7 Ocak 2011 Cuma

Fransa Bugünlerde Soğuk




Bruno Dumont son 15 yıl içinde Avrupa sinemasında ortaya çıkan en orijinal yönetmenlerden biri. Her yeni filmiyle çıtayı biraz daha yükselten (ki bence ilk filmi İsa’nın Yaşamı hâlâ en iyi filmidir) bu buruşuk yüzlü adam geçenlerde ( geçenlerde diyorsam bu 2 yıl önce olabilir) Cannes Film Festivali'nde en iyi yönetmen ödülünü de almıştır.

Fakat nedense bu güzel insanın filmleri üç tarafı denizlerle kaplı şirin bir yarımada olan memleketimizde bir türlü ticari gösterime girememektedir. İstanbul ya da Ankara gibi düzenli film festivali yapan kentlerde bulunmuyorsanız Dumont’un filmlerini sinema perdesinde görmeyi daha çok bekleyeceksiniz demektir. Biz İzmir’de bekliyoruz mesela.. Burada herhangi bir film festivali olmadığı için ( kısa film festivalleri hariç) daha çok uzun zaman bekleriz diye umuyor,sanıyor ve üzülüyoruz. (mesela Uğur’un bu konuyla ilgili yaptığımız bir sohbet sırasında gözyaşlarını tutamadığını hatırlıyorum. Murat hoca ise benzer bir sohbette dolan gözlerini bizden saklayarak başka bir konu açmıştı. Şu an bu satırları yazarken benim de gözlerim dolu dolu oluyor bilinmez niye.)

Neyse biz konumuza dönelim. Bruno Dumont gördüğü felsefe eğitiminin ardından benim bilmediğim bir sebepten sinema dünyasına girmiş ve 2011 itibariyle 5 adet uzun metraj filmden oluşan filmografisiyle sinemasevicileri’nin ağızlarını sulandırmıştır.


Soğuk ve mesafeli tutumuyla adından söz ettiren Dumont sinema’dan çok felsefe’den aldığı referanslarla (başta Kant olmak üzere,Wittgenstein,Heidegger,ve alabildiğine varoluşçu kimi filozoflar.) filmlerini bir tür düşünme alanı olarak yapılandırdı. Şimdi burada Godard’a değinmezsek olmaz tabi. Hemen her filmiyle Sinemayı yeniden keşfeden Godard Özellikle de “makale-filmler”i ile Dumont’u hayli etkilemiş görünüyor. Ama Dumont’un biraz daha mesafeli,soğuk ve ağır ilerleyen filmleri onu diğer birçok yönetmenden ayıran kendi damarını bulmuş bir sinemacı olarak muştuluyordu.


İlk 3 filminde ekseriyetle ayrımcılık temasına eğilen Dumont 2007 yapımı “Flandres” ile farklı sularda da kulaç atabileceğini gösteriyordu.(Flandres’in neden başka sularda kulaç atan bir film olduğunu anlatmak isterdim ama maalesef bu yazımın konusu olarak Dumont’un bir diğer filmi olan “Twentynine Palms”i seçtim)

Ben şimdi yönetmen’in izlediğim son filmi olan (filmografisi’nin ise üçüncü halkası olan) “Twentynine Palms” üzerine birkaç şey söylemek istiyorum.



Twentynine Palms bittiğinde aklımda tek bir cümle vardı ( sanırım bu cümleyi ya Slavoj Zizek ya da Güntekin Onay’dan duymuştum.) : İnsanın olduğu yerde hata vardır. Evet Twentynine Palms bu ve benzeri cümleleri akla getiren bir film. Film tipik bir Fransız sineması örneği olarak başlıyor. Önce bir sessizlik. Sonra kısa bir telefon konuşması. Sonra yine bir sessizlik. Aslında yönetmeni tanımayan ya da tanımak istemeyen biri tarafından izlendiğinde Twentynine Palms’in ilk 35 dakikası izleyici de derin bir “klişe” hissiyatı yaratabilir. Ama Dumont’u tanıyanlar sabırla bir şeyleri beklemeleri gerektiğinin farkında olduklarından ilk 35 dakikayı da dikkat ve ilgiyle izlemişlerdir ya da ben öyle sanıyorum. 





İşte bu 35 dakikanın ardından baştan beri bize normal görünen çiftimizin (bu arada filmin toplamı bir çiftin fotoğraf çekmek amacıyla Twentynine Palms adlı kasabaya doğu arabayla çıktıkları bir yolculuktan ibarettir) aslında o kadar da sağlıklı insanlar olmadığını yavaş yavaş anlamaya başlarız. Özellikle erkek olan ve sürekli İngilizce konuşan karakter (David) kadın olan ve sürekli Fransızca konuşan karaktere (Katia) bir takım tuhaf şeyler yapmaya başladığında film gerim gerim gerilmeye başlar. Bilhassa cinsel münasebetleri sırasında etkin olan bu tuhaf davranışlardan Kadın karakter kötü etkilenir.. Çiftimiz sürekli yolda oldukları için çeşitli otel ve pansiyonlarda konaklarlar ama bir yerden sonra varacakları yerden çok yolculuk önem kazanır.(Bilindiği gibi bu hadise felsefe denen şeyin de olmazsa olmaz kaidelerinden biridir.)


Yavaş yavaş bir şiddet olayına dönüşen sevişmelerinden birinde kadın karakter ağlamaya başlar ve çiftimiz arasındaki ipler kopar. İşte film, bu noktadan sonra “sıradan gibi görünen bir film nasıl başyapıt’a dönüşür? ” adlı bir Walter Benjamin pasajına (keşke olsaydı böyle bir pasaj) göz kırpmaya başlıyor. Kadın karakter konakladıkları oteli terk edip yollarda amaçsızca yürümeye başlar. Erkek karakter de bu durumu hiç umursamaz. Sabah olduğunda ise erkek karakter kadını bulur ve aralarında geçen çeşitli konuşmaların ardından ufak çapta barışırlar ve yollarına devam ederler. Fakat beklemedikleri bir sürprizle karşılaşmaları çok zaman almaz. Arkalarından yaklaşan ve bir yamaçta çiftimizi sıkıştıran kamyonun içinden 4-5 erkek iner ve böyle durumlarda sıkça görülen bir durumun aksine erkek karaktere tecavüz etmeye başlarlar. (Bu sırada tecavüzcü adamlardan biri,giriştiği tecavüz sırasında erkek karakterin kadın karakter ile şiddetle karışık sevişirken çıkardığı seslerin benzerini çıkarmaya başlar.) Kadın karakteri ise soyup bir iki işkence ederler. Kamyoncular olay yerini terk ettikten sonra çiftimiz zar zor toparlanır. Otele döndüklerinde erkek karakter sessizdir kadın karakter ise teselli çalışmalarına girişmiştir ama heyhat!. Erkek karakter “incinen erkeklik gururunun” öfkesiyle önce saçlarını kazır ardından ise bir tür intikam dürtüsüyle kadın karaktere saldırıp delik deşik eder.


Şimdi bunun üzerine elbette binlerce şey söylenebilir, birçok farklı yorum getirilebilir ama bence sayın Bruno Dumont’un böyle bir sahneyi çekmekteki amacı, kadın denen türün her ne şart altında olursa olsun erkek denen türün baskısından ya da şiddetinden kurtulmasının imkansız olduğunu vurgulamak istemesidir. Yani demek istiyorum ki erkeğin erkeğe uyguladığı bir şiddette bile bunun sorumluluğu ya da suçu kadına yüklenebiliyor. Ve kadın bunu canıyla ödemek zorunda kalıyor. Bu “erkeklik” duygusunun ya da biçiminin ne menem bir şey olduğuna dair bir sorgulama olabilir bu film. En azından ben öyle düşündüm. Ama dikkatinizi çekerim bahsettiğim erkek ya da kadın denen şeyle ilgili bir durum değil. “Önceden belirlenmiş cinsiyetlerin uygulanma biçimlerinin” bir sorgusu. Yani kabul edilmiş ve bin yıllardır mutabık kalınmış bu iki kavramın uygulanma “biçimlerinin” bir sorgulaması. Bu noktada tekrar Godard’a dönebiliriz sanırım. Godard bir söyleşisinde “film çekmek bir olayı gösterge olarak yakalamaktır” gibisinden bir laf etmişti. İşte bu göstergelerin, biçimlerin ya da imajların gerçekliğinin sorgulanması hususunda Jean-Luc Godard ile birlikte anacağımız yönetmenlerden biri Bruno Dumount olabilir. En azından Twentynine Palms doğrultusunda böyle bir çıkarım yapılabilir.

Ama dediğim gibi birçok farklı yorum da getirilebilir. Örneğin çiftimiz ara verdikleri her dağ yamacında mümkün mertebe çıplak gezmeye ve sevişmeye özen gösteriyorlar. Buradan “şehir hayatından sıkılıp doğaya dönmek isteyen bunalımlı Avrupalılar” yorumu da çıkarılabilir. Ama bu tip bir yorumdan hareket edersek çiftimizin doğada bekledikleri saflığı bulamadıklarını ve şiddetin aslında doğanın değişmez parçalarından biri olduğu gerçeğiyle yüzleştiklerine dair Hegelci bir olumsuzlamaya varabiliriz. Çiftimizin geçmiş hayatlarının nasıl olduğuna dair hiçbir şey bilmediğimiz için bu şiddet eğilimlerinin geçmişten gelen ve halen süregiden bir durum olduğunu ya da karakterlerin doğaya döndüklerinde şiddete eğilimli bir hale geldiklerini söylememiz de mümkün olmuyor. Erkek karakterin de filmin sonunda ölmesi ya da öldürülmesi (Dumont bu konuyla ilgili de muğlak bir tavır takınmayı tercih ediyor) filmin bu olumsuzlayıcı yönüne tuz biber ekiyor. Yani evrimci bir bakış açısıyla “kendini yaratan insan”. “kendini yok eden insan” noktasına ulaşıyor. Ve tüm bunlar yakınında ya da uzağında olalım doğanın içinde gerçekleşiyor. Dumont için ise bundan herhangi bir kurtuluş yolu gözükmüyor. Bu noktada da Dumont’un ne kadar pesimist bir bakış açısı olduğunu tekrar hatırlayabiliriz.

Öyle ya da böyle yorumlayalım sonuç olarak Dumont’un gidişatla ilgili pek de umutlu olmadığını söyleyebiliriz. Tüm filmlerinde takındığı mesafeli tutum zamanla nasıl bir noktaya ulaşır bilinmez ama Bruno Dumont’un çok değil 3-5 yıl içinde “usta” bir yönetmen olarak anılmaya başlayacağı kesin.

1 yorum:

seita dedi ki...

wow, filmi çok merak ediyorum. yazıyı aşkın nuri yengi eşliğinde okuduğumu yarısından sonra fark ettim ve korktum :D