25 Mart 2013 Pazartesi

Gâvur Buna Just Kids Diyor


Öyle sanıyorum bir filmi sevmek için onda kendinizle ilgili bişeyler bulmanız gerekir. Beğenmek demiyorum. O apayrı bir şey. Baya bildiğin sevmek işte. Mesela yazmıştık Ah Güzel İstanbul’u çok seviyoruz diye. Niye? İyi bir film olduğu için mi? Tam olarak değil. Sadri Alışık olduğu için, sanat müziği olduğu için, rakı olduğu için, için.


Şimdi bir film düşünelim, içinde Rocky Horror Picture Show da var, The Smiths de var, Salinger da var, David Bowie de var, doksanlar da var. Şimdi biz nasıl sevmeyelim bu filmi? Ama şöyle de bir şey var;  bu film saydığımız durumların dışında da gayet iyi bir bağımsız sinema örneği. The Perks Of Being A Wallflower’dan bahsediyorum tabii ki.




Catcher In The Rye’dan itibaren kötü bir şey oldu. Büyüme çağındaki bir insanı ele alan bütün film ve kitaplar –özellikle Amerika’da- bir şekilde Catcher In The Rye ile karşılaştırıldı. Kitabın seviyesine ulaşabilecek herhangi bir şey olmadığı anlaşıldığında ise yeni çıkan benzer içerikli eserler “Catcher In The Rye’dan sonra yapılmış en bilmem ne” diye sunulmaya başladı. Şimdi bir kere bu ayıptır. Böyle bir eleştiri modeli –ki kaynağı tabii ki kolaycılıktır- tümüyle faydasızdır. Kısaca diyorum ki, Catcher In The Rye ya da Salinger “orada” ve “öyle” dir. The Perks Of Being A Wallflower da “orada” ve “öyledir”. Nasıl ki bir gergedan ile ördeği aynı kulvarda değerlendiremiyorsanız bu iki olayı da aynı kulvarda falan filan.





Ve resimlerimiz eski fotoğraflara dönüşecek


Charlie, Patrick ve Sam adında üç gencimiz var.

Filmin konusunu, falanını her yerden öğrenebilirsiniz, ben direk meseleye geleceğim, mesele şu: Hayat biter dostlar. Bunu herkes biliyor değil mi? Ama tekrar etmekte fayda görüyorum: Hayat biter. Bu film de birazcık bu. Çünkü hayat dediğimiz şeyin yaşanabilir kısmı bir başlangıcındadır bir de sonunda. Şimdi bu laftan: “Ömrümüzün en güzel yıllarıymış o gençlik, o çocukluk” türünden Flaubertvari bir neşeli çıkarım yaptıysanız yanılıyorsunuz. Çünkü öyle değil. Ne çocukluk ne de “ilk gençlik” (ne saçma laf di mi, “ilk gençlik”, ayçiçek yağı markası gibi) güzel şeyler değildir. Bu film ve kitap da fazlasıyla basitleştirilen ve gelip geçecek bir “ergenlik” olarak sunulan durumu aslında bir anlamda “hayatla tanışma” denen şeyin ta kendisi olarak sunuyor bizlere. (Bu arada ergenlik saçmalıkları ile ilgili şöyle bir problem var; bu dönem gerçekten de hayatımızın en saçma davranışlarını sergilediğimiz, mallaştığımız bir dönemdir. Ama aradaki farkı gözden kaçırmamak lazım, ergenlik dönemi mallıkları ile aptallık arasında ciddi farklar vardır. Ve o dönemi “yea ne aptalmışız ha” diye hatırlamak aslında geçmemiş bir aptallığın göstergesidir. Yani demek istiyorum ki, bir insan ergenlik döneminde ne kadar aptal ise 70 yaşında da aynı şekilde aptal olabilir. Ama ne bileyim saça limon sürmek, üstünde isminizin yazdığı bileklik ya da kolye takmak “ergenlik dönemi mallıkları” dediğimiz şeylere örnek teşkil eder ve geçer. Eğer geçmemişse, işte o ergenlikle hiç alâkası olmayan bir aptallık durumuna tekabül eder. Ve o saatten sonra  yapacak bir şey de yoktur)






Sing me to sleep

Bir adam varmış. Bu adam mutlu bir evliliğin ardından eşini ve üç çocuğunu terk etmeye karar vermiş.  50 yaşında, boşanmış ve üç çocuk sahibi biri olarak o güne kadar hayatta hiçbir şey yapmadığını fark etmiş. Bunun üzerine okuduğu bir kitaptan etkilenmeye başlamış. Bu kitabı okuduktan sonra geçirdiği çeşitli duygusal durumların ardından evini ve bütün paralarını yakmaya karar veren adam bu eylemlerini gerçekleştirdikten sonra “akli melekelerinin yerinde olmaması nedeniyle” ruh ve sinir hastalıkları hastanesine yatırılmış. İlk günlerinde çok neşeli ve hayat dolu olan adam 3. Haftadan itibaren uyku saatlerini artırmaya başlamış. Öyle ki bir Fil’i bile uyuyabilecek duruma gelen adam maraton halinde günlerce uyuma alışkanlığı elde etmiş.  Bölgenin doktorları çare bulamayınca yurt dışından çeşitli hekimler çağrılmış ve adamı alıp geldikleri yurt dışına götürmüşler. Toplamda 4 kıtayı gezen adam bu süre zarfında hiç uyanmamış. Bunun üzerine adamı öldürmeye karar veren hekimler adamı betondan bir tabuta koyup denize atmışlar. Aradan yaklaşık 20 yıl geçmiş, betondan tabut bir teknenin ağlarına takılmış. Balıkçılar güç bela tabutu kırınca içinde 20 yıldır uyuyan adamı görmüşler. Ne bir yaşlılık ne de herhangi bir pozisyon değişimi. Uyuyan adam yöredeki bir ağaç eve götürülmüş. Balıkçılar ve aileleri ayda bir iki eve gidip adamın üzerini örtmüş ya da giysilerini değiştirmişler. Bu ziyaretlerden birinde adamın mırıldandığını fark etmişler. Başlarda horlama sandıkları şeyin bir ezgi olduğunu anlamışlar. Yörenin üniversiteli çocuklarından biri uyuyan adamı ziyaret ettiğinde bu mırıldanmaların hangi şarkıya ait olduğunu keşfetmiş. Şarkıyı hemen mp3’üne atmış ve kulaklıkları uyuyan adama takmış. Adamın 25 yıldaki tek vücut değişimi o zaman yaşanmış ve yüzünde gülümse diyemeyeceğimiz, ama onun gibi bir şey, ama bak gerçekten gülümseme diyemeyeceğimiz bir gülümsememsi bir şey yerleşmiş. Yöre halkı mp3’ü adama bağışlamış ve bitmeyen bir pil alıp şarkıyı 7/24 dinlemesini sağlamışlar. Adam hâlâ aynı yörede.  Hâlâ uyuyor. Yaşı 1935’ ten sonraki bütün yılların toplamı. Yengeç burcunda.




Bu gerçekten oluyor. Ben buradayım.


Filmin uyarlandığı kitap bizim dilimize çevrilmedi. Fakat Amerika’da çoktan bir “klasik” olmuş. Yani buradan bakınca öyle görünüyor. Böylesine içselleştirilmiş kitapların uyarlamaları her zaman problemli olur. Genelde de başta yönetmen ve oyuncu kadrosu olmak üzere bütün ekibe küfredilir ve kitap yeniden baş tacı edilir (Mehmet Açar’ın Beyaz Perde’lerden birinde “Yetenekli Bay Ripley” filmi için konuşurken “Kitaba ihanet denen şey bu galiba. Ne diyeyim? Allah belalarını versin mi diyeyim ne diyeyim?” türünden bir şey söylediğini hatırlıyorum). İşte bu sakıncalara toptan bir önlem almak için olsa gerek kitabın yazarı Stephen Chbosky direk filmin yönetmenliğini de üstlenmiş.


Kitabı okumadığımız için ne kadar sadık bir uyarlama olduğunu bilemeyiz. Şimdilerde Püren Özgören olsa gerek, kitabı dilimize çevirmeye başlamış deniyor . Her neyse. Filmin uyarlama tarafı “buram buram” edebiyat hissi yaratmasıyla ortaya çıkıyor aslında. Yani birçok diyalog, birçok sahne etkileyici paragraflar olarak da gözümüzün önüne geliyor. Mesela Sam’in Milkshake yaparken Charlie’nin hayattaki tek arkadaşı Michael’ın intiharından bahsettiği sahne ya da Charlie’nin dayak yiyen Patrick’i kurtardığı sahne vs. bizde çeşitli “edebi” hissiyatlar bıraktılar. Bunlar da aslında güzel şeyler.




Ve o anda, yemin ederim, sonsuzuz.



Bu film gösterdiklerinden çok bahsettikleriyle etkileyici olmayı başaran bir yapıya sahip. Mesela Charlie’nin çocukken başına gelenleri hiç görmüyoruz. Ya da Sam’in belki de Charlie’den bile daha beter geçen çocukluğuna dair sadece bir iki diyaloga şahit oluyoruz (11 yaşındayken babasının patronuyla yaşadığı ilişki mesela. Şöyle bir iki saniyede geçiştiriliyor filmde).

Kaygan zeminde ayakta durmaya çalışan çocukların filmi bu. En ciddiyetsiz gözüken Patrick’in bile filmin sonlarına doğru duygularına yenik düştüğü bir film. Bir tür “Just Kids” durumu. Lakin bu tekrar ediyorum neşeli ve hareketli bir “Just Kids” durumu değil. Hiç öyle olmamıştır. Bilen bilir.





Ben olsam adını "sıkıcı gölette" koyardım



Ve doksanlar.


Şimdi bu seksenlerde çocuk olmak işte yetmişlerde su topu olmak falan meselesi çıktığından beri doksanlar da bir tür nostaljiye maruz kaldı. Seksenlerin üst baş modası hep gülerek hatırlandı. Yetmişlerin dans biçimleri ya da çiçek çocukları gülümsenerek hatırlandı. Şimdi aynısını doksanlara da yapıyorlar. Ama yanlış, çok yanlış. Doksanlar ne tatlı bir tebessümle ne de ona benzer bir şeyle hatırlanacak bir şey değil bence. Müziği depresif, çocukları kayıp, kıyafetleri yırtık pırtık. Bu Amerika’da değil buralarda da böyle oldu. Eroin dediğimiz (eski sağlık bakanı Osman Durmuş “oroyin” derdi) şey en çok doksanların çocuklarını alıp götürdü. Bir şey vardı tam olarak anlamadık ama vardı. Hayat doksanlarda fazlasıyla tuhaf ve hüzünlüydü.

The Perks Of Being A Wallflower da doksanların bütün o “durumlarını” içinde barındırıyor. Mesela kaset doldurup paylaşma durumları. Allah’ım o nasıl bir kaset sevgisidir. A yüzünde Kayahan olan bir kasetin B yüzünden Megadeth çıkabilirdi mesela. Ya da Mustafa Sandal’ın şahane albümü Suç Bende’nin B yüzünün ikinci şarkısı birdenbire Rain When I Die olabilirdi. Ve bunlar da her yerde dolaşırdı. Kimin doldurduğu belli olmayan kasetler elden ele gezerdi. O yüzdendir ki müzikte çokseslilik doksanlarda başlamıştır. O çocuklar Sinan Peker ile In Flames’ı aynı kaset içinde dinleye dinleye büyüdü ve hepsini aynı anda sevebildi. Doksanlarda ne Winamp’a ihtiyaç vardı şarkıları karıştırmak için ne de Gom player’a.




Filmde de özellikle Charlie ve Sam birbirlerine doldurdukları kasetleri veriyorlar. İçinde Nick Drake ve elbette The Smiths olan kasetler. Partilerde falan birbirlerinin kasetlerini çalıyorlar. Filmin özellikle sanat yönetiminde de şarkıların yarattığı havaya eşlik eden bir renksizlik var. Öykü zaten güçlü üzerine şahane şarkılar ve iddiasız, olduğu gibi yani şahane bir sanat yönetimi. E daha ne.

“O çocuklar büyüyecek” bunu tabii ki biliyoruz, onlar da biliyor. Charlie filmin sonunda bir gün hepimiz birilerinin anne babası olucaz ama şimdiden, daha 17 yaşına girmişken 16 yaşında olmanın nasıl olduğunu unutanlar var diyor.

Bunlar zaman açısından bakarsak elbette geçecek. Zaman geçecek. Bunların bazıları unutulacak. Bazıları unutulmayacak. Brad unutacak belki ama biliyoruz Patrick unutmayacak. Ya da Sam unutsa da Charlie unutmayacak. Zaten onlar unutmayı bilselerdi bu işleri bırakıp mutlu kişi olurlardı.














15 Mart 2013 Cuma

Aras ve Meşrutiyet Ricali Veliefendi Çayırı'nda


I

Ben daha sonraki yıllarda bir Sasani vatandaşı olarak geldiğim Kuzeybatı İran’da bir sürü sıkıntılar eşliğinde yaşamımı sürdürüyordum. Sasani hükümetinin Persepolis Apadanası hakkında verdiği restorasyon kararını okudum papirüslerde. Sıkıntılı ortamdan biraz düzlüğe çıkmamı sağlayacak bu projede görev almak için can atıyordum. Koşarak hükümet binasına gidip satrapla görüşmek istediğimi bildirdim. Satrap beni odasına kabul etti. Biraz Seylan çubuğu içtik. Daha sonra ben konuya girdim ve böyleyken böyle çalışmak istiyorum dedim.

O gün beni işe aldılar.

Persepolis Apadanasını Restorasyon Çalışmaları
Hazırlayan: Emir Hakîm (M.Ö.32)



II

Marcel Proust üzerine yazdığımız şeylerde hep bir “Süre” kavramından bahsetmiştik. Bergson’dan alıp edebi bir noktaya taşıdığı bu kavramla Proust zamanın düzçizgisel yapısını kırıp, geçmişi bir blok halinde, toplu bir şimdide yeniden yeniden yeniden başlatıyordu. Böylece Geçmiş-Şimdi-Gelecek üçlemesi sürekli başlayan bir şimdiden yayılarak zamanın düzçizgiselliğini kırıyordu. Zaman artık geçip giden değil dönüp duran bir şeye dönüşüyordu.

Tarihin en önemli romanlarından olan Kayıp Zamanın İzinde işte bu zaman izleğinde dönüp dururken altıncı kitapta yani Albertine Kayıp’ın bir yerinde Proust belli ki kafasını epeyi kurcalayan bir soruyu Albertine’in ağzından soruyordu: (Bir yemek esnasında, unutulan anılar üzerine bir sohbette, Albertine ortaya sorar bu soruyu) “Peki rüyalarımızı ne yapacağız? Onlarla nasıl baş edeceğiz?” (Benzer bir soru Balzac’ın şahane öyküsü “Top Oynayan Kedinin Bahçesi’nde de vardır. Bu kez Augustine bir ressam ile tartışırken “Rüyalarımıza hâlâ erişemedik. Boyalar bunun için yeterli değil sanırım” diyerek ressamı bir anlamda eleştirir).

Proust her zaman olduğu gibi net bir cevap vermeden sorunun kudretinden faydalanıyordu. (Bu da Bergsoncu bir durumdur esasen. Önemli olan sorunu ve soruyu ortaya koyabilmektir). Öyle sanıyorum ne Proust ne Bergson ne de psikanaliz “tiyatroları” sırasında Freud bu soruya net bir cevap verememiştir. Durum Freud’un yaptığı gibi bir rüya yorumlaması biçiminde ele alınmıştır. Ama problem şu ki soru ya da sorun bu rüyaların yorumlanması değildir. Rüyaların kendisi, hayatın kudretini bile aşan rüyaları ne yapacağımız sorulmuştu.

Sinemada bu Rüya durumunu göstermek pek mümkün olmadı. “Bir uyandım ki rüyaymış” klişesinin yanında “Rüyalarımız gerçek de hayatımız mı yalan yoksa” türünden saçma soruların sorulduğu filmler çıktı karşımıza. İşte Inception, Rüya Bilmecesi vs. herhangi bir katkıda bulunmadılar rüyaları anlamak konusunda. Belki biraz Waking Life. O da Linklater hatrına yani.

İmajlar henüz bir “rüya” atmosferine ulaşmayı başaramadı dersek de bir adama ayıp olacak: Alexander Sokurov. Bu adamın bir Suç ve Ceza uyarlaması var  "Tikhiye Stranitsy" (Fısıldayan Sayfalar) diye. Bu film sanırım imajların rüya konusunda ulaşabileceği bir doruk noktasıdır.

Doğal olarak bir “E Tarkovski var, o ne olacak” diye sorulacaktır. Tarkovski bir Rüya imajcısı değildir, o daha çok bir “Uyku Hali” dediğimiz ve daha önce burada girmeye çalıştığımız bir durumun profesörüdür. “Uyanıklığım da bir tür uykudur benim” cümlesindedir Tarkovski sineması.

Rüya ile “Uyku Hali” dediğimiz şey arasındaki fark ise Gergedan ile Ördek arasındaki fark gibi bir şeydir.




III

Cemil Cem’in bir yağlı boya tablosu vardır. Bu tabloda Cumhuriyet öncesi dönemin ünlü yazar – şair vs.leri Veliefendi At Yarışları Çayırı’nda resmedilmiştir. (Tablonun adı: Meşrutiyet Ricali Veliefendi Çayırı'nda) Herkes doğal olarak birer tanedir fakat Samipaşazade Sezai iki tanedir. Zira şair Abdülhak Hamit’in karısı Lüsyen Hanım’a âşıktır.


IV

Sevgili dostlar, çeşitli sebeplerden dolayı 2013 yılına 3 ay gecikmeyle girdik biliyorsunuz. Yaşanan karışıklık bir zaman kaybına neden oldu şüphesiz. Araya karışan 2011 ya da son andaki atağıyla 2009 bizi epeyi zor durumda bıraktılar. Ama uzun süren mücadelemizin ardından Mart başında 2013’e girmeyi başardık. Yılın ortalarına doğru 1997 ve 2002 yıllarından bir darbe girişimi bekliyoruz. Ama bütün bunlara hazırlıklıyız.

Biliyorsunuz İzmir, yazın sıcağından, kışın ise yağmurundan çamurundan geçilmeyen bir bölgedir. Biz burayı kışın, çamuru ve yağmuru nedeniyle az da olsa severiz.

Şimdi bu 2012’de çok yağmur yağdı. Bir de çok rüzgâr esti.

Şimdi rüzgâr bu kadar çok esince bir sürü şey oluyor. Mesela Cemil Bey’in o sırılsıklam Samipaşazade’li tablosunu düşünüyor insan. Bunu düşünürken de çok amaçsız yürüyebiliyor. Ve yürürken Sharon Van Etten’in bir albümünü, aynı şarkıya tekrar tekrar dönüp durmaktan dinleyemediği oluyor.



Biliyoruz her şey bu filmlerden, kitaplardan. Biliyoruz insan yıllardır bununla. Biliyoruz bazı yerlerde, bazı güzel yerlerde bir avlu taptaze bir çaydanlığı gösteriyor.

2012’de bizi gerçekten heyecanlandıran şeylerden biri Fransız bir adamın çevrilmesini yıllardır beklediğimiz bir kitabının sonunda Türkçeye kazandırılmasıydı. Gerçi kitap 42 tl olduğu için henüz temin edemedik ama en geç kitap fuarına elimizde olacağına eminiz.

Kimi Lois Malle filmleri de kaldı 2012’den. Elbette Chantal Akerman ve Alain Tanner de. Onlarla ilgili söyleyeceğimiz şeylerin çoğunu söyledik zaten. Petzold’ün Barbara’sı bize iyi geldi. Fassbinder’in Despair’i ise bize kötü geldi. Ne Salinger’a ara verebildik ne Proust’a ne de Umutsuzlar Parkı’na. Ama 2012 her şeyiyle tam bir Beckett yılıydı.

Şevval Sam ve Fatih Erkoç’un Sanat Müziği albümleri şahaneydi. Sertab Erener’in Başbakan beğenili Sanat Müzüğü albümü ise en az 2012 kadar berbattı.  Blur – Harun Kolçak arasında gidip gelen müzik zevkimiz Tango With Lions  kucak açınca rayına oturdu.  Bu sene yine Fassbinder’i, River Phoneix’i, Can Aslandere’yi, Layne Staley’i, Hippiler Kraliçesi Perihan’ı, Seher Şeniz’i, Can İren’i, Boksör İsmail’i, Elliott Smith ve Nick Drake’i özledik.

En çok yaptığımız şey ise uyanmak oldu. En çok şaşırdığımız ve anlayamadığımız durum da bu oldu.

(Girdiği sınavlarda tarih atarken hâlâ 2007 ya da 2011 yazabilen tüm insanlar! Gelin birleşelim.)





11 Mart 2013 Pazartesi

Bak Ben Seni Nerenden Kurtaracağım Şaşacaksın


2012’de her yıl olduğu gibi çok şahane filmler ülkemize uğramadı. Aslına bakarsanız 2012 öyle müthiş bir yıl değildi. Tıpkı 2010, 2003, 1998 ya da 1779 gibi. Ama sinema açısından baktığımızda 2012,  kıyıda köşede kalmış çok şahane filmlerin yılıydı .

Ursula Meier etrafımızda çok bulunan bir yönetmen değil. Ki öyle ahım şahım bir yönetmen de değil. Filmleri vasatın üzerine pek geçmez.  Ama 2012’de durdu  durdu ve L’enfant D’en Haut ( Yukarıdaki Çocuk) ile sonunda masaya yumruğunu vurdu.



Çocuk filmi ile “çocukluk” filmi arasındaki farklar üzerine epeyi ahkâm kestik buralarda. Sadık okuyucular hatırlayacaktır;  demiştik ki mesela Harry Potter’a çocuk filmi diyebilirsin, kimse de çıkıp “nasıl ya” falan demez. Ama mesela bir Where The Wild Things Are filmine “çocuk filmi” dersen başına kötü şeyler gelebilir (Fiziksel olarak). Ya da Capote çocuklar üzerine kitaplar yazar ama ona “çocuk kitapları” yazıyor diyemezsin çünkü şöyle bir şey var ki, Capote’nin yazdıkları çocuk kitapları değildir abi. Çocukluk kitaplarıdır. Kısaca şöyle özetleyelim: Çocuk kitapları çocukluğu bir dönem, bir neşe ve saflık çağı falan filan olarak alır ama çocukluk üzerine yapılan filmler ya da yazılan kitaplar çocukluğu yaşanıp bitmiş ve bir daha geri gelmeyecek bir hayat olarak ele alırlar. Yani çocukluktan yetişkinliğe geçiş diye bir şey yoktur bu eserlerde. Çocukluk doğar, büyür ve ölür. Geriye de aptal bir ergen kalır. Böyle.

Açıklamayı yaptığımıza göre L’enfant D’en Haut’u bodoslama “çocukluk filmi” olarak kabul edebiliriz. Filmde bahsi geçen Yukarıdaki Çocuk ise Simon. Her gün teleferiğe binip yakınlardaki bir kayak merkezine çıkıyor. Orada bulduğu kayak gereçlerini çalıp fahiş fiyata  başka insanlara satıyor. Bir anlamda evine ekmek getiriyor. “Ablası” ile birlikte yaşayan Simon, evi geçindirmek durumunda, zira ablası duygusal açıdan zayıf, peşine takıldığı erkekler yüzünden hasar görmüş, yarı alkolik bir kadın. Ki daha sonradan anlıyoruz ki bu abla aslında Simon’un annesi. Onun doğmasını hiç istememiş. Sırf birilerine inat olsun diye onu doğurmuş. Ama erkek arkadaşlarına bunu söylemekten utandığı için Simon’u arkadaşlarına “geçici süreliğine yanında kalan kardeşi” olarak tanıtıyor. Yani epeyi sorunlu bir ilişki bu anlayacağınız.

Annesinin Simon nefreti o kadar yoğun ki Simon annesinin yanında uyuyabilmek için ona bir miktar para vermek durumunda kalıyor. Simon hem annesini (bu arada Simon’un “anne” demesi de yasak “abla” diyor” hep) hem de kendini kurtarmak için elinden geleni yapıyor aslında. Ama bunun karşılığında annesinden tek bir şefkat kırıntısı bile göremiyor. Çamaşırları yıkıyor, eve yemek getiriyor, evi temizliyor, faturaları ödüyor ve bütün bunları 11 yaşında yapıyor ama annesi bana mısın demiyor.


Asıl kurtarılması gereken kişi Simon aslında. Ama bizim bu coğrafyada pek de anlayamayacağımız bu ilişki modeli yüzünden Simon ne kendisini kurtarabiliyor ne de annesini. Bizde anneler “fedakârlık” denen şeyle işte “sevgi” denen şeyle özdeşleşmiş kişilerdir. Haberlerde toplu kıyımlardan bile daha fazla kötülenen, aşağılanan bir haber varsa ya çocuğunu terk eden annedir ya da çocuğu ölsün diye ne bileyim doğar doğmaz tuvalete atan annedir. İşte bu tip şeylerden dolayı bizim Simon ve annesi arasındaki ilişkiyi anlamamız çeşitli hayret nidaları sebebiyle mümkün olmuyor. (Benim gibi bir adam bile filmi izlerken “ulan böyle anne mi olur arkadaş” diyebiliyor mesela. Genlere işlemiş şeyler işte).



Ama film bitince ve üzerine biraz düşününce anlıyorsunuz ki Ursula Meier’in derdi başka. Biz ne kadar seyirci konumundan anneyi suçlarsak suçlayalım o kameranın arkasında hem Simon’a hem de annesine aynı mesafede yaklaşıyor. Yani anneden bir kötülük abidesi, suçlu kadın portresi yaratmıyor. Aynı şekilde çocuğu da saf ve sevgiye muhtaç bir pozisyonda getirmiyor önümüze. Onları oldukları gibi “öyle” getiriyor karşımıza. Biz buralardan anneye kızıyoruz belki ama eminim medeniyetin beşiği Avrupa’da bu film başka bir gözle izlenmiştir.

Filmin ardından düşününce diyorduk.  İşte ben mesela film bittikten iki-üç gün sonra bir telefon kulübesinden çıkarken bu anneyi sevmeye başladığımı fark ettim. Bütün aptallığına işte mallığına rağmen “o da hepimiz kadar haklı” diye düşünmeye başladım. Annelik denen şeyin üzerine biraz düşündüğümüzde acayip kodlanmış, yüklenmiş ve istismar edilmiş bir şey olduğunu anlayabiliriz. Bu aslında annelik değil de direk kadınlığa yüklenmiş bir kod. Yani gülüm sen bir anneysen ve çocuğun için kendini feda etmiyorsan alçaksın, “kötü bir anasın” falan filan durumları yaratılıyor. İşte Ursula Meier de biraz da “kadın” yönetmen olduğu için bu işi ters yüz etmeye çalışıyor. Tamam “Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir” hakkaten. Ama bırakalım “Anneler de annelikten sessizce çekilme” opsiyonuna sahip olsunlar demeye getiriyor Ursula Meier.



Bir de çok acayip bir şey ama aslında bu filmdeki anne-çocuk ilişkisi şu bizim fedakârlık ve sevgi temelli anne-çocuk ilişkisi modelinden çok daha derinlikli bir yapıya sahip. Yani yüzeysel bağlılıklar, yapması gerektiği için yaptığı bir sürü davranışlar yerine gayet dürüst, içinden geldiği gibi davranan ve içten içe acayip tutkulu bir anne ve çocuk modeli var karşımızda.

İstismara çok açık olan böyle bir konuda soğukkanlılığını kaybetmeyip işini gayet güzel kotaran Ursula Meier, Berlin’de çok dikkate alınmasa da İzmir’de biz onu çok dikkatli bir şekilde takip etmeye başladık. Haberi olsun.