29 Nisan 2013 Pazartesi

Geldiğimizde Bütün Mutluluklar Ele Geçirilmişti


1

Ben seni böyle sevmemiştim Ozon

Ne heyecandı ama!

Diyoruz ki Ozon abimiz film çekiyor bekleyelim. Tamam Ricky pek iyi değildi. Sonra La Refuge geldi ve anında affettik, kucakladık Ozon’u. Ardından Potiche geldi yine “Ama sen bu değilsin ki Ozon kardeşim. Tamam dene bakalım ama çok yüzme o sularda, bildiğimiz sulara gel” diye çağrıda bulunduk ve beklemeye başladık.

Bekle bekle bekle sonunda Dans La Maison geldi. Tamam kötü bir film değil. Aslında Ozon’un “ahanda kötü” diyeceğiniz bir filmi de yok. Bi daha iyi filmleri var bir de o kadar iyi olmayan filmleri var.  Sağolsun o da yukarıda saydığımız gibi bir iyi olmayan filmden sonra daha iyi olan bir film çekiyordu. Ama bu defa çift dikiş iyi olmayan film yapınca üzüldük açıkçası. Ozon biliyorum okuyosun ama ne yapayım kardeşim ben de doğruları konuşmak zorundayım. Rükneddin kimliğim bunu gerektiriyor.

Dans La Maison’un problemi şu; bu film hâlâ “edebiyatın gücü” denen şeyin geçerli olduğunu düşünüyor. Yani bir kurgu metin var ve bunu yazan 16 yaşında bir çocuk. İşler o kadar etkileyici, çocuğun yazma kabiliyeti o kadar yüksek ki koskoca öğretmeni baştan çıkarıyor, çıldırtıyor falan. Şu kadarını söyleyeyim: yok böyle bir şey sevgili dostlar.

Bilmiyorum duydunuz mu ama dil denen şey sona erdi. Yani bu okuduğunuz kelimeler dahil hepsi zamanında duyulan bir ihtiyacın saçma sapan emareleri. Dans La Maison özelinde etki altında kalmak isteyen bir kişinin edebiyat yoluyla dengesizleşmesini izliyoruz. Ama ortadaki şey bir edebiyat eseri değil de tulum peynir de olsa aynı etki altında kalma durumunu izleyebilirdik. Bir tulum peyniri de bir insanı baştan çıkartabilir ve bu da yaşadığımız yüzyılda gayet normaldir. Siz yeter ki kendinizi kaybetmek ya da dengesizleşmek için bir neden arayın.

Şunu demiyorum: Edebiyatın etkileme gücü sona erdi.

Şunu diyorum: 2000’li yıllarda yazılabilecek herhangi bir edebi eser insanların hayatlarını değiştirecek bir kudrete sahip olamaz.

Şunu da diyorum; Bence insanların hayatlarını değiştirebilecek kudrette olan edebi eserler en son 1970’lerde yazıldı ( Özellikle bu topraklarda).

Şunu da ayrıca diyorum: Bugün bir Proust, bir Dostoyevski ya da Beckett romanı hâla bir şeyleri değiştirebilecek kudrete sahiptir ama Pessoa ya da Rowling kitapları böyle bir kudrete sahip değildir.

En mantıklısı şu olurdu; Tamam edebiyata sırtını yaslıyor ama Dans La Maison sinemasal açıdan daha etkileyici bir yapıya sahip.

Ama şu oldu: Hayır Dans La Maison sinemasal açıdan da yeni bir şey ifade etmiyor ve bu film-edebiyat ilişkisi sağlıklı bir zeminde buluşamıyor.

Söylenebilecek son şey ise şu: Canım Ozon lütfen yeni filmin Jeune&Jolie iyi olsun. Zira bu kalp üçüncü bir darbeyi kaldırmaz. Le Temps Qui Reste ya da Regarde La Mer’i unutturma bize lütfen.





2



Koparma Gülleri Miguel


Şimdi bu Miguel Gomes, yani Tabu’nun yönetmeni kalkmış Altyazı’nın İzliyorum’una katılmış Nisan sayısında. Adama da doğal olarak Kaurismaki işte efendime söyleyeyim Sunrise’ı falan göstermişler. Tabu’nun bu filmik şeylerin etkisi altında olduğunu biz zaten daha önce yazmıştık. Ama şu var ki Miquel Gomes sandığımızdan da harbi bir adammış. En azından bu İzliyorum şeysinden bunu anladık. Bizim de gayet sevdiğimiz Rosselini, Malick gibi adamları anlatıp çözümlemiş güzel güzel. Altyazı umarım röportajı iyi değerlendirir de kendi sayfalarında, kendi yazılarında da benzer bir doyuruculuğa ulaşır, bizi Portekizli adamlara muhtaç bırakmaz. Yani demem o ki, alın Altyazı’yı ordaki eleştirileri okuyun sonra da Miguel Gomes’in röportajını okuyun. Miguel Gomes de eski sinema eleştirmeni bizim turkishler de sinema eleştirmeni, aradaki 7 farkı bulun anacığım.





3

Onlar aşağı inmeden biz düştük alkışlar vardı

Geldiğimizde bütün mutluluklar ele geçirilmişti. Mutluluğu ele geçirenler onunla ne yapacaklarını bilmedikleri için mutsuz olmuşlardı. Bunun üzerine mutluluğu mutlu olmayanlara vermeye çabaladılar. Mutlu olmayanlar ise mutluluğu elde etmek için giriştikleri birçok çabanın ardından hiçbir mutluluğa kucak açamayacak kadar mutsuz olmuşlardı.

Mutlu olmayanlar çok çabalamıştı. Mutluluğu ele geçirenlerin çok mutlu olduğunu düşünüp onlar gibi olmaya çalıştılar. Mutlu olanlar gibi sevgilileri olsun istediler. Mutlu olanlar gibi mal mülk sahibi olmak istediler. Bu amaçla da ilk önce kendilerini harcadılar. Daha sonra çevrelerindeki en az kendileri kadar mutsuz insanlara saldırdılar.

Mutsuzların diğer mutsuzlara gerçekleştirdiği bu saldırılar herkesi daha da mutsuz yaptı. Mutluluğa sahip olanlar bile “yahu aslında o kadar da matah bir şey değil alın sizin olsun” deseler de artık çok geçti. Çünkü mutluluğun kendisi değil düşüncesi insanları kendinden geçiriyordu. Bunun üzerine mutluluk dediğimiz şey mutlu olanların da elinden alındı ve belirli güçlerin eline geçti. Durum daha tehlikeliydi çünkü artık bireylerarası bir durum değil soyut politikalar yönlendiriyordu mutluluğu. Çalışmaya başladılar. Gece gündüz çalıştılar ve bizlere nasıl mutlu olunacağını göstermeye başladılar. Müzikler önerdiler, filmlerden, hayatımızı değiştirecek kitaplardan bahsettiler. Nasıl bir sevgili mutlu eder, nasıl baba olunur, içerdeki bebeğe hangi müzik dinletilir, hepsini anlattılar. Neşeyle el ele tutuştu insanlık. İşte beklenen olmuştu ve nasıl kullanabileceğimizi bilmediğimiz mutluluk hepimize dağıtılmaya başlanmıştı. Gecekondu’da da otursak converse sahibi olabilirdik. Tamam Hilton’da kalamazdık belki ama Paris Hilton pornolarını istediğimiz zaman izleyebilirdik.


Duygularımız, acılarımız hâlâ 17. Yüzyıl seviyesindeydi ama bunları artık sms ya da ileti ile bildiriyorduk. Bir taraf “mosmodern” 21. Y.y. diğer taraf köhnemiş Romans. Duygusal eğitimimiz tamamlanamadan ele geçirildiğimiz için duruma tam olarak ayak uyduramıyorduk. Facebook’tan intihar edeceğini duyuran ve bu duyurusunu gerçekleştiren çocuğun altına yorum olarak L koyuyorduk. Ama kimse de çıkıp bu ölümün gerçekliği ile uğraşmak istemiyordu. Aslında haklılardı çünkü gerçekten de ortada bir ölüm yoktu. Sadece Facebook’tan bir adam eksilmişti. Facebook’tan öleceğini duyuran kişi zaten kendini bir “olmayan” olarak konumlandırıyordu. Yani hiç tanımadığımız biri bir yerde öldü hayatımız bunun için değişmeyecek. Biz sadece haberdar olduk. Bir adam vardı, Facebook’tan öleceğini bildirdi biz de bu bildirimi aldık. “Şurda yemek yiyorum” da diyebilirdi. Biz bunu da tıpkı o ölüm haberi gibi almış olacaktık. Ve aslında hepsi bu kadar.


Bunları yazınca o Facebook’tan ölen insana üzüldüğüm gibi bir şey çıkmış olabilir. Ama öyle değil. O kişi bir şekilde ölmüştür. Biz haber almasak da bir şekilde ölecekti. Önemli olan Facebook gibi bir şeyin ölüme taziye sunulan bir yer olması ve gerçekten öyle olması. “Allah rahmet eylesin kardeşim” diyen adamı düşünün. Bu adam “gerçekten” böyle düşünüyor ve söylüyor. Son tahlilde “İnternet yalnızlaştırıyor bu yüzden insanlar yalnızlıklarını da buradan dile getiriyor hatta ölümlerini bile, modernlik bizi bu hale getirdi” denebilir. Bu doğru da olabilir. Ama benim açımdan sadece komiktir. Tıpkı Facebook’tan öleceğini ilan eden o çocuk gibi komiktir. Ve komik olan zannedildiği gibi sadece gülünecek bir şey değildir.

























12 Nisan 2013 Cuma

Hemşerilerim Yıkın Diye Bağırıyorlar


1

Aslı Özge

Sevgili dostlar, aynı anda hem gülmek hem sinirlenmek hem de “batsın bu ülke” sinizmine kapılmak mı istiyorsunuz? Durmayın bir gazete alın. Ama yok ben biraz daha kültür - sanat yolundan melekelerimi yitirmek isterim derseniz de koşa koşa bir Şiir ya da Sinema dergisi alın.

Benim tavsiyem Altyazı’nın Nisan sayısı. Gayet “olmuş” bir sayının sayfalarını dolaşırken 42. Sayfada bir duraklıyorsunuz. Bu sayfadaki bir yazıyı okurken daha ilk cümlelerde “ya gerisini okumayayım boşver” deseniz de olmuyor anam babam, olmuyor, okuyorsunuz işte. Okuyor ve yukarıda adını andığım duygu dalgalanışlarına kapılıyorsunuz.

Bakınız tam da bu sayfada Aslı Özge adlı hanfendi yeni filmi “Hayatboyu” hakkında konuşmuş. Hiç dokunmadan hepsini aktarıyorum. Sadece parantez içi italikler benim. Dayanamadım zira:

“Hayatboyu”, uzun süredir evli olan bir karı kocanın ilişkilerinde yaşadıkları sıkışmışlığı ve ilişkilerinin bulanık seyrini takip ediyor (Aboo? Kaçın gençler. Bu cümleler 2013’te bu ülkede kuruluyor. Hani şu atletle oturan babalar ya da patates doğrayan annelerin ülkesi. Sıkışmışlık diyor kadın, bulanıklık. E benim tuvaletin kapısında yorgan var o ne olacak Aslı hanım ha? Benim de sıkışmışlığım var. Zaten bütün sıkışmışlıklar bütün bulanıklıklar, travmalar zenginlerindir anasını satayım. “Yoksulların travması olmaz” demişti Umut Sarıkaya)  Yaşadıkları hayatın konformizmi, ellerinde olanı kaybetme korkusu, birbirlerine olan derin bağlılıkları ve alışkanlıkları Ela ve Can’ın birbirlerinden kopmalarını zorlaştırıyor (Vay vay vay. Zeten böyle şeyleri hep Ela ve Can yaşar anasını satayım. Sorarım okuyucu bu kişilerin adları Rükneddin ile Macide olaydı hiç böyle şeyler yaşarlar mıydı? Nerdeee. Anca Can olucan, Ela olucan ki yaşayasın. Zaten yönetmen hanımın adı da Aslı Özge! Bak bak. Yani düşün Özge yetmemiş üstüne bir de Aslı demiş. Bu tip Özge isimlerini bir zenginler bir de onlara özenen orta sınıf koyar. Aslı Özge hacı. Aslı Özge. Ki galiba evlenmiş bu hanım. Çünkü ilk filminde soyadı başkaydı. Aslı Özge ya.)

“İnsanlar zaman ve yaş ilerledikçe değişikliğe kolayca cesaret edemiyor (Tespiit). Mutsuz olsalar bile hayatlarının aslında kötü olmadığına kendilerini inandırıyorlar. (Biz mi lan?) “Hayatboyu” da bir önceki filmim “Köprüdekiler”de olduğu gibi sıkışmışlığı ve çıkışsızlığı konu ediyor (Çıkışsızlık! Sızlık). Ancak “Köprüdekiler”in imkânsızlıklardan dolayı oldukları yere saplanmış karakterlerinin aksine “Hayatboyu”nun başarılı birer sanatçı ve mimar olan karakterleri, kendi kendilerine koydukları engellerden dolayı hayatlarının seyrini değiştiremiyorlar ( “Başarılı sanatçı” ne lan? Ne bu? Başarılı Mimar! Abi dedik ya böyle insanlar böyle şeyler yaşamak için önce Ela ve Can olmalı diye, hah sonra da başarılı olmalıdır bunlar. Kendi kendilerine koydukları engel demiş. E abla başarılı sanatçı olursan engel koyarsın tabi. Bizim mühendis arkadaşlar da başarılı ama onlar engel koymayı bilmiyorlar daha. Sorsan herif Bilgisayar Mühendisi ama kendi kendine engel koymuyor valla. Sevgilisiyle de hiç çıkışsız olmayan nezih bir hayatı var. Alabi’de falan yemek yiyor yani. Evet Aslı Özge bu Bilgisayar Mühendisi çocuğu niye anlatmıyosun? Onun çıkışsızlığı seni niye ilgilendirmiyor? Mühendis diye di mi? Başarılı sanatçı olaydı koşardın peşinden çıkışsız çıkışsız).

Bu filmde diyalogdan çok kamerayla anlatımı ön plana aldım (Aferin) Hikâye açısından da bir anlatımdan çok karakterlerin iç dünyasını takip eden bir dramatik yapısı var (Ne diyem Mahmut mu diyem? Aslı Özge ve İç Dünya. İç dünyamızda benim yorgan duracak ama kamera Ela ve Can’ı takip edecek. Bunların çocukları olsa var ya, ya Tan derler ya da Durulcan) Filmi izleyenleri bu karı koca vesilesiyle (Ulen onca çıkışsızlık, onca kadın lafının ardından “karı” mı diyosun amcamkızı. Uluslararası ilişkilerde masaya yat emi) kendi kendilerine bile yüksek sesle söylemekten kaçındıkları, korktukları meselelerle sinema karanlığında karşı karşıya bırakmak ve rahatsız etmek istedim ( Sen kendin yeterince rahatsız bir insansın Aslı ve Özge niye film çekerek para harcıyosun ki? Yaz böyle şeyler biz rahatsız oluruz zaten. Niye çıkışsız mimarlar, sanatçılar ile uğraşıyon. Kap bi köşe yaz. Bul bi televizyon anlat filmini. Anlat ama çekme. Hiçbir film anlattığın kadar rahatsız ve komik olmaz merak etme. Etme Aslı Özge. Aslı Özge. Evliysen kocanın adı da ya Alper ya da Tunç’tur senin)

Şimdi sırf kadın diye ve böyle cümleler kurdu diye saldırıyorum sanmayın. Aptallık kadın ya da erkeğe temellük edilmiş şeyler değildir. Bir margarin bile aptal olabilir bence. Yine bu derginin bir sonraki sayfasında bir başka kadın yönetmen olan Lusin Dink gayet güzel, hiç “çıkışsız” “sıkışmış” demeden bahsetmiş filminden. Bak ona lafımız yok. Var mı? Yok.





2

Bol Haşhaş Bol Kokain

Böyle böyle Aslı Özge’lere gül-sinirlenirken Feminist kişilerin yoğunlukta olduğu bir dergiye denk geldim. “Feminist” dedim ama öyle sanıyorum alakaları yok. O yüzden gerçekten Feminist olan ve bir şekilde “gerçekten” mücadele eden kişilerden özür dilerim. Bu Feminist dediğim ablalar ise aslen Kemalist.

Bu hanımlar işleri güçleri olmadıkları için Tv dizilerine sarmış durumdalar. Arayan gözlerle bir kadın hikâyesi peşinde koşturuyorlar. Buldukları ilk “kadın hikâyesi”ni de anında baş tacı ediyorlar. Yeter ki kadın olsun, ona davranan kötü bir erkek olsun ve kadınımız sosyal açıdan da duyarlı olsun. Koşuyor bu hanımlar çayırlar boyu koşuyorlar, tutamıyorsunuz anam babam. Baş tacı ettikleri şeylerin herhangi bir sanatsal ya da estetik başarısı olmaması hiiç önemli değil. Kadın olsun kadın, mücadele edip şehirli ve başarılı bir kadın olsun. İlk gözdeleri Türkân idi. Sonra Fatmagül’ün Suçu Ne? oldu (Hatta “anarşist” Amargi dergisinin   “Fatmagül’ün bir Suçu Yok!” kapağıyla çıktığını hatırlıyorum).

Bu hanımların son gözdesi ise: Merhamet. Açın izleyin sevgili dostlar. Ben izledim. Bir kere bu dizi bir kitaptan uyarlanmış: Kahperengi (Çok yaratıcı hakkat) Kitaba hiç bakmadan yazarına baktık: Hande Altaylı? Yani Fatih Altaylı’nın eşi. Yeterince açık di mi? Fatih Altaylı abi. Bu hanım da eşi. Bişey dememe çok gerek yok sanırım.? Yani  hayatını Fatih Altaylı ile geçiren birisi yazmış bu kitabı! İşte bu kadar.

Neyse. Diziye gelelim. Hehe. Abi dizi şu: Bir kızcağız var, zeki bu kız. Lakin babası ceberut bir herif. Bunu okutmuyor, daha doğrusu okutmak istemiyor. Kız da babasıyla mücadele ediyor. İşin içinde topçu olmak isteyen bir abi, sonradan orospu olan bir kızkardeş ve babanın komşu kadınla yaşadığı bir yasak ilişki var. Yani bildiğin Boynu Bükükler filmi. Tek fark kaybetmiş bir Emrah yerine çalışkan bir Narin var (Özgü Namal) Ha tabi bir de fakir kızımız Narin’in aşık olduğu bir zengin piçi var. Klişe doğum haftası etkinlikleri olsa bütün yönleriyle ortalığı toz duman eder yani bu dizi.

Ama “kadın kadın işte kadııın” haykırışlı hanımlar hiç sallamadı bu klişeleri. Basbaya ona buna hava atmak ve zengin sevgilisinden hesap sormak için onun sosyal statüsüne çıkmak isteyen bir kızcağızı alıp Kadın Kahraman yaptılar anasını satayım. Hatta dizinin sonunda “Siz de okumak isteyen kızlarımıza yardımcı olun” şeklinde bir Turkcell reklamı çıkıyor.

Efendim kısa yoldan söyleyeyim; Bu kadınlar menopoz ya da başka bir şeyden çıldırmış durumdadırlar. Ve emin olun kızlar kurtulsun falan gibi dertleri yok. Onların kafalarında bir dünya var işte bu dünyaya uyan bütün kızları sahipleniyorlar. Allahları var Doğu – Batı ayrımı da yapmıyorlar. Doğu’da da okul olsun diye uğraşıyorlar. İşte zurnanın şey dediği yer de tam burası. Bütün bu terane “okul” ve “okumak” etrafında dönüyor. Yani ant içen, bayrak altında çeşitli şeyler yapan sonra derste nehirlerin hangi denizlere döküldüğünü öğreten bir sistemi pohpohluyor. Kısacası okula gitmek denen şeyin gerçekten de bir şey ifade ettiğini zannediyorlar. Kızlar okula gitsin demek yerine o okullarda gerçekten bir şey olmasını sağlamaya çalışmıyorlar. Zaten bunların çoğusu da öğretmen. Bütün bunları onlar öğretiyorlar. Kızlara da özellikle Doğu’daki kızlara da hep öğretmek istiyorlar (Çünkü Doğu’daki kızlar daha başta geri zekalıdır onların gözünde. Derhal eğitilmeli güzel Türkçe öğrenmelidirler). Okul da istiyorlar. Okul okul okul, kadın kadın kadın, sonra da Merhamet izliyorlar. İşte bir ülke bu yüzden batmalıdır. Dibine kadar batmalı.



3

Zaman geçer

Alain Resnais yeni film çekmiş. Vous N’avez Encore Rien Vu (Henüz Bir Şey Görmediniz). Resnais, öyle sanıyorum 90 yaşında. Son birkaç filminde yaşının da getirdiği bir yorgunluktan olsa gerek daha küçük ve teatral filmler yapmaya başladı. Tiyatro – Sinema ilişkisine Godard aşırı film çektiği dönemlerde bir bakıp çıkmıştı 60’ların başında. (Özellikle Les Carabiniers ile) Sonra bu işi azıcık Rivette ve tabii ki Resnais sürdürdü. Resnais nin Hafıza ve Zaman ilişkisine duyduğu ilgi daha çok teatral bir yapıda karşımıza çıkar (Geçen Yıl Marienbad’da mesela)

Bir başka Resnais fimi olan Providence ise bu Hafıza – Zaman temalarının en absürd halini getirir gözümüzün önüne. Film bir anlamda kendi haliyle dalga geçen bir yapıya sahip. Örneğin gayet ciddi bir sahnede Dirk Bogarde eşinin bir müvekkili ile kendisini aldattığını öğreniyor. Tam bu sırada filmin anlatıcısı olan babası bir başka konudan bahsedip oğluyla dalga geçmeye başlıyor. Filmde olup biten her şeyle hasta yatağından alay ediyor. Dirk Bogarde ve onu boynuzlayan eşi nezih hayatlarını sürdürürken kadının yasak aşk yaşadığı adam da gelip eve yerleşiyor ve bir koltukta oturmaya başlıyor. Sürekli gelişen olaylar ve bu olaylarla sürekli alay eden bir ihtiyar. İşte böyle bir film Providence. İşte böyle bir adam Alain Resnais.

Hafıza – Zaman ilişkisi ise Resnais’nin bütün bir Sinema hayatı boyunca uğraştığı bir problem olmasına rağmen Sinema, edebiyat kadar bu alanlara sızamadı. Çünkü Sinema’nın erişmesi gereken yerler sözcüklerin gazabına uğramıştı. Söylenebilen ama gösterilemeyen şeyler vardı ortada. Bu yüzden Resnais de göstermek yerine hep sezdirmeyi tercih etti. Zaman da Hafıza da işte şöyle diyip gösterebileceğiniz şeyler değildir. Ya söylenebilir ya da sezdirilebilir şeylerdir. Ve sanırım bunu yine en iyi anlayan Godard idi. O yüzden bu konulara daha çok sözle girdi.

Godard’ın Aşka Övgü (L’eloge de l’amour) filminde okunan bir şiir parçasını hatırlayalım “ Zaman geçer, kımıldama, geriye insanlar kalacak”









1 Nisan 2013 Pazartesi

Bring Me The Disco King


1

2013 ne sevgili yaptı arkadaş

Sevgili dostlar, daha önce yazmıştık 2013’e gecikmeyle girdik diye. Girer girmez de çeşitli tuhaflıklarla karşılaşmaya başladık. Sokaklar bir garipleşmiş, park başına düşen sevgili sayısı 3 katına fırlamış, sevgilisiyle fotoğraf çektirip profiline koyan genç kız sayısında patlama olmuştu. (Bu dünyada anlamadığımız çok şey var. Ama bir gün olur da yaradanın karşısına çıkarsak o bizi sorgulamadan önce şu dünya ile ilgili en çok merak ettiğimiz şeyi ona soracağız. Şöyle : Facebook profiline sevgilisiyle birlikte çektirdiği fotoğrafları koyan o genç kızlar, bize tam olarak hangi mesajı vermek istiyorlardı abi? Söyle sonra ister kıyameti kopar istersen de danone ye)

Bütün bunlar olurken biz sürece zarar gelmesin diye evde oturuyor, Canım Ailem izliyor ve yine Meliha gibi bir kadına hayran kalıyorduk. Meliha gibi olmadıkça sevgiliyi napayım diye hayıflandığımız da oluyordu sabah 5 sularında.

Durumlar böyle olunca ben de boş durmadım ve bir kamuoyu araştırması yaptırdım. (Bu konuda yardımlarını esirgemeyen apartman görevlimiz Süleyman abiye teşekkür ederim. ) İzmir’den Ankara’ya, Ankara’dan da Iğdır’a kadar çeşitli ekipler yaklaşık 3500 kişi ile görüştüler. Bu görüşmelerin sonucunda anladık ki 2013 acayip sevgili yapmış. Kış şartlarının önceki yıllara nazaran biraz daha hafif geçmesi, içkiye yapılan onca zammın ardından insanların çiftlerin tanışma ve kaynaşma yeri olan cafe’lerde birikmesi ve sigara içme yasaklarının mekânlar dışında biriken insan sayısını 15’e katlaması gibi sebeplerden dolayı 2013’ün ilk bölümünde sevgili olan insan sayısı geçen senenin aynı dönemine nazaran %73 artmış.

Bu çiftlerin hepsini kutluyor ve önümüzdeki sene yeni bir rekor kırmalarını diliyoruz.


Meliha gibi olmadıkça sevgiliyi napayım?




2

Dünyada böyle şeyler olurken biz yine filmler izledik. Bu filmlerden biri de Portekiz yapımı ve yine 2012’nin buralara uğramamış yekpare yapıtlarından biriydi.

Filmimizin adı, sevgili dostlar: Tabu. Şimdi bu filme böyle güzelmiş, harikaymış başyapıtmış falan demeyeceğim. Ama üstüne yazdığımıza göre bir bildiğimiz var değil mi? Var var. Şimdi bu film başyapıt değil ama sinema tarihinin kırılma yerlerinden birinde durduğu da kesin.



Miquel Gomes Portekiz’in ünlü film eleştirmenlerinden biriymiş. Tabu’ya bakınca da Sinema tarihini yalayıp yuttuğunu anlayabiliyorsunuz zaten. Filmin birinci bölümü olan “Kayıp Cennet”, Lizbon’da yaşayan 3 eksantrik karakter etrafında dönüyor. Bu ilk bölümün görsel estetiği Bergman ile Dagur Kari arasında bir yerde dururken acayip şekilde bir Kaurismaki hatta Akerman minimalizmine ve mizahına da yaklaşıyoruz. Sürekli yağan yağmurlar ve monologların ardından filmin ikinci bölümü yani “Cennet” başlıyor. Bu bölümde ilk bölümün sonunda hayatını kaybeden Aurora’nın gençliğine dönüyoruz. 60’larda Portekiz sömürgesi altında bulunan Afrika’da devam eden hikâyemiz bu defa sessiz sinema döneminin estetiği ve mizansenine sırtını yaslayıp bambaşka bir noktaya devriliyor.

Film gayet güzel bir absürd sinema örneğine dönüşecekken okunan aşk mektupları ile işin içine hakiki bir romantizm de karışıyor ve bizleri oturduğumuz yerde abandone ediyor. Bu filmin önemi de işte burada ortaya çıkıyor; yaratıcılık boyutu öyle bir seviyede ki sizin de eleştirirken benzer bir yaratıcılıkla davranmanız gerekiyor. Yani bu filmi “iyi” “kötü” gibi yetersiz kavramlarla değerlendirmek yerine ölçütlerinizi değiştirmeniz ve seyirci olarak üretici bir pozisyona transfer olmanız gerekiyor.

Film bazı bazı sıkıcı bile oluyor aslında. Talepkâr bir sinema çoğu zaman sıkıcıdır zaten ama ortadaki durumun orijinalliği filmden kopmanıza engel oluyor. Sonuçta bir timsahı bile romantik bir unsur olarak bünyesine sindirebilen bir filmden bahsediyoruz. İkinci bölümün soyutluğu arada masalsı bir boyuta ulaşsa da ilk bölümün melankolik yapısı ikinci bölümün bu soyutluğunu massediyor.



Sürekli filmin özelliklerinden bahsetmemin nedeni onu “hah işte şöyleymiş” diyebileceğim bir kalıba sokamayışım. Ve iyi ki de sokamıyorum. Siz de sıkılmadınız mı ne olup biteceğini önceden tahmin ettiğiniz ya da konu olarak çoktan cılkı çıkmış şeylerin yine yeni yeniden karşınıza çıkmasından. Yok popülermiş yok sanatsalmış bana sorarsanız Angelopoulos bile kendini hiçbir zaman yenileyemediği için klişedir. Hatta Bergman da. Godard’a niye laf atamıyoruz ya da Rivette yahut Akerman’a? Çünkü onlar durmadan farklı olanın peşinde koştular dostlar. Miquel Gomes de Tabu ile karmakarışık şeyler yapsa da “yeni” den yola çıktığı ve zorladığı kesin. İşte bu yüzden bir kırılmaya işaret ediyor. Umarım merkeze doğru harekete geçmez ve kendi sularında kulaç atmaya devam eder.

Not: Bu filme birkaç yönelim daha yapacağız yakında. Önce bizim de bir sindirmemiz gerekiyor.


3

Drink up baby

Bildiğiniz gibi başlayan her şey bitmekle şartlanmıştır. Hayatınızı yaşarken de bir noktada biteceğini bildiğiniz şeylerle uğraşırsınız. İş, güç, okul ve bizatihi hayat. Şimdi bazı insanların anladığı ama bizim sadece arada sezebildiğimiz durumlar var. Bu bazı insanlar maalesef filozoflar oluyor (Onların da hepsi değil, birkaçı, özellikle de Fransız olan birkaçı). Bir de iki üç sinemacı ve yazar. İşte en başta Bresson, Proust, Fassbinder falan.

İşte bu kişilerin yarattıkları belki de farkında olmadan yarattıkları bir başka yaşam-algı durumu var. Bu arkadaşların düşünce gücü başlayan ya da biten bir şeyi mesnet almıyor. Onlar olup biteni ortasından alıp yakalıyorlar. Böylece yakaladıkları şey ne bir sona ulaşıyor ne de bir başlangıca dönüşüyor. Düz bir çizgi gibi olan bütün hayat-algıların yanında bu  yaşam-algı dediğimiz düşünce durumunda her şey bir döngüde süreksiz dönüyor.

Kurgusal açıdan verebileceğimiz tek örnek Kayıp Otoban sanırım. David Lynch orada bir A noktası belirler. Bu A noktası bir başlangıca işaret etmez. Olayları bizim bile bilmediğimiz bir noktadan ele alır. Sonra hikâye aynı bir yaşam gibi, döner döner ve B noktasına uğramadan yine A noktasına ulaşır. Bu bir kurgu hamlesinin yanında bir başka algı durumunun da sinematografik halidir. David Lynch, düz, başlayan ve biten bir şey yerine tam ortadan bir nokta yaratır ve o noktayı kurgunun sonunda bir yuvarlağın içine almış olur. Böylece yaşam-algı dediğimiz şeyin döngüsü de tamamlanır. Ama bitmez.

Bu dediğimiz şeyin hayatta somut bir karşılığı yoktur tabi. Ama düşünce - algı biçimimizde bir karşılığı olması muhtemel. Bir şeyi hiç başlatmazsanız bitmesini de engellemiş olursunuz. Bu depresif bir şey gibi görünse de öyle değil. Karşılaşmalar hep vardır. Bu karşılaşmaların gücünü koruyabilmeniz ise işte bu dediğim yöntemle mümkündür. Başlamış, yaşanmış ve bitmiş şeyler hep bir sıkıntı durumuna sevk eder bizi. O yaşananları unutmak için bir başka karşılaşma onu unutmak için de daha başka bir karşılaşma…işler böyle yürür ve biz buna hayat deriz.

Kendi bakış açımızda biten ve başlayan şeyler vardır. Ama işte bu adamların yarattığı bu yeni bakış açısı yani yaşam-algı dediğimiz (daha doğrusu şu an burada uydurduğumuz) şeyden baktığınızda başlayan ve biten bir şey yoktur. Bunlar zihninizin size oynadığı oyunlardır. Hiçbir şey geçmez aynı şekilde başlamaz da. Bunlar belirli bir sürede yapıp ettiklerimizdir sadece.

Dönüp duran şeyler hep olur. Bu bazen Elliott Smith’in bir şarkısıdır, bazen Before Sunset’ten bir sahnedir bazen de İzmir’den bir başka kente doğru giderken ağaçlara bakmaktır. Bunlar olmuş ve bitmiş değil devam eden şeylerdir. Tıpkı David Bowie’nin bir şarkısı gibi, hep devam eden, sonra yine devam eden bir şeydir. Yaşam Fuad ile yakalanır yaşam-algı’ya ulaştığınızda devam eder ve bitmez. Çünkü o noktaya ulaştığınızda artık her şey sonsuzdur. Ve korkmayınız sevgili okuyucu, sonsuzda bir nokta bile kaybolmaz.