Uyuduktan Sonra Bu Yaz


Rükneddin’in tekmili birden girdiği son yazıları okurken, son iki ay içerisinde adını bol bol telaffuz ettiğimiz isimlerin Peter Mullan’dan ibaret olmadığını ve olmaması gerektiğini düşündüm. Ve akabinde aklıma, geçtiğimiz aylarda son filmi Faust (2010) sebebiyle adını iki kere andığımız biricik Sokurov’umuz geldi. Bu vesileyle tekrardan söylemek isterim ki, evet, Faust (2010) iyi bir filmdi.


Fakat, Rus dilindeki adının Latin harfleriyle yazımı Krug vtoroy (1990) olan bir filmi daha var Sokurov’un, uluslararası mecralarda The Second Circle (1990) olarak da bilinen. Neredeyse çoğu Sokurov filmi gibi o da küçük ve ikincil bir hikayeyi kendine konu ediniyor. Hem de ölen babasının cenaze işleriyle uğraşan sıradan bir adamdan bahsetmek kadar küçük ve minör ve ikincil.


Değinmek istediğim asıl şey ise, Sokurov sinemasının “zaman”la kurduğu ilişkinin oldukça tuhaf olması. Tarkovski’den miras olarak alıp sürdürdüğü bu ilişki biçimi; Sokurov’un sinemasını birlikte kurduğu “zaman” mefhumuna oldukça değişik bir önem addediyor. Bir Sokurov filminde ya da söz gelimi bir Tarkovski filminde “zaman”, olayların gerçekleştiği, aktığı zemini sağlamak yerine bizzat filmin başat öğesi haline geliyor. İmajların varlığı “zaman”la mümkün kılınıyor. Film zamana yapışık bir şekilde değil de, “zaman”ı dışlayarak ve dışladığı ölçüde onunla bütünleşik imajlar kurarak ilerliyor ve bu şekilde pelikülde zuhur buluyor. Yani bir nevi “görünür zaman”lar temsil ediliyor. (Fakat bu, bildiğimiz anlamda “zaman”ı temsil eden araç vs. kullanarak [saat gibi] değil tabi ki.) 


Bu temsiliyet meselesi de bir garip aslında. “Zaman”ın temsiliyeti sinemanın büyük anlatılar çağından çıkışının bir sapağı olarak kendine yer açmış gibi duruyor. Bunun örnekleri özellikle 1940 sonrasında Hollywood dışında yapılan filmlerin birçoğunda görülebilmekte. Ve yine özellikle İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin doğuşuyla birlikte, sinemanın bambaşka anlatılar kulvarına yönelmesi, bu “zaman”la kurulan ilişki biçimini de büyük bir ölçüde değiştirmeye başlamıştı. Sonrasında ise Ozular, Tarkovskiler, Antonioniler, Sokurovlar…



Tekrardan filme dönersek; The Second Circle’ın yapısındaki,


— Çizgisel bir zaman üzerinde akan sahnelerin içerisindeki zamansal sıçramaların -ki bu sıçramalar çizgi dışına değil de, çizginin ilerisindeki bir noktaya yapılan ve aslında çizgiselliği koruyup onu bütünleyen sıçramalar- “zaman”ın temsiliyetini ve filmdeki konumunu “bakan” tarafa sezdirmeye çalışan hareketler olduğunu görüyoruz. Çizgisel zaman içerisinde yaratılan boşluklar ise “zaman”ın varlığının imaja dönüştürülmesi sürecinin ta kendisi olarak duruyor.


— Keza başkarakterin babasının defin işlemlerini hallettikten sonra evine dönüp babasından kalan kutunun içindeki eşyalara baktığı sahnede de, “zaman” mefhumunun eşyalar üzerinden verilmesine şahit oluyoruz. Başkarakterin eline aldığı her eşyada, “zaman”ın müdahalesinin o bariz verililiği, Sokurov’un filminin kasvetli, yoksul ve yıkık bir Rusya imajıyla bütünleşerek, o güne kadar defalarca yapılmış olan Rusya tarihi eleştirisini daha farklı bir biçimde yapmasını ya da memento moriye* kendi açtığı yoldan ulaşmasını sağlıyor.


İşte böyle. Bir Sokurov filmi ki ne acayip ne acayip.


*Ölümü hatırla. (Lat.)


Temenni: Benim “zaman” mefhumu üzerine olan birikimimin kısıtlı olması yazıyı daha ileri konumlara ve analizlere taşımama engel olduğu için, bu alandaki teorisi ve bilgisi kuvvetli ve de kudretli olan Kudret Sezer arkadaşımızın buradan itibaren bayrağı devralıp olayı farklı farklı katmanlara taşımasını… Öyle şeyler işte.

27 Haziran 2012 Çarşamba

Parodi Pasolini (1)

Parodi 19. ve 20. yüzyıllarda etkin olduğu alanlar ve geçirdiği değişimlerle hem estetik hem de edebi açıdan çok önemli bir konuma yerleşmiştir.


Parodi bilinen tanımına başvurursak, bir yazar ya da eserin üslup özelliklerinin, kimi zaman da bir eserin veya türün temalarının gülünçleştirilmek amacıyla taklit edilmesidir. Ama özellikle 20. yüzyılda parodi kavramının bu tanımı hayli değişti.  Mizah dışında da etkin olduğu birçok mecra oluşturan Parodi bugün hertaraflılığa meyleden yapısıyla önemli bir güzergâh işlevi görüyor.


İşleri daha baştan karıştırmamak için iki ayrı madde oluşturmalıyız. Birçok sanat dalında etkin olan parodi edebi kökenli bir kavram olmasına rağmen 20.yüzyıldan sonra görsel sanatlarla hemhal bir yapıya bürünmüştür. Hem görsel hem de edebi anlamda parodiyi iki ayrı maddeye ayırırsak şöyle bir sonuca ulaşabiliriz. 1- Karşıtlık oluşturarak kurulan parodi. 2- Paralellik oluşturarak kurulan parodi.



20.yüzyılda, bir eseri daha önce yazılmış bir eserin çerçevesi içine oturtma eğilimi yaygınlık kazanırken, eski komedilerin komedi ögesi de büyük ölçüde kayboldu. Klasik bir parodi olarak niteleyebileceğimiz Don Kişot ya da Fielding’in Shamela adlı eserleri genel olarak Klasik parodiye yakın örneklerdir. Cervantes Don Kişot’ta eski kahramanlık hikayelerini parodileştirirken Fielding Shamela’da Samuel Richardson’ın Pamela adlı ünlü kitabını fena halde alaya alarak bir parodi gerçekleştirmişti. Parodinin tarihsel kaynakları olarak görebileceğimiz bu iki eserin ardından çok daha ses getiren parodi örnekleri edebiyat alanında kendine yer açmıştır. Örneğin James Joyce Homeros’un Oddyessa adlı epiğini Ulysses ile parodileştirirken paralel bir yapı kurarak Odyessa’nın evrensel temalarını bir anlamda güncellemeye uğraşmıştı.



Bilinen en önemli parodi örneklerinden biri de Sineklerin Tanrısı’dır. Bilindiği gibi Golding’in bu kitabı “Mercan Adası” nın bir parodisidir. Golding, Sineklerin Tanrısı’nda Mercan Adası’nın sevgi dolu çocuklarını sinik bir biçimde parodileştirir. Define Adası’nda doğası gereği iyiliğe yatkın olarak sunulan çocuk Golding’in elinde  kötülüğün doğasının bir sembolüne dönüşür. Her şeyin tozpembe ve hayat dolu olduğu Mercan Adası’nın aksine Sineklerin Tanrısı her şeyin kaotik bir hâl aldığı kötücül bir dünyayı temsil eder.

Parodi’nin ciddi bir örneği olarak örneklendirilebilecek Sineklerin Tanrısı klasik parodinin de bir anlamda parodisidir.  

………………………………………………………………………………...

Parodinin ciddi bir örneği olarak Sinema’dan verebileceğimiz en önemli örnek ise Pasolini’nin Edipo Re filmidir.


Birinci Bölüm Sonu

Heteroseksüel İlişki Neden Artık Bir Klişedir?




Hepimizin bildiği gibi bin yıl sonra kadın ya da erkek diye bir şey olmayacak. Sadece eşcinseller olacak. Bunu bu kadar iyi bildiğimiz halde hâlâ aşkuum'laşacağımız bir şey yaşamayı niye bu kadar istiyoruz? Neden kendimizi kandırıyoruz? Bütün bunların bittiğini, kurtuluşun “çok yön”de olduğunu, klişeden kaçmanın ancak bu şekilde gerçekleşeceğini neden inkâr ediyoruz? İşte bu yazının konusu bunlar olmayacak. Ama bunlara yakın şeyler olacak

Şimdi hepinizin aklına “Ne yapalım birbirimizi mi düdükleyelim?” türünden son derece hasmane ve aptalca şeyler geliyordur muhakkak. Tam aksine yürürlükte olan eşcinselliğin kurtuluşu da, eşcinselliktedir. Yukarıda Heteroseksüel ilişki derken bugünkü “Eşcinsel” yönelimi bundan azade kılmıyorum. Zira heteroseksüellik öyle bir klişedir ki gücü eşcinselliği bile kapsamıştır.

Bugün çevreme baktığımda heteroseksüeller ile eşcinseller arasında ilişki kurma biçimleri açısından hiçbir fark olmadığını görüyorum. Yani eşcinseller de aslında aynı heteroseksüel klişeleri kullanıyorlar. Benim bahsettiğim ve bin yıl sonra olacağını söylediğim eşcinselliğin bugün yürürlükte olan heteroseksüellikle de eşcinsellikle de bir alâkası yok. Çünkü şu an bu iki yönelim biçimi de şuna yakın bir şey : Klişe

Olayı basitleştirerek açıklamak için tabii ki sinemaya başvuracağım. İki film üzerinden durumu açıklığa kavuşturup hepinizi şoke edeceğim. Bu filmlerden biri Ang Lee’nin Brokeback Mountain’ı olurken ötekisi John Cameron Mitchell’in Shortbus adlı filmi olacak.

Brokeback Mountain ile başlayayım. Bu film yukarıda bahsettiğim ve heteroseksüellikten farkı yok dediğim eşcinsellik biçiminin önemli bir örneğini getiriyor gözümüzün önüne. Birbirlerine aşık iki adamın 20 yıla yaklaşan ilişkilerini atlamalarla anlatan bu Ang Lee filmi aslında normal olan bir şeyin gerçekten de normal olduğunu bize göstermek için çok çabalamıştır. Ve bu çaba öyle bir başarıya ulaştı ki Oscar falan bile aldı bu film çeşitli dallarda.

Sevgili dostlar, "marjinal" bir meseleye el atan bir film eğer Oscar’larda kendine önemli bir yer buluyorsa durup düşünmekte fayda vardır. Nereden bakarsanız bakın işin içinde bir uzlaşma vardır. Akademi bu filme duygusal bir hikâye olmasından öte eşcinselliğin de aslında heteroseksüellik kadar sıradan bir şey olduğunu gösterdiği için ödüller vermiştir. Bu bir merkez – dışarı ilişkisidir. Merkez dışarıyı kendine doğru çektikçe onun dışarılığını da kendi sıkıcı sıradanlığına dönüştürür. Aynen bir heteroseksüel gibi yaşayıp düşünen ama sadece kendi hemcinsleriyle birlikte olarak bir farklılık yarattığını düşünen eşcinsellere bir sözüm yok. Ama bu yazının devamını okumasınlar. Çünkü hakiki eşcinseller farklarının bir cinsiyete yönelmekte değil bir tavırda yattığını bilirler. Uzlaşan eşcinselin heterodan farkı yoktur.

Tam da bu noktada Shortbus’a gelebiliriz. Shortbus, benim belki de biraz idealleştirdiğim Eşcinselliğin en güzel sanatsal örneklerinden biridir. Cinsiyetlerin öneminin kalmadığı “çok yönlü” bir eğilim filmin kurgusuna da o kadar güzel yerleşiyor ki yüzünüzde bir gülümseme kalıyor. “Heteroseksüellik kitlelerin afyonudur” gibi çok sağlam bir mottoyla yola çıkan film, paylaşımı cinsiyetlere indirgemek yerine her bireyin kendi farkını yarattığı bir düzlemde, her şeyin birbiriyle tekil ilişkiler halinde olduğu bir ortamda kendine yer açıyor. Ego ve tabuların bir kenara bırakılıp bütünüyle şefkat üzerine kurulan bu ilişki, tahakkümün tehlikeli sularından uzaklaşıp tekseslerin bireyler üzerinden örgütlendiği bir şefkat ağı kuruyor. Bunu hissedebilmek ve “katılmak” için öncelikle bir düşünce farkı yaratmamız ve klişeden kaçmamız gerekiyor elbette. Bu da evrimsel süreç içinde kısa ama insanyılı düzeyinde çok uzun bir süre alacaktır.

Shortbus dediğim şeyler gerçekleşirse bugünden fırlatılan ve geleceğe uzanan bir gökkuşağının en önemli duraklarından biri olacak. O güne kadar sabırla beklemek yerine arzularımızı özgürleştirmeye başlamamız dünya için olumlu bir gelişme olacaktır.

Zorunlu Bir Geri Dönüş 13 Aylı Bir Yılda

Her yedi yıl bir ay yıl yaşa
Hayatları tarafından güçlü
Etkilenen bu yıllarda 

Bir anlamda yılları da 13 yeni ayda
Kaçınılamaz bireysel 20.yüzyılda,

Bu tehlikeli 1978’dir 1908,
1929, 1943 ve 1957’dir
İnsanların olduğu bir yıl orada?

İyidir kimsenin bilmemesi oyunumu
Erkek Kadın olduğunu volga kıyılarında*



“Varolmayı bıraksan kimse fark etmez bile”



Bütün bir Fassbinder’i bu tek cümle üzerine, bütün Fassbinder karakterlerini bu tek cümle üzerine. Franz’lardan Elvira’lara kadar. Hepsi de bu kafada yaşayan yaşayan. Uyumak dışında kaçışı. Uyuyanlarla birlikte kaçışı. En yakın haliyle ölüme kaçışı. Ve sonra hepsinin ölüme doğru, kendi kararlarıyla kaçışı. İntihar eden adam var ya 13 Aylı’da, hani Elvira ile sohbet ederken şey diyor. “İntihar, yaşama isteğini değil, hayatı reddeder ve bunu hayatın görünürlüğünü yok ederek yapar” O kadar yazdık burada ve şurada bir o kadar da orada “Yaşam ile Hayat aynı şeyler değildir. Bir ayrım yapma zorunluluğu vardır”


Fassbinder bu ayrımı öyle güzel yapıyor ki anlamak için çaba sarf etmenize gerek kalmıyor. Bir acıma hissi ile yaklaşamıyorsunuz Elvira’ya ya da Biberkopf’a hepimizin bildiği gibi onların eğer ki bir kurtuluşu varsa bu onların elinde olan bir şey. Kurtuluşlarının yaşamda mı ölümde mi olduğunu da onlar çok daha iyi biliyor. En kötüsünü yapıyor aslında Fassbinder. Bize izletiyor onları. Karmaşık bir dünyada hata yapan insanlar onlar. Böylesine karmaşık bir dünyada böylesine hatalar yapan herkes gibi insanlar. Bize sadece onları izlemek kalıyor. Ya izleyip devam ediyoruz. Ya da durup üzülüyoruz. Karmaşık bir dünyada bunlara üzülüyoruz. Ve buna yakın şeyler yapıyoruz. Ve bu kadar.




Köşk Haber Bülteni (9): Haneke'de Yüzler Gülüyordu



Cannes Film Festivali’nde “Amour” adlı filmiyle yine Altın Palmiye alan Michael Haneke Kinema Demeliydik’e konuştu.

Cannes plajında kızları etkilemeye çalışırken aniden Haneke ile göz göze gelen muhabirimiz Aras, kum sıçrata sıçrata Haneke’ye doğru koşarak aşağıdaki röportajı gerçekleştirdi.

“Michael (Mihayel şeklinde telaffuz etti) abi niye verdiler sana bu Palmiye’yi şimdi? Daha geçende almadın mı aynısından?”

“Valla ben de anlamadım kuzen,” diyen Haneke “bu seneki Jüri biraz maldı dikkat ettiysen. Farkında olmadan sanatsal olmayan bir filme Palmiye veririz diye korktuklarından ödülü bana verdiler galiba. Filmi izlememiş bile olabilirler,” diyerek sözlerini sürdürdü.

“Peki Michael abi, evde bir tane var zaten, bu Palmiye’yi nereye koyucan şimdi?” diyen Aras, Haneke’den şöyle bir cevap aldı: “Yer çok gülüm ya. Yeni eve çıktık hanımla. İki katlı afedersin. Alt kata birini üst kata öbürkünü koyarız ehe ehe” (Haneke bu cümlenin keyfiyle iki ayağını birbirine vurarak kumları silkeledi)


Sonra Aras  kalktı. Haneke’nin elini sıktı. Ve uzaklaşırken şöyle bir şey dedi “Bir daha Kafka’ya bulaşma emi”


Haneke bu hayati önem taşıyan cümleyi duymadı.


Tanpınar'dan Kısa Film Senaryosu Tak Tak

Anlatıcı :


Acele acele rıhtıma döndü. Ön kapının önündeki koltuklardan birine oturdu. Kendisini birdenbire bu kalabalıkta yabancı bulmuştu. Şüphesiz aralarına karışsa yarıdan fazlasını tanıyacaktı. Fakat gençler o kadar göz alıcı şekilde ön safta idiler ki…


Behçet :


Sana hiçbir şey vermediler mi?


Sabri Bey :

Sizin kabahatiniz yok. Ben arkadan doğru geldim.


Anlatıcı:

Kucaklaştılar. Salona baktıklarında çıplak ayaklarıyla dans eden bir kadın gördüler. Kadın uzak mesafeden bakınca bir kuğunun dışa bükülen bilekleri kadar zarifti.


Behçet :


(Kadını işaret ederek) : Bence kırılganlığı onun mükafatı. Ona bakarken duyduğum ıstırap ağırlığıma bir şeyler katıyor. Özellikle annesi Neriman hanımefendi bu ıstırabımın önemli bir parçası. Siz annesi ile müşerref oldunuz mu?


Sabri Bey:


Evet oldum. Ah Neriman Hanımefendi! Yazardı, düşünürdü ve aktivistti.


Anlatıcı :


Genç Bakış’ın başlamasına 61 yıl vardı.


Üstü Başı Kapalı Bir Mesela "Kürt Sineması"

“Kürt Sineması”nı tırnak içine alma zorunluluğu aslında şundan kaynaklanıyor: Böyle bir şey yok.


Bununla beraber Türk Sineması diye bir şey de yoktur. Zeka dolu eski Cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel şu “Kardak Krizi” sırasında Cumhurbaşkanıydı ya hani. Gazeteciler gidip soruyorlar Demirel’e, diyorlar ki “Yunan genelkurmay başkanı demiş ki Ege denizi bir Yunan gölüdür. Ne diyorsunuz sayın Cumhurbaşkanı?” Demirel de bir politikacı olduğunu tamamen belli ederek şöyle bir cevap vermişti “ Ege denizi bir Yunan gölü değildir. Ege denizi bir Türk gölü de değildir. Ege denizi göl değildir” Sonra da uzaklaşmıştı gastecilerin yanından.


Mesele biraz bu aslında. Yunan ve Türk gölü olmaz. Deniz orası. Su yani. Bir ırkın suyu olur mu a.k. Aynı şekilde Türk ya da Kürt sineması diye de bir şey olmaz. Sanırım en güzeli yapılan coğrafyanın ya da kullanılan dilin o sanata isim vermesidir. Türkiye Sineması mesela. Yahut Türkçe Şiir. Şimdi bir Kemalist feryadıyla “Türk illa bir ırkı temsil etmez. Kendini Türk hisseden herkes Türk’tür” diyebiliriz. Ama mesela şimdi Demirkubuz ya da Ceylan kendini Sürülebilen Peynir olarak hissederse ne diyeceğiz? Bu adamları TÜRK Sineması’nda ayrıştırıp Sürülebilen Peynir ekolü olarak mı alacağız. Ya da ben bir film çektim diyelim ama kendimi Türk değil de Denizyosunu olarak hissediyorum. Öf aman neyse. Ben burdan Press filmine gelicem de bakalım nasıl gelicem.





Şöyle geleyim bak, Uğur sen okuyon de mi lan tek, aha bak şöyle gelicem. Min Dit diye bir film vardı. Sonra bu Press olsun daha sonra İki Dil Bir Bavul ve bir iki film daha Kürt meselesi ile ilgili filmler daha doğrusu Kürtler üzerine filmlerdi bunlar. Cumhuriyet öncesinde de çekilen kimi Kürt filmlerinin olduğu biliniyor. Cumhuriyet döneminde ise benim “Gizli Kürt Sineması” dediğim filmler yapılmaya başlandı. Cumhuriyet ideolojisi Kürtleri ve coğrafyasını yerle bir etmeye odaklandığı için sinema üzerinden de herhangi bir Kürt sesi duyamadık. Ama mesela Yılmaz Güney bu Gizli Kürt Sineması’nın en su yüzüne çıkan ismiydi. Daha sonra kötü filmleriyle Gani Rüzgar Şavata sürdürdü bu durumu. Artık durum biraz daha “rahat” olduğu için baştaki “Gizli” kelimesini kaldırıp bir “Kürt Sineması”ndan bahsederdik ama yazının başında belirttiğim nedenlerle böyle bir şey mümkün değil.





Ama Türk Sineması hiç durur mu? Gizli mizli hiç izin verilemezdi öyle Kürt şeylere. Şimdi bir düşünelim. Şu Kemal Sunal’lı, Şener Şen’li, falanlı filanlı bütün filmleri. Orada “Doğu”dan gelen karakterlerin bir şivesi vardır hani. Batılı Türkler çok güldü de baya tuttu hani o karakterler. O tip filmler baya sevildi “sıcak” bulundu hani. Peki şeker kardeşim o dalga geçilen, gülünen şive hangi dilden sıyrılamamış ve Türkçeye tam olarak hakim olamamış adamların şivesiydi? Duyar gibiyim. E Kürtçe tabi. Soru eklerinin olmadığı – hani mesela “Öyle değil mi” yerine “öyle degil” der ya şiveli karakterler. Bende bu konuya çok hakim değilim ama bu bilinen bir şey-  cümleler ne de komik bulunurdu di mi?



Şimdi yine “ama orada dalga geçme yoktu kiiiii” diyenler olacaktır de onu bir de konuşmalarıyla alay edilen insanlara sormak lazım. Yani sen “ben ırkçi değilim” diyebilirsin de bunun kararını yaptığın şeyi kendisine karşı yapılan bir ayrımcılık olarak gören adama sormak lazım.Neyse yıllarca gül Allah güldük. Ama olay ciddileşince de gülerek tanıdığımız şeyin bir “dil” olduğu gerçeğiyle pek yüzleşemedik.




Şimdi, haydi Yeni diyelim, Kürtler üzerine filmlerde asıl mesele sorunun da ana meselesi olan Dil meselesi gibi görünüyor. Min Dit bunu tamamen kürtçe bir hikâye üzerinden anlatırken İki Dil Bir Bavul biraz da mizaha yaslanarak durumun aslında ne kadar da komik olduğunu gösterdi bizlere. Press ise bütün bunları bünyesinde toplama amacıyla yola çıkan, pek başarılı olmasa da ilginç bir örnek olarak dikkat çekiyor.



Bir kere bu filmlerden hemen bir sanatsal başarı beklemek faydalı olmaz. Zaten yönetmenlerin de böyle bir amacı yok gibi görünüyor. Ama Press’e bu yazıyla gelmeyelim. Çünkü Tanpınar’ın dediği gibi “Bu mevzu başka bir yazıyı hak etmektedir” Gerçi sen buraya kadar bile okumamışındır heralde gülüm okuyucu. Elliyorum seni.





Bunuel Ne Lan

2008 ila 2010 yılları arasında umutlarımız ve kadınlarımız vardı. Bu kadınlardan biri bir gün yolda yürürken şuna benzer bir şey demişti : Neden Bunuel sevmiyorsun?


Bu hanımefendi aynı zamanda bir Nil Karaibrahimgil dinleyicisiydi. Nil – Bunuel arasında git gel yapan bu hanım daha sonra hatırlamadığım bir şeyin mühendisi oldu. Kimya olabilir. Ama sorusu hâlâ kafamı kurcalıyor. Bazen ayna karşısına geçip soruyorum : Neden Bunuel sevmiyorsun?



Yıllar geçti, kadınlarımız gitti. Biz de evlerimizde oturup makarna yedik. Bazen kapıyı açıp dışarı çıktık bazen de aynı hareketi tekrarlayarak evlerimize geri girdik. Günler böyle geçip gitti. Ama geçtiğimiz mayıs anında, Roma Tarihi çalışırken aklıma bir sahne geldi. Diyorum bu sahne hangi filmdeydi. Düşün düşün bulamadım. Sahne şöyle bir şeydi, biri yaşlı biri genç iki adam yolda yürüyorlar. Sonra bazı adamlarla rastlaşıyorlar. Ama yani böyle ıssız falan yerler buralar. Nerden çıkıyor bu adamlar falan diyorsunuz. Sonra olay birdenbire İsa’ya bağlanıyor. İsa’yı günlük işlerini yaparken izliyoruz vs. Başta dedim “Bay E mi lan yoksa” sonra dedim bu Bunuel filmiydi. Araştır araştır bulduk. Filmin adı : La Voie Lactee. Filmi bulur bulmaz da aynı soru düştü beton zemine : Neden Bunuel sevmiyorsun?




Bir kere en başta “sevmemek” iddialı bir laf. Ama doğru Bunuel’in kendisini pek sevmiyorum. Bunuel’in her filmini seviyorum da diyemem. Ama Öldüren Melek, Altın Çağ, Tristana’yı falan severim yani. Ama yine de desen ki kuzen bu adam sinemayı sinema yapan adamlardan mıdır? Şuna yakın bir cevap veririm: Hayır.


Ama benim böyle düşünmem elbette benim düşüncemdir. Bazen Tarkovski’ye katılmam da benim düşüncemdir. Tarkovski şöyle demişti “Fransız Sineması Jean Vigo ile başladı ve arkası pek gelmedi” Şimdi ne alâka Bunuel ile, adam Fransız bile değil diyebilirsin de ben Bunuel’in baya Fransız ama kelimenin bilinen anlamıyla Fransız bir sinemacı olduğunu düşünüyorum. Dikkat edersen de yukarıda beğendiğim üç filmini sayarken sadece bir tane Fransa’da çektiği filme yer verdim. Bunuel bütün o Burjuva ile dalga geçmesi, onları parodileştirmesi falanına filanına rağmen dibine kadar Burjuva bir adamdır. Yaptığı da büyük oranda Burjuva Sinemasıdır.



Bunu bir eleştiri olarak söylemiyorum ama bu tekyönlü sinema sadece Sürrealizm’de kendine çıkış yolu bulmuştur. O da bir süreliğine ve özellikle ilk dönem filmlerinde. Yani ta ki Sürrealizm de Burjuvalaşana dek. Şimdi toplasan 3 konu ya da 3 kavram üzerinden bütün filmlerini değerlendirebilirsin Bunuel’in 1- Din 2- Burjuva ve Burjuva’ya ilişkin şeyler 3- “Kara Mizah”. Bir mizah olduğu kesin. Parodi’den güç alan bir mizah bu. Ama gülersen. Ben misal ne gülünç ne de yaratıcı buluyorum bu mizahı. Din meselesinde ise kimi zaman gerçekten gülünç şeylerle izleyiciyi baş başa bırakabilse de herhangi bir şey söylememesi öylece bırakıyor durumu. Yani evet durumlar böyle bu kısmen de komik tamam, peki ne diyosun lan Bunuel? Ne yani. Burjuva olayı ise dedim ya. Gül, eğlen taşak geç ama sen de Burjuvasın ağabeycim.




Bazı istisnalar sayılacaktır elbette. İşte ilk dönem filmleri arasında Toplumcu-Gerçekçi falan şeyler olduğu söylenecektir. Ama bu durumun beni ilgilendirdiğini sanmıyorum. Yenilik herhangi bir yapıtın tek kriteri ise Bunuel yeni bir Sinemayı ancak Sürrealizm’e başvurarak yapmıştır.


O da dediğim gibi, sadece belirli bir dönem.

Giray ve Dünya (3)

Bölüm 3


İnip bir durak ötedeki buluşma yerine doğru yürümeye başladım. Üstümdeki gri tişört  sırılsıklam olmuştu. Bir an baygınlık geçirir gibi oldum ama tuttum kendimi. Ayrancı geçiyordu durdurup bir bardak ayran içtim. Uzakta tam da buluşmamız gereken yerde 1.90 boylarında Fuat’ı sezdim. Dedim bu Fuat beni çok yüksek derecede dövecek. Ya sakat kalırsam dedim. Ya aldığım darbelerle aklımı çıldırırsam. Bundan sonraki hayatımı bişeyler diyecektim baktım yanında da iki şahıs var en az Fuat boylarda. Dedim bunların üçü mü dövecek beni? Daha da yaklaşıyorlardı. Yine baygınlık geçirir gibi oldum. Düşeyazarken bir simitçiye tutundum. Simitçi simit almak yönünde bir isteğim olduğunu zannederek kafasından tepsiyi indirdi ve “seç abi” dedi. Bozuntuya vermemek için aldım bir tane. Daha da yaklaştım Fuat’a. Beni görür görmez depar atar gibi yürümeye başladı ben istikametine doğru. Yanındakiler de yürüyordu. Sonra durup yanındakilere siz burada durun işareti yaptı elini garipçe hareket ettirerek. Sonra bana doğru daha da hızlı. Önümde durdu.  Bir müddet baktı. Gözlerim kararırken elini bana doğru kaldırdı aha vuruyor derken bıyık bölgemi eliyle eşeledi “Ayran mı içtin lan sen” dedi. Ağzından duyduğum son söz  bu oldu. Şiddetli bir biçimde betona doğru bayılmışım.


Uyandığımda bir teyze kolonyayla bileklerimi ovuyordu. Başımda da bir dolu insan. Bu insanlar arasında Fuat’ı seçtim. Elinde İçim Ayran ile bana bakıyordu. “Al iç şunu dedi tansiyonun yükselmiş” ben de Fuat Abi dedim Ayran ekseriyetle tansiyon düşünce önerilir ama sağol dedim. Kaşını çattı ama abi demem onu biraz sakinleştirmişti. Sonra kalk bakalım diyerek kol bölgemden kaldırdı beni “Konuşalım biraz seninle” dedi. Kalabalığa dönüp yine garip bir el hareketiyle “tamam arkadaş benimle” şeklinde bir pozlar yaptı. Kalabalık dağıldı.



Biraz yürüdükten sonra Karşıyaka Belediyesi’nin avlusunda Atatürk Heykelinin ayaklarına doğru oturttu beni. Fuat atasına ve milletine bağlı bir adamdı. Ve an azından Atatürk heykeli önünde beni dövmezdi. İşte bu düşüncelerle kendimi rahatlattım. Çenemi hafifçe yukarı göz göze geleceğimiz biçimde kaldırdı. “Ee geldim işte çocuk. Kes bakalım biletimi dedi”. Bir baba yahut abi suratı vardı Fuat’ın yüzünde. Birden ağlamaya başladım. Ayaklarına kapandım “Abim affet abim, baş tacısın abim, ben sana o sözleri sinirle söyledim, senin gibi bir pelikanlıya pardon delikanlıya edilmemesi gereken sözler ettim. Sedef’in yerini biliyorum gel götüreyim onunla gör hesabını abim. Elini ayağını öpem abim” dedim. Bunları derken her an vücuduma özellikle de yüzüme bir darbe gelir diye korktuğumdan ellerimi ve kollarımı başıma siper ettim.




Üçüncü Bölümün Sonu

22 Haziran 2012 Cuma

Giray ve Dünya (2)



Merhaba ben anlatıcı. Size olanları anlatacak olan kişiyim. Yaşım falan önemli değil. Sadece olayı ilginçleştirip, sözü yeniden arkadaşlara bırakacağım Aslında her şey kışın başladı. Hangi kış? Ben diyeyim 2008 siz deyin 1040. Takvimler Kubat ayını, pardon Şubat ayını destekliyordu.  Oturdum bu üçlüyü düşünmeye başladım. Giray dedim anlatıcı olsun. Ama baktım herif mal. Bunun eline öyküyü verirsen ziyan eder. Sedef ise Allah tarafından ve doğanın da izniyle herhangi bir şey anlatabilecek biçimde dizayn edilememiş. Fuat desen konuşmayı pek sevmiyor. El mahkum ben toparlayacağım meseleyi. Şimdi böyle konuşunca bütün bu kelimeler bir araya gelince tüm bu yazılanların benim hayal gücüm olduğunu,işte yazarın sosyal gözlemlerle bir karakter yarattığını zannederseniz yanılırsınız. Bütün o yazar tipler illa da sahiplenirler ya,yok benim romanım,benim öyküm,benim yeni kitabım falan. Yalandır ha hepsi. İnanmayın. Herkesin kullandığı kelimeleri bir araya getirip uzun uzun çiziyosun. Nerden biliyosun senin olduğunu orda yazılanların dayıoğlu. Ne bu ego taşşakları. Dil bitmiş gitmiş. Neyi dramatize ediyosun hâlâ senli benli konuşarak.



Neyse, olaylar şöyle gelişecek: Giray ve Sedef sabah uyandıklarında Fuat’ın Sedef’in telefonuna bıraktığı çağrıları görür görmez kahvaltı hazırlayıp televizyonu açacaklar ve bu FUAT meselesini yaklaşık 58 dakika boyunca açmayacaklar. Spor bülteni bitince Giray televizyonu kapatacak ve Sedef’e dönüp “canım bence kaçalım, dayımın çiftliği var köyde, orda saklanırız birkaç ay, söz de keser, nişan da yapar gerekirse evleniriz, komam seni ortada” diyecek Sedef de “iyi de Giray biz töre cinayetinden falan kaçmıyoruz ki ortada evlenmemizi gerektiren bir durum yok. Bence sen delikanlı bir erkek ol ve yeni sevgilim olarak Fuat ile yüzleş” diyecek Giray da “iyi ama Fuat beni acayip derecede döver ağzım burnum birbirine karışır ayaklarım kırılır bacaklarımı kırar beynimi dağıtır belki silahlıdır sıkar çocuğumuz olmaz devlet bize yer açmaz asker olurum ölürüm sen Fuat ile takılırsın yine ağlarım neme lazım Sedef evlenelim çocuğumuz Erman doğsun” diyecek. Fuat mesajlarında “ben de seni denize dökücem allahsızın kızı” diyecek.





Giray en sonunda Sedef tarafından ikna edillir. Ben Giray’ım bu arada ehe ben inka edildim pardon ikna edildim. Şimdi 330’a binip gidiyorum Mp3’ümde çok gaz şarkılar var. Önce Gökhan Özen dinledim Tabiri Caizse şarkısı. Sonra Cheyya Cheyya diye bir şarkı var ya hani Hintli şarkı onu dinledim. O kadar sabırsızım ki yani elim ayağım terliyor pınar su şişesini sıkarak bileniyom Fuat’a karşı. Aha şimdi de Kayahan çalıyor “Bu Elmanın Yarısı Olmaycak lan Fuat İbnesi” diye haykırdım 330’da. Şöför “Adam o”l dedi. 



Ama şimdi bir tuhafım. Otobüs yaklaştıkça Karşıyaka’ya şu ter meselesi daha da çekilmez bir hal alıyor. Bakıyorum etrafıma benim dışımda da terleyen yok. Fuat’ı aradığımda “Karşıyaka’ya gel lan babası belirsiz orada kesicem biletini” derken ne kadar kararlıydım aslında. Aha sağ gözüm seğirmeye başladı. Burnum da akıyor. Bir durak önce inmeliyim sanırım yoksa dayanamıycam. Klimayı mı açtırsam diye düşündüm ama açık ki klima bir ben miyim böyle ya Sedef gel evlenelim dağların kızı gel ya.





İkinci Bölümün Sonu.

Giray ve Dünya (1)

Sedef onu anladığımı düşünüyordu. Ama aklımdan geçen şeyler neden iki ayağımda farklı çoraplar olduğu ve Noodle’dan nefret etmek için kaç sebep bulabileceğimdi. 72. sebebe gelmiştim ki Sedef iki eliyle yüzümü tutup 35 cm’lik bir açıyla kendine doğru yaklaştırmaya çalıştı. Sonra ağladığı için olsa gerek kanlı gözleriyle ve alabildiğine anlamlı bir şekilde gözlerimin içine bakarak “Anlıyor musun Giray” dedi. Omzunu okşayarak ve okşama bahanesiyle bir taraftan da iterek “Anlıyorum Sedef” dedim.


Mücadele etmem gereken bir sürü kötü adam vardı. Bilirsiniz işte Sedef’in yüzünden başım mafyatik bir adam ile kocaman bir belaya girdi. Ne kadar klişe değil mi? Eh ne yapalım başka türlü olay örgüsü oluşturamıyoruz memlekette. Ben de işte size çok acayip olmayan bir mafyatik hikaye anlatacağım. Baya tripli olacak böyle silah patlamalı,,koşmalı,durmalı,ağlamalı,ölürken son söz söylemeli işte öyle falanlı bir hikâye.


Ben Giray. 24 yaşındayım. Kütüğüm Malatya’ya bağlı olsa da İzmir’de ikamet etmekte ve fena halde Sedef’i sevmekte, onun gözlerinin içine, inim inim,elleriyle sarmaş dolaş,o sıcak ellerini yüzüme sonra saçlarıma sonra ben ellerimle saçlarına saçlarına Sedef’in Allah kitap bilmez cennet kokusuna çok devamlılık göstererek bağlıyım ona.  Sedef’ten önce her şey sıradandı Yaklaşık 2 yıl boyunca kitap okudum. Çoğunu anlamadım. Bir yerden sonra da anlamakla ilgili bir çaba sarf etmedim. Okulda öğrenmemiz gereken ilk şey anlamaktı. Ben dikkat dağınıklığı olan ve oldukça geç anlayan bir insan olduğum için her zaman başarısız bir öğrenciydim.  Örneğin bir cümlenin ne anlattığıyla ilgili bir soruya maruz kaldığım zaman ne diyeceğimi bilemez ya da kem küm ederdim.. Matematiği anlamadım. Matematikle bağlantılı olan birçok şeyi de anlamadım. Edebiyat ile de benzer şekilde bir sorunum oldu.  Cümlenin çatısını bulamaz zarf tümlecini karıştırır, işteş fiili ise sadece hocanın ağzından çıkan bir şey olarak hatırlardım. Otobüs muavini olacağıma dair beklenti vardı aile içinde. Üniversiteyi kazanmam falan pek beklenmiyordu. Ama nasıl olduysa oldu öyle ahım şahım bir puan almadan, sıfır meslek garantili bir bölüme yerleşerek İzmir’e geldim. Hayatımın kısa özeti budur. İzmir’e gelince de baktım işim gücüm yok bari aşık olayım dedim ve Sedef’i buldum.


Ben Sedef 20 yaşındayım lacivert gözlü kumsalım pardon kumralım. Giray beni sevdi ben onu pek sevmedim. Giray bana yardım etti başı belaya girdi. Fuat ikimizi de öldürecek he he. Valla komik oluyormuş böyle söyleyince. Ama durun bir de şöyle söyleyeyim: Eski sevgilim Fuat bana büyük bir kazık atmıştı. Ben de bunun intikamını almak için gizlice evine girdim ve son model olan Ford Focus’unun anahtarını kaptığım gibi otoparka indim. (Giray : Otoparkta ölü sasani boksör var mıydı? Sedef : Otoparkta ölü sasani boksör yoktu. Fuat : Devam edin.) uzun ve hızlı adımlarla ilerleyip yeşil Ford Focus’u buldum. Arabaya bindiğim gibi doğru Mavişehir’e sürdüm. Deniz kenarına gelince el frenini boşa alıp arabayı itmek suretiyle denize attım. (Fuat : Yuh yalanını sikeyim. Hangi kol ve kolluk kuvvetiyle itiyosun sen o arabayı kızım? Giray : Bana anlattığında hikâyenin bu kısmına ben de inanmamıştım ama ne olacak canım yalan söylediyse diyerek bu olayı geçiştirmiştim hatırlatırım seviyom ben onu yani Sedef’i inanın bazen yemekten kesip ona inanıyorum. Babam bana hiç değilse kız olaydın derdi.) Daha sonra bir otobüse bilerek pardon binerek Bornova’ya geldim ve olanları yeni sevgilim Giray’a anlattım. (Giray : Canım ya. Anlatacaksın tabi. Sevgi bunu gerektirir) Yağmurdan ıslanmış ve çok alkollü olan beni gören Giray önce korktu fakat sonra beni sakinleştirerek “tamam bir şey olmaz ben halledicem, haydi bu konuya bir de şöyle bakalım” dedi. Biraz sakinleşmiştim zaten televizyonda da Genç Bakış vardı. İzleyip yattık. .Sabah telefonumda 678 tane çağrı gördüm hangi biçimde tonlarsanız tonlayın o isim aynı korkuyu veriyordu: fuat,Fuat,FUat, FUAt,FUAT! İşte o an anladım : Fuat beni öldürecekti hoh hoh ho (ciddi kahkaha efekti)



Ben Fuat 27 yaşındayım İsviçre doğumlu Müslümanım.  Gençler iyi gidiyor ben bölmek istemiyorum. Az önce söyleyeceklerim vardı ama şimdi aklımda değil.  Sadece çok sinirli olduğumu belirteyim olanlar konusunda. İkisinin de ağzını yüzünü,yedi ceddini feriştahını bununla beraber nedense Kuala Lumpur’da yaşamak istiyorum. İnanır mısınız saatimi Kuala Lumpur’a göre ayarladım ama İzmir’de yaşıyorum çok acayip oluyor.  Kafamı kaşımayı severim. Sandığınız gibi bileklik, yüzük, kolye takmam. Açık yaka gömlek kullanmam. Yumurta topuk ayakkabım yoktur. Nolur kurtulun artık bunlardan kahve falan koyun, ısmarlayın, alın. Ben Fuat, dünyada bir adamım.







Birinci Bölümüm Sonu.

Hayal Edilebilir Mutlulukların En Kırılgan Biçimi

Veda Vakti var ya. Hani Ozon’un filmi. Şimdi sorsan derim ki ya şöyle şöyle problemleri var. Böyle böyle yerlerinde olmamış şeyler var falan filan. Oradan da daha iyi Ozon filmlerine geçerim büyük ihtimalle. İşte derim Kızgın Taşlara Düşen Su Damlaları derim. Ya da Sitcom, Havuz falan derim. Derim ama öyle de değil be Caesar.


Ben en çok Veda Vakti’ni seviyorum. Ama bildiğin seviyorum. Ölümle yüzleşmek için çığlıklar, feryatlar, ağlamalar falan filanla özdeşleşmiş bu coğrafyayı işte biraz da bu film yüzünden pek  sevemiyorum .


Bak, Romain diye bir adam var. Bu adam Eşcinsel. Bir gün baygınlık geçiriyor sonra kalkıp hastaneye gidiyor. Doktor buna diyor ki sen ağır hastasın. Romain hemen Aids mi diye soruyor. Doktor yok değil falan diyor. Yani filmin daha onuncu dakikasında hem gey filmi klişelerinden hem de gey olma durumunun bilinen imajlaştırma biçimlerinden sıyrılıyor film.


Çünkü bu bir eşcinselin son günlerini anlatan bir film değil. Bu herhangi bir insanın, cinsiyetler vs gibi şeylerden azade olmuş bir insanın, son günlerini anlatan bir film. Romain başta bu durumla yüzleşemiyor elbette. Gidiyor mesela sevgilisinden ayrılıyor, aile yemeğinde kavga çıkarıyor,evde ağlayarak, kafasını duvarlara vurarak falan kabul etmemeye çalışıyor durumu. Ama çok da iyi biliyor ki yapacak bir şey yok. Film de bunu bildiği için hiç klişelere yan çizmiyor. Durumu olduğu gibi gösteriyor. Manipüle etmeden, dramatize etmeden, etmeden işte. Olduğu gibi.





Sonra zaman geçtikçe daha da sakinleşiyor ve bu durumla yüzleşmeye başlıyor Romain. Mesela gidiyor babaannesinin yanına. Ölüme en yakın olan insanı seçiyor yani ve onunla birkaç gün vakit geçiriyor. İşte filmin buradan sonrası hakikatten can alıyor can.





Ben eminim böyle bir film Türkiye’de çekilse, aile üyeleri olsun, arkadaş çevresi olsun hepsi durumu öğrenir, işte adamın etrafında toplanır. anlamlı bakışlarla ,gözyaşlarını tutarak falan sarılırlardı adama. Adam ölünce de yine çığlıklarla ağlamalarla falan filan biterdi film. Hatta belki de bir mucize olurdu ve adam ölmeyiverirdi. Ama bak Ozon ne yapıyor, Romain öleceğini sadece babaannesine söylüyor. Aile üyeleriyle uzaktan vedalaşıyor. Başlarda kafasını duvarlara vurarak yüzleşmek istemediği durumla filmin sonlarına doğru tek başına çıktığı bir sahil yolculuğunda sakince yüzleşiyor. Bu yolculuk sırasında tanıştığı çifte de çocukları olması konusunda yardımcı oluyor. Mesela o sevişme sahnesi nasıl güzel bir sahnedir öyle. Karı – Koca – Romain. Ne hüzünlü.



Ve en son kapanış sahmesi. Çocukluğunun geçtiği sahile varıyor Romain. Sonra biraz denize girip çıkıyor. Akabinde uzanıyor. Kamera yavaş yavaş uzaklaşıyor. Gün batımında herkes eşyalarını toplamış sahilden uzaklaşırken uzakta bir karaltı olarak uzanan Romain’i seçiyoruz. Allahım ne güzel bir kapanış sahnesidir, ne huzurlu, hayal edilebilir mutlulukların en kırılganı olan ölümle ne güzel karşılaşmaktır bu böyle.



François Ozon’da bir şey var. Ben bunun kısmen Gerçekçi bir şey olduğunu düşünüyorum. Şu yüzleşme meselesi özellikle. Diğer Ozon filmlerinde de var bu durum. Kumun Altında’da var. 5x2’de var. 


En ağır durumlarla özellikle de ölümle yüzleşme meselesi. Ve bunu o kadar güzel ve bence o kadar dürüst gösteriyor ki, Ozon’a sadece sevgi duyabiliyorsunuz.



Bu Yılın Adını Peter Mullan İle Değiştiriyorum

Ne çok Peter Mullan demişiz şu 2 ayda. Ama hakkı var. Çok tartışılmıştı. Yoğun bir mail trafiğine girmiştik. Herkes ısrarla “Peter Mullan iyidir ama yönettiği filmler pek iyi olmuyor” sözümü açıklamamı istiyordu. “Ne açıklıycam ye” derken son Peter Mullan filmi Neds’i izledim ve bari birkaç şey daha söyleyeyim dedim. Ama film üzerine mi söyleyeceğim onu bilmiyorum.




Neds sorunlu İskoç çocuklarının falan filan işte. Ama Peter nasıl desem kavgadöğüşlü şeyleri iyi yapıyor. Yani hareketi iyi yakalıyor. Ritmi. Geriye de pek bir şey kalmıyor açıkçası.



Anglosakson Sineması hiçbir zaman teorik bir altyapıya sahip olmamıştır zaten. Yani bir Senaryo Matematiği, Kurgusal Eklektizm gibi şeyler Britanya’ya pek uğramadı. Sinemada üzerine çok konuştuğumuz avangard hamleler de bu bölgeye pek yansımadı. Alman Sineması Fransız sineması kendi içinde hem teknik hem de zihinsel atılımlar da bulunurken Britanyalılar Kostümlü Dönem filmleri konusunda uzmanlaştılar.



Amerikan Sineması ise bu Anglosakson Durumun sürükleyicilerinden olsa da  Avrupa Sinemasından çokça etkilenen yönetmenleri sayesinde kendine ayrı damarlar bulabilirdi. (Bugün çok popüler filmlerin yaratıcısı olarak bildiğimiz Spilberg ya da Scorsese’nin zamanında Fellini’ye, Bunuel’e, Bergman’a attıkları mektuplara bakmakta fayda var).



Peter Mullan aslında hocası diyebileceğimiz Ken Loach’ın izinden giderken bu Anglosakson dünyasının küfürbazı olmayı da yine Ken Loach’dan ödünç almış görünüyor. Bu İskoç sinemacılar hem Sanatsal Avrupa Sineması’na hem de Britanya usulü Kostümlü dramalara siktiri çekerken (Fuck All Sineması diyenler de var buna.) “olduğu gibi” hayatı yansıtmaya çalışıyorlar.



Mullan oyuncu olarak My Name Is Joe yönetmen olarak ise Neds’de bu “olduğu gibi” hayatı gayet iyi gösterebiliyor hem kamera önünden hem de arkasından. Ama bir tercihim olsa oyuncu Peter Mullan’ı tercih ederim yine.



Mesela bu Neds filminde de Baba rolünde çok küçük bir rolü olmasına rağmen sürükleyip götürüyor kendi filmini. İskoç Sineması’nda çocuk oyunculardan müthiş performans almak sırandan bir şey olduğu için (Bkz yine Ken Loach filmleri özellikle Sweet Sixteen) bu konuda herhangi bir övgüde bulunmayacağım.







Ailesiyle, çevresiyle ve genel olarak hayatla problem yaşayan “kötü çevre” den bir türlü kurtulamayan karakterlerle dolu olan Neds, sanırım benim aklımda sadece son sahnesiyle kalacak. Başka bir film böyle bitse başyapıt olurdu sanırım. Ama Neds’in son sahnesinin genel olarak filmle pek bir alâkası yok. El ele kaplanların arasından geçen iki “kaybetmiş” çocuk üzerinden fazlasıyla hümanist ve duygusal bir mesaj vermeye çalışan Mullan filmin geneline bu yapıyı bir türlü oturtamadığı için (Senaryo Matematiği Britanya’ya uğramadı demiştik değil mi?) film bir yarım kalmışlık hissiyle el sallıyor bizlere.




Yine de tekrar ediyorum. Peter iyidir. Oynasın yeter.

Köşk Haber Bülteni (9) : Orada Faruk Var. Gitmeyin.


Kötü bir Türk Filmi mi görmek istiyorsunuz?  Hemen yapımcısına bakın.


Faruk Aksoy, Mehmet Soyarslan ya da Abdullah Oğuz adlarını gördünüz mü? O zaman gönül rahatlığıyla izleyebilirsiniz. O filmler mutlaka kötüdür.


Hiç izlemediğim halde iddia ediyordum sağda solda. Fetih 1453 kötü film diye. Neden? Çünkü Faruk Aksoy yapımcılığı da aşarak yönetmenliğe soyunmuştu. (Bunu en son yaptığında Yeşil Işık diye bir garabet çıkmıştı ortaya. Bak Recep İvedik’lere girmiyorum bile)


Bu tecrübenin getirdiği dersle filmi izlemeye hiç gerek duymadık. Çünkü orada Faruk var.


Şimdi izlemediğimiz filmi bir eleştirelim. Fetih 1453 kötüdür çünkü;


1-     Başbakan ve Bakanlar Kurulu üyeleri filmi çok beğenmiştir.

2-     Cumhurbaşkanı da filmi beğenmiştir. (Kendisi daha önce King Speech’i de beğenmişti. )

3-     Filmle ilgili söylenen tek şey 10 bilmem kaç milyon dolara mal olduğu idi. En az 6 milyon seyirci beklentisi de filmin “canım Türk Osmanlı, canım İslam” desturuyla yola çıktığını apaçık gösteriyordu.

4-     Faruk.


Türklerin tarihle imtihanı “kestik biçtik” boyutunda kaldığı için bu memlekette ciddi bir tarih filmi yapmak mümkün değildir. Milyon tane hikâye vardır ama bunları “kahramanlık” sosuyla süslemezsiniz elinize alırsınız şeyi.


Mesela bir Genç Osman filmi yapıldığını var sayalım. Hangi çılgın Türk Genç Osman’a çatur çutur tecavüz edildiğini gösterebilecek? 16 kardeşini birden boğduran III. Mustafa’yi hangi argümanla savunacak? Ya da o “Büyük Müslüman” II. Mehmet’in Hurufilerle ilişkisi ya da neyse. Var mı anlatacak?


Salla Osmanlı’yı “Kurtuluş Savaşı” ile ilgili birçok film yapıldı Trt tarafından. Birinde de “ulan arkadaş 500 kiloluk gülleyi nasıl kaldırır adam?” diye soran olmadı (Ben ilkokulda sorduğumda örtmenimiz “vatan aşkı” diye cevaplamıştı sorumu.). O “Kurtuluş Savaşı”nı kazanan halk sonra ne olmuştur? O “Kahraman” komutanlara ne olmuştur peki? Trt bunları anlatmadı.




Bu sorulara Allah ya da cemaat’i rahatsız etmeyecek şekilde Akp birazcık girdi. O da işine yarayacak, manipüle edecek kadar. Her türlü Kemalist şeyi yerle bir ederken İstiklal Marşı’na ise sümme haşa dokunmadı.


Şimdi bir İstiklal Marşı filmi yapılacakmış. İslam ve Cumhuriyet aynı masada, Mehmet Akif’te buluşacaklar. Biraz gözyaşı. Biraz bayrak. Biraz da Allah . Hepsi bir arada.

Yapımcısı Faruk olursa şaşırmayın.

                                                                                     Cafer S./Küçükpark