31 Ocak 2011 Pazartesi

"Srpski Film" Üzerine Konuşma Denemesi

Sinema üzerine fikir beyan eden kimselerin son aylarda es geçmedikleri bir hadise var: Srpski Film (2010)*. Bu hususta, filmi izleyen izlemeyen herkes bir şeyler söyledi, yazdı-çizdi. Çoğu zaman bizim de söyleyeceklerimiz oldu ama işten güçten vakit bulamadık. Fakat susmanın kabullenmek olduğunu biliyorduk ve artık buna bir dur dememiz gerekiyordu.

(Birazdan okuyacak olduğunuz diyalog, Microsoft'un son sürümlerinde eski kullanıcılarını artık çok üzmeye başladığı Windows Live Messenger vasıtasıyla, can sıkıntısından bunaldığımız bir gece vakti, spontane olarak gerçekleştirilmiştir. Yakaladığınızı sandığınız her türlü yazım yanlışı, tarafların bilinçli bir yazım tercihidir. Bu yazıyla, Srpski Film furyasını da ucundan kıyısından bir şekilde yakalamış olduğumuz gerçeğinden de hiç hazzetmemekteyizdir.)

-------------------------------------------------------------

Uğur :
Lan...
Liman uyuyor mu aga?
aras:
bilmem
Uğur :
Blog düzelmemiş daha.
aras:
sen eklesene o zaman yorumları.
Uğur :
Deneyeyim bari.
O değil de sol üstte linkler var ya mesela... Anasayfa hede hödö vs. vs. diye.
Onların içi de boş.
Tıklıyorsun, bir şey olmuyor.
aras:
dene bakalım. biliyorum.
Uğur :
İşin var mı la şimdi senin?
aras:
yok ama tolga demirtaş yazılarını okuyorum. neden?
Uğur :
Werckmeister Harmonies bitmedi ama bitti gibi. Bi baksana la.
aras:
eyi.
olum sen iyikötüfilm'i takip etmiyon mu?
Uğur :
Ediyorum.
Ordaki sırp filmi röportajını mı okudun?
aras:
e niye filmin yok ordan.
adam kaç tane porno film yazmış aga.
Uğur :
Evet biliyorum...
aras:
ne sırp'ı yea.
birini indirmemişin
nasıl kült bakışı bu. valerie bile yok yae
Uğur :
Yaaa Alkan Avcıoğlu okuyup okuyup gelme lan bana.
aras:
e bak senin adamın yazmış ben söylüyorum adamım. ayrıca alkan'dan değil, jodorowsky'den duydum koç.
Uğur :
Güzel o zaman...
Alexanderplatz yazdın mı yeni?
aras:
hayır. evde var.
yolla yazıyı
Uğur gönderiyor
"Werckmeister Harmonies.doc" dosyasının aktarımı tamamlandı.
Uğur :
O değil de bitmemiş o yav.
Tekrar baktım da.
aras:
evet bitmemiş.
Uğur :
Nasıl gidiyor peki?
Sonlar?
aras:
çok kopuyosun olum.
Uğur :
Nerde misal?
aras:
bela tarr anlat,macar sineması anlat,tarkovski bağlantısı ne,satantango diye filmi var 7 saat,adamın derdi ne,bunlara gir yani.
Uğur :
İyi de o zaman Bela Tarr ya da macar sineması anlatmış oluyoruz amma. Sadece tek bir filmin üzerinden konuşamayacak mıyız şu dünyada?
aras:
mesela "“filmleri anlamak için mi izleriz? Anlamadığımız bir şeyi sevebilir miyiz? Neden film izliyoruz? " diyip olayı dalgaya vurunca olay "yea bu filmler bir bok demiyor sanat mı lan bu" diyen tipleri destekleyen noktaya geliyor sanki.
Uğur :
Demiyor değil aslında olay, ben orda ipin ucunu kaçırmışım biraz. Diyor tabi ki ama bir Inception'ın dediğini demiyor. Bi inception gibi demiyor. Kendini ele vermiyor kolay kolay.
aras:
ne diyon lan.
Uğur :
"yea bu filmler bir bok demiyor sanat mı lan bu"
"Dememek" değil aslında olay, ben orda ipin ucunu kaçırmışım biraz. Film bir şeyler diyor tabiki ama bir "Inception"ın dediğini demiyor. Bi inception gibi demiyor. Kendini ele vermiyor kolay kolay.
aras:
koçum sen otuzbir mi çekiyon benle konuşurken. ele vermiyor ne inception ne. dememek değil olay. ama diyon
Uğur :
Nolan'ın son filmi yok mu lan? Başlangıç mıydı neydi? Inception o işte.
aras:
izlemedim ben onu.
Uğur :
Örnek verdim sadece...
Neyse ya aman...
Bizim bi erotik film olayı vardı o noldu lan?
aras:
hangi erotik?
Uğur :
Hani böyle 3-4 film seçip, üzerine diyalog şeklinde yazı. Ve siteye video.
aras:
hee.
olur.
Uğur :
Bu arada Liman onu kodlardan falan derlemiş, düzeltemiyorum ben. Hazır şablon değil.
aras:
hemm.
bir mail falan at o zaman. ben de facebook'tan atarım.
önce sırp filmi'ni yazak ama.
Uğur :
Cengiz Semercioğlu'nun yazısını okudun mu sen peki?
aras:
hıhım.
Uğur :
Ona da diyelim bir şeyler...
Nasıl yazıyoruz? Diyalog mu yapıyoruz?
aras:
mal diyek.
o tip bişey.
Uğur :
Alexanderplatz güzel dizi lan. 6'ya geldim.
aras:
iyi gelmişin. sen de sürdürebilirsin günlüğü.
hişt yarım saat sonra yapak mı konuşmayı.
Uğur :
Sırp için mi?
aras:
sırp filmi ile başlayıp genele dönerik.
zaten onda kalmaz yalnızca.
Uğur :
Olabilir de Gonca'nın bize gelme ihtimali var.
aras:
o da katılsın.
mesela şöyle başlangıç "50.yıl köşk'üne sırp'ı neden koyamayız?
Uğur :
Benim de aklıma öyle bir şeyler geldi de, savunma yazısına dönmesin ama.
aras:
yok yea.
ben savunmuycam zati.
Uğur :
Ben de savunmayacağım da, ama hakkını da vermek lazım.
aras:
sen verirsin.
iyi.
yarım saat sonra.
bakarız o zaman.
ya da 20 dakka.
hazırlan hem.
Uğur :
Dur filmi de getireyim ben...
aras:
geldi mi gonca.
Uğur :
Yok gelmeyecek galiba.
Yarın akşam gelecek muhtemelen.
aras:
hemm.
eyi tamam.
hadi başlayak.
bak giriş şu olsun .
Uğur :
Gir bakalım...
aras:
bu bir tartışma yazısı değildir. bir savunma ya da eleştiri yazısı da değildir. sadece konuşmalardan oluşan spontane bir diyalog girişimidir.
Uğur :
Bu yazıda geçen isimlerin hiçbirisi hayal ürünü değildir.
Diyek mi la? Cengiz diyeceğiz ya
aras:
diyek.
tamam.
bir de başlık sırp filmi'ni neden koymayız
olsun.
şimdi sen girmişmiydin az evvel.
Uğur :
Hayır girmedim.
Gir sen... Başlık da o olsun tamam.
aras:
hımm.
şimdi şu sırp filmi meselesi var biliyorsun. özellikle sözlüklerde "vay ahlaksız yönetmen,vay sapık senarist" gibisinden şeyler yazmışlar. filmi ikimiz de izledik ama işin hiç "ahlak,tabu" kısmına girmemiştik. belki bu bizim de ahlaktan yoksun insanlar olduğumuzu gösterebilir. ama ben filmi izlediğimde hakikaten de aklıma hiç "ahlak" mefhumu gelmedi. başka bir yerden mi bakıyoruz konuya?
(bu arada başta şey de diyek,ünlü arkeolog ve bilgisayar mühendisleri konuşuyor gibisinden şey de olsun)
Uğur :
Tamam. Kazmak Ve Görmek diyelim mi?
aras:
hayır.
neyse.
sen devam et.


Uğur :
Başka bir yerden bakıyor olabiliriz evet, şimdi, "ahlak" dediğimiz şeyin tamamen bireysel bir olgu olduğunu göz önüne alırsak, aslında "ahlak" dışında bir yerden bakmamız daha doğru bir yaklaşımmış gibi geliyor bana. Ben şahsen hiçbir zaman "ahlak"çı bir adam olamadım ama "etik"çi oldum bir dönem. Bu milli eğitimin beni eğitememiş olmasından da kaynaklanıyor olabilir.
Hatta ben filmi ilk izlediğimde "aha adamlar pornografi konusunda benim gibi düşünüyorlar lan" bile dedim kendi kendime. Neyse çok dağıtmadan, genel olarak bir filmi ele alırken filme “ahlak” dediğimiz “tabu” dediğimiz o şeylerin üzerinden yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum ben. Yoksa sözlüklerdeki o bir yığın insandan ne farkımız kalır? Peki sence bir filme en güzel neresinden yaklaşılır?
aras:
tamam.
şimdi bak soru sormayalım. ben başlangıç olsun diye bir şey yazdım. tam da soru değildi o zaten. bir de ahlak ve tabu üzerinden yaklaşmak lazım demişin yanlış mı oldu o?
Uğur :
Yanlış oldu.
Ahlak üstü o.
Neyse düzelteyim orayı daha anlaşılır yazayım.
"dışından" diyeyim oraya.
aras:
tamam. o word'e tüm konuşmayı yapıştırırsın sonra zaten. ben şimdi senin sözü "üzerinden yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum ben." bıraktığın yerden sürdürüyorum.
Uğur :
Tamam da orası anlaşılmıyor tam galiba.
Ahlak-üstü bir yerden demek istedim ben.
aras:
de o zaman gülüm.
Uğur :
Neyse çok dağıtmadan, genel olarak bir filmi ele alırken filme “ahlak” dediğimiz “tabu” dediğimiz o şeylerin dışından daha ahlak-üstü bir yerden yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum ben.
aras:
zaten herhangi bir filme ya da sanat eserine bu tip yaklaşımlarda bulunmak ekseriyetle bizim coğrafyamıza ait bir mesele. gavur bu problemi 70'lerde çözdü. özellikle pasolini'nin öldürülmesi bir şok etkisi yaratmıştı. italya faşizmin kalesi ilan edilmişti. işte bu imajlardan kurtulabilmek için (iyi niyetlerinden değil yani) rahat bıraktılar sanatçıları. artık sadece +18 yaş sınırı falan koyuyorlar filmlere. ama sırp filmi'nin özelinde başka durumlar var.

bu filmin içinde newborn porn'dan tut ensestliğe kadar her şey var. şimdi mesela bu filmi savununca "çocuk pornocusu" durumuna düşebilirsin. zaten yine o sözlük ortamlarında filmi beğenen ya da savunanlara sapık muamalesi yapılıyor. filmi ben de savunmuyorum ama içeriği yüzünden değil yönetmen ve senaristin ilgi çekme amaçlarının çok su yüzüne çıkmış olmasından dolayı savunmuyorum.
(devam)
naptın panpa. makale mi yazdın.
Uğur :
Toplamaya çalışıyorum...
Ama her yönetmende ve senaristte biraz ilgi çekme çabası yok mudur zaten? Hatta tüm sanat dallarında durum böyle değil midir? Üreten insan, ürettiklerinin bir sonucu olarak ilgi bekler. Bu ilk sanatçıdan tut, şimdiye kadar hep bu şekilde süregeldi. Her yeni sanatçı o beklediği ilgiye kavuşmak için hep yeni yeni şeyler üretme çabası içerisine girdi. Bu durumda ben bu filmin ekibinin yaptıklarında bir beis göremiyorum. Bu bir çıtayı yükseltme olayıdır Aras. Gereklidir. (Pasolini olmasaydı, Cannibal Holocaust çekilemezdi mesela.)

Az önce sürekli olarak ilgiden bahsetmiş olmam, sanatın sadece dikkat çekme amacıyla yapılan bir şey olduğu sanrısına da yol açmasın lütfen. Tabii ki her sanatçının, kendi başına, bu dünyayla bir derdi var ki, her biri dünyayı yeniden üretme(rekonstrüktif) amacı güdüyor. Ve her şeyden önce bu filmin de bazı dertleri var.


aras:
dünya ile derdi olma meselesi bir klişeye dönüştü bence. mesela türk sineması’nda “dertlerimi anlatıcam” diye ortaya çıkan bir furya vardı. yavuz özkanlar,atıf yılmazlar,orhan oğuzlar,sinan çetinler falan o dönemde (seksen sonları doksan başlarını kastediyorum) “tüketici koruma dernekleri”nin harekete geçmesi gereken filmler yaptılar. dert anlatma ya da bir şey "anlatma" meselesi olarak görmüyorum ben sinema'yı.

sinema sadece bir imajlar toplamıdır. bunlara "iyi, kötü, doğru, yanlış" kavramlarıyla yaklaşılması çok yanlış bence. ama hem izleyiciler hem yönetmenler hem de eleştirenler bu kalıplar üzerinde konuşmayı sürdürüyorlar. “iyi film”in bir çıtası ya da tarifi olamaz. imajların görülmesi ve doğru okunması meselesi önemlidir bence. şimdi sırp filmi mesela, yönetmenleri ilgi çekme çabalarını inkar etmiyorlar. işte sırp devletini, bürokrasisini eleştirdik diyorlar. yasakçı zihniyet'i sınadık diyorlar. (tabi burada aklımıza bilgi üniversitesi olayı da gelebilir) ama olay bir istismara dönüşmeye meyil ediyor.

mesela bu adamların sağlam bir teorisi olsa, yola çıkma ya da "gösterme" amaçları belirli olsa, sırp filmi daha iyi bir film olabilirdi. doğal bir karşılaşma olarak "salo.." ile karşılaştırıyorlar bu filmi. rahatsız edici yönleri benzeyebilir ama içerik ve yönetmen tavrı açısından arada himalayalar var bence. pasolini, iktidar imajını gayet net anlamış bir adamdı ve bunu “gösterme”nin nasıl mümkün olabileceğini kesinlikle (en azından sırp filmi'nin yönetmeninden) çok fazla düşünmüştü. orada haybeye çekilmiş ya da belirli bir temsili ifade etmeyen tek bir kare bulamazsınız.

ama sırp filmi işin bu tarafını biraz boşlamış gibi görünüyor. mesela ezilmiş ya da ayrımcılığa uğramış bir halkın yahut etnik ya da cinsel kimliğin "gösterilmesi" için bir yöntem olarak porno'nun kullanılması o kadar da orijinal ya da etkin bir yöntem değil.

(devam)
olum spontan dedik amına koydun la.
Uğur :
Niye lan?
aras:
makale yazıyon.
Uğur :
Ne makalesi oğlum? Sen daha makalesini yazıyorsun.
aras:
kasma çok.
ulen aklıma geliyor yazıyorum. sen alini çenene koyup "hımm,ne desem" diye düşünüyon. düşünce akışın yok mu aga.
Uğur :
Yok lan aklıma geleni yazıyorum word’te. Sonra okuyup düzeltiyorum.
Msn'de belli bi karakter sınırı olduğu için akış bölünüyor. Yollamak zorunda kalıyorsun.
Düzeltemiyorsun sonradan.
aras:
düzeltmeyi sonra yaparsın.
düzeltmeyi sonra yaparsın.
Uğur :
Tamam ya dur...
Oğlum bu sana cevap gibi oluyor lan.
“dünya ile derdi olma” meselesi bana göre üreten ile tüketen arasındaki en büyük farktır. Asıl sorun burada bu “derdi” bir araç değil amaç olarak kullanmaktır. Senin de dediğin gibi sinema, televizyonda gündüz kuşağında yayınlanan “bir derdim var” programı değildir. Ama çoğu zaman bu oldurulmaya çalışılmıştır. Çıta meselesi ise tamamen akışla alakalı bir şeydir. İyi bir filmin çıtası olmaz ama tarihsel gelişimin çıtası olur. Sen Cannibal Holocaust'u çekmeden Nekromantik çekemezsin. Bu deterministik bir olaydır. Her şey bir şeyin sonucudur ve kendisinden sonra gelenin sebebidir.
Filmi yapanların sansürcü Sırbistan'ı eleştirdik demesi ise olaya şu açıdan bakıldığında daha anlaşılır olabilir. Sınırları bir takım kurallarla, yasalarla belirlenmiş mecralarda (televizyon olsun, sinema olsun, gazete olsun, dergi olsun) asla yayınlanamayacak, asla onaylanamayacak "metinler"(metin derken her türden metni kastediyorum) üretmek, o mecraları eleştirmenin gayet de güzel bir yoludur. Siz şimdi televizyonu eleştirmek için bir televizyon filmi çekseniz ve bu filmi televizyonda yayınlatma gibi bir amacınız olsa, zamanla karşı çıktığınız şeye dönüşürsünüz(“zamanla” diyerek en basitinden çekim aşamasını hesaba katıyorum). Bunun Okan Bayülgen anarşistliğinden bir farkı kalmaz. Bu yüzden filmin eleştiri metodolojisini onaylıyorum. Ve bence filmin en büyük sorunlarından biri Sırbıstan kültür bakanlığından film için fon alınmamasıdır.
Metodoloji güzel evet, ama bu metodun uygulanışında ciddi anlamda sorunlar var. Bir çok sahne "eleştirinin dibine vuruyoruz oğlum" gazıyla çekilmiş gibi duruyor. Ve çoğu genç yönetmende de gördüğümüz ve yurdum eleştirmeninin "filmin sarkması", "dramatik yapıda sorunlar" olarak adlandırdığı olayları bu filmde de görüyoruz. Bu biraz teori biraz pratik ve biraz da ilk film heyecanından kaynaklanan bir şey bence. Pasolini'nin Salo'suyla karşılaştırılmasını da ben uygun bulmuyorum. Bu sadece Salo'ya özgü bir karşılaştırılamamazlık değil aslında. “Bir filmi bir filmle kıyaslamak.” Her şeyi bir şeyle karşılaştırmadan bir filmden bahsedemeyen ve eleştirmen geçinen bir yığın adam var şu piyasada.Filmi filmden ölçmeyi ne zaman öğrenecekler bilmiyorum.
(devam)
aras:
hımm.
behzat ç bakıp yazıcam.
Uğur :
Tekrarı mı var lan?
aras:
yok yea. bir sahneyi izleyip öyle yazıcam.
Uğur :
Tamam...
aras:
ben karşılaştırma meselsinde o kadar katı değilim. ama bunun bir eleştiri biçiminde yapılması saçma. imajlar'ın benzerliği ya da karşılaştırılması, kullanılması meselesi önemli. şimdi, filmin yöntem olarak porno ve gore unsurlarını seçmesine ben de karşı değilim. sadece bu yöntemin etkin olmadığını düşünüyorum. yani bir derdi varsa eğer o derdi anlatma yöntemi olarak etkin bulmuyorum. teori eksikliği olduğunu düşünüyorum.

şimdi bu adamlar bu filmde bir çocuğa tecavüzü gösteriyorlar değil mi? sonra bir sahnede de bebeğe uygulanan tecavüz var. kesme, biçme, diş sökme sahnelerini zaten saymıyorum. bu sahneleri kullanma amaçları "şiddetli eleştiri" olabilir ama olmuyor işte, durmuyor. ama aynı sahneleri daha etkin, daha lokal bir mesele için kullansa cuk oturacak gibi. "sırp devletini eleştiriyoruz"gibi genel bir mesele yerine, şu şu durumu şu nedenden ve bu yöntemle eleştiriyoruz diyebilseler ya da eleştirdikleri meseleye tam hakim olsalar sorun olmayacak gibi.

şimdi mesela çocuk pornosu meselesi. bu olayı savunan kimseyi bulamazsın ama dünyada her yıl yüz binlerce çocuk pornosu çekiliyor. aynı şekilde newborn porn olayı da bir furya haline gelmiş durumda. işte bu meseleye girebilseler çok can alıcı bir soru olurdu yani "tamam herkes buna karşı ve iğrenç bişey, ama nasıl oluyor da yüz binlercesi üretilmeye devam ediyor, bunu sadece hastalıkla açıklayamayız" gibi bir soru ya da yöntem mesela.

buna godard girse mesela, antropoloji'den girer, kapitalizm'den çıkardı sanırım. işte bu filmin yönetmenlerinde eksik olan şey: net bir politik tavır. sinema'nın politik olup olmaması tartışmasını ise saçma buluyorum. çünkü sinema hayatla şartlanmıştır ve hayat da her yönüyle politiktir.
(devam)


Uğur :
Devam edeceğim bekle.
aras:
iyi.
Uğur :
Newborn porn yok lan.
Var mı öyle bir şey?
aras:
var bir sahnede.
Uğur :
Filmde var onu biliyorum da
"bulamazsın ama dünyada her yıl yüz binlerce çocuk pornosu çekiliyor. aynı şekilde newborn porn olayı da bir furya haline gelmiş durumda"
İçinde yaşadığımız, şu “gerçek hayat” diye nitelendirdiğimiz şeyde yok be.
aras:
ne.
Uğur :
Abi gerçek hayatta newborn porn diye bir şey yok diyorum.
Sen furya demişsin ya.
aras:
var amcık.
bizim eski mahallede vardı.
Uğur :
Yok abi.
aras:
ne diyon la.
Uğur :
Newborn porn diye bir şey yok amına koyayım.
aras:
var götüne koyayım.
bebek pornosu de o zman.
lan yoksa bu msn konuşmasını direk mi koysak.*
Uğur :
İyi koy gitsin.
aras:
vaay.
olum liman koptu yine.
Uğur :
Dur bakayım.
aras:
yok kaçırdın
Uğur :
Aaaa...
aras:
hani yazıyodun.
Uğur :
Dur yazacağım...
aras:
ne yaptın cici.
Uğur :
Bu arkadaşların da bir politik tavırları var ama sadece ipin ucunu kaçırmışlar gibi görünüyor. Meseleye tam hakimiyetten çok, “tabuları yıkma”nın getirdiği “bak bunu, bunu, onu koyduk, bunu da koyduk mu efsaneyiz lan, kimse cesaret edemedi bunlara bizden başka” havasının altında boğulmuşlar. O politik tavır olayını bir noktadan sonra es geçmeye başlamışlar. Ayrıca sinema politiktir ama politikadan bahsetmediği ölçüde politiktir.
(devam et ya gelmedi aklıma başka bir şey)
aras:
bir sanat eserinin politika yapmak için politikadan bahsetmesine gerek yok zaten. bir adamın yürüyüşü bile politik bir meseledir. işte bunu anlayabilenler önemli sanatçılar oluyor sanırım. mesela beckett, hep günlük olaylar içindedir ya da mesela handke. neredeyse hiçbir şey ya da "olay" olmaz bu adamların kitaplarında.

direk politik diyebileceğimiz bir şey de yoktur. aynı şekilde sinema'da godard ya da fassbinder. yahut bizden bir örnek olarak yılmaz güney. bu adamların hiçbir filmi "bakın ben politik bir filmim" demez. ama arkalarında politik bir tavır olduğu bellidir. mesela “yol” filminde tarık akan'ın dişi ağırır ve bir müddet bununla cebelleşir ya da durumunu "bu kafam bana fazla geliyor, bu kafam bana fazla" şeklinde belirtmeye çalışıyor. bu film ve saydığım tüm yönetmenlerin filmlerinde politika merkezdedir. kimliği sorgulayan bir polis de ya da faslı ali'ye atılan bir bakışta. odak hep ordadır. evimizin içi, kendi odamız bile her şey politikadır. bir fransızın varoluşçuluğa nazire yapan şu sözünü hatırlıyotum "politika varoluştan önce gelir"
Uğur :Ben o yüzden Costa Gavras mesela, hiç sevmem. Her röportajında "politik film yapıyorum, benim politik filmlerim" vs. der. Verdiğin örnekler gayet yerinde. Tekrar olayı Srpski film'e döndürürsek, aslında filmin adı politik yahu? Değil mi? Bir Sırp Filmi diyor adamlar. Gayet milliyetçi bir edayla.
aras:
zorlama olmuş sanki.
ben tinto izliycem biraz.
Uğur :
Bitirek mi?
aras:
valla uyumazsan sürdürürüz sonra. sen kaydet ama bunu devam ederiz bir ara.
Uğur :
Ben burlardayım da tüm konuşma mı yoksa şu aradaki kısımlar mı, neyi kaydedeyim?
aras:
hepsi.

*Filmin içeriğinden bihaber olanlar için güzel bir tanıtım yazısı, tek taraflı olarak kardeşlik bağı kurduğumuz öteki sinema'dan gelsin.

Ha bir de "her şeyi anladım da bu yönetmenin ve senaristin amacı neymiş lan?" diyenler içinse bir diğer kardeş sitemiz, iyi kötü film'de filmin yaratıcılarıyla yapılmış bir röportaj yer almakta. Şurda.

22 Ocak 2011 Cumartesi

Şubat Ayı Programı

Soğuk kış günleri yaklaşırken, içinizi ısıtmayan filmler ile 22 ve 25 şubat'ta 50.yıl köşkü'nde olmayı umuyoruz. Şubat ayı için seçtiğimiz iki film aşağıdaki gibidir :

22 ŞUBAT SALI :



AİLE YUVASI (DOMICILE CONJUGAL)



Yönetmen : François Truffaut

Saat : 17:30

Bağlam : Truffaut sinemasının temel soruları.

Sunan : Aras K.

Hakkında : Truffaut'nun birbirinden bağımsız filmlerden oluşan "Doinel" üçlemesinin son halkası olan "Aile Yuvası" yönetmenin iki aşamalı sorularından ve sorunlarından birinin çözümlemesidir : Kadınlar büyülü müdür? Üçlemenin ilk iki filminde(400 darbe ve Çalıntı Öpücükler) üzerinde sıkça düşündüğü bu soru üçlemenin son filminde bir "aile hayatı"nı anlatırken cevaplandırılıyor. Ve cevabı alabilmeniz için 22 şubat tarihinde bir şekilde 50.yıl köşkünde olmanız gerekiyor.











25 ŞUBAT CUMA (KÜLT FİLMLER)


THE DOOM GENERATION

Yönetmen : Gregg Araki

Saat : 17 :30

Bağlam : Amerikan yeraltı sineması.

Sunan : Uğur E.

Hakkında : Bir nevi "cehennemde yolculuk" temasına dayanan film yine birbirinden bağımsız bir üçlemenin ikinci halkasıdır. (Bu ay birbiriyle alâkasız üçlemeler diye bir tema belirleseydik bu iki filmi ivedilikle seçerdik sanırım.) Gregg Araki'nin queer virtüellikleri ile donattığı film plastik sinemanın doksanların tam ortasına düşen bir başyapıtı olarak da adlandırılabilir. Ayrıca +18 yaş sınırı koyduğumuzu ve "canım aşkım gel filme gidek" ana hatlarına sahip sevgililerin de gösterimden uzak durması gerektiğini önemle hatırlatmak isteriz. Ha bir de imkânınız varsa filme gelmeden önce Godard'ın Week-End filmine bir bakın deriz. (Bu üçlemenin diğer iki filmi ise Totally Fucked Up ve Nowhere'den mürekkeptir.)

Önemli not : İzlemeye gelmeseniz de The Doom Generation'ın soundtrack albümünü mutlak dinleyin deriz. Bir de ileride yine bu filmlerle ilgili çeşitli değerlendirmeleri bu adreste görebilirsiniz. Ama göremezseniz de "hani nerede" diye sormayın. Görüşmek üzere.











11 Ocak 2011 Salı

Post Yapısalcı Bir Film Senaryosu




I. - İÇ. - ODA - AKŞAM ÜZERİ







ANLATICI :



İçeri çağırdılar. Gitti. Koltuğa oturdu . Tek parça. Nedeni yoksa güler yüzlü olmalı diye düşündü. Mumlar vardı. Mumlar…

TAHSİN :

Hadi, buraya kadar.


CAFER:


Böyle mi ?


ANLATICI :


Anlamadı ama sezdi. Artık Genç Bakış izlemiyordu.

7 Ocak 2011 Cuma

Fransa Bugünlerde Soğuk




Bruno Dumont son 15 yıl içinde Avrupa sinemasında ortaya çıkan en orijinal yönetmenlerden biri. Her yeni filmiyle çıtayı biraz daha yükselten (ki bence ilk filmi İsa’nın Yaşamı hâlâ en iyi filmidir) bu buruşuk yüzlü adam geçenlerde ( geçenlerde diyorsam bu 2 yıl önce olabilir) Cannes Film Festivali'nde en iyi yönetmen ödülünü de almıştır.

Fakat nedense bu güzel insanın filmleri üç tarafı denizlerle kaplı şirin bir yarımada olan memleketimizde bir türlü ticari gösterime girememektedir. İstanbul ya da Ankara gibi düzenli film festivali yapan kentlerde bulunmuyorsanız Dumont’un filmlerini sinema perdesinde görmeyi daha çok bekleyeceksiniz demektir. Biz İzmir’de bekliyoruz mesela.. Burada herhangi bir film festivali olmadığı için ( kısa film festivalleri hariç) daha çok uzun zaman bekleriz diye umuyor,sanıyor ve üzülüyoruz. (mesela Uğur’un bu konuyla ilgili yaptığımız bir sohbet sırasında gözyaşlarını tutamadığını hatırlıyorum. Murat hoca ise benzer bir sohbette dolan gözlerini bizden saklayarak başka bir konu açmıştı. Şu an bu satırları yazarken benim de gözlerim dolu dolu oluyor bilinmez niye.)

Neyse biz konumuza dönelim. Bruno Dumont gördüğü felsefe eğitiminin ardından benim bilmediğim bir sebepten sinema dünyasına girmiş ve 2011 itibariyle 5 adet uzun metraj filmden oluşan filmografisiyle sinemasevicileri’nin ağızlarını sulandırmıştır.


Soğuk ve mesafeli tutumuyla adından söz ettiren Dumont sinema’dan çok felsefe’den aldığı referanslarla (başta Kant olmak üzere,Wittgenstein,Heidegger,ve alabildiğine varoluşçu kimi filozoflar.) filmlerini bir tür düşünme alanı olarak yapılandırdı. Şimdi burada Godard’a değinmezsek olmaz tabi. Hemen her filmiyle Sinemayı yeniden keşfeden Godard Özellikle de “makale-filmler”i ile Dumont’u hayli etkilemiş görünüyor. Ama Dumont’un biraz daha mesafeli,soğuk ve ağır ilerleyen filmleri onu diğer birçok yönetmenden ayıran kendi damarını bulmuş bir sinemacı olarak muştuluyordu.


İlk 3 filminde ekseriyetle ayrımcılık temasına eğilen Dumont 2007 yapımı “Flandres” ile farklı sularda da kulaç atabileceğini gösteriyordu.(Flandres’in neden başka sularda kulaç atan bir film olduğunu anlatmak isterdim ama maalesef bu yazımın konusu olarak Dumont’un bir diğer filmi olan “Twentynine Palms”i seçtim)

Ben şimdi yönetmen’in izlediğim son filmi olan (filmografisi’nin ise üçüncü halkası olan) “Twentynine Palms” üzerine birkaç şey söylemek istiyorum.



Twentynine Palms bittiğinde aklımda tek bir cümle vardı ( sanırım bu cümleyi ya Slavoj Zizek ya da Güntekin Onay’dan duymuştum.) : İnsanın olduğu yerde hata vardır. Evet Twentynine Palms bu ve benzeri cümleleri akla getiren bir film. Film tipik bir Fransız sineması örneği olarak başlıyor. Önce bir sessizlik. Sonra kısa bir telefon konuşması. Sonra yine bir sessizlik. Aslında yönetmeni tanımayan ya da tanımak istemeyen biri tarafından izlendiğinde Twentynine Palms’in ilk 35 dakikası izleyici de derin bir “klişe” hissiyatı yaratabilir. Ama Dumont’u tanıyanlar sabırla bir şeyleri beklemeleri gerektiğinin farkında olduklarından ilk 35 dakikayı da dikkat ve ilgiyle izlemişlerdir ya da ben öyle sanıyorum. 





İşte bu 35 dakikanın ardından baştan beri bize normal görünen çiftimizin (bu arada filmin toplamı bir çiftin fotoğraf çekmek amacıyla Twentynine Palms adlı kasabaya doğu arabayla çıktıkları bir yolculuktan ibarettir) aslında o kadar da sağlıklı insanlar olmadığını yavaş yavaş anlamaya başlarız. Özellikle erkek olan ve sürekli İngilizce konuşan karakter (David) kadın olan ve sürekli Fransızca konuşan karaktere (Katia) bir takım tuhaf şeyler yapmaya başladığında film gerim gerim gerilmeye başlar. Bilhassa cinsel münasebetleri sırasında etkin olan bu tuhaf davranışlardan Kadın karakter kötü etkilenir.. Çiftimiz sürekli yolda oldukları için çeşitli otel ve pansiyonlarda konaklarlar ama bir yerden sonra varacakları yerden çok yolculuk önem kazanır.(Bilindiği gibi bu hadise felsefe denen şeyin de olmazsa olmaz kaidelerinden biridir.)


Yavaş yavaş bir şiddet olayına dönüşen sevişmelerinden birinde kadın karakter ağlamaya başlar ve çiftimiz arasındaki ipler kopar. İşte film, bu noktadan sonra “sıradan gibi görünen bir film nasıl başyapıt’a dönüşür? ” adlı bir Walter Benjamin pasajına (keşke olsaydı böyle bir pasaj) göz kırpmaya başlıyor. Kadın karakter konakladıkları oteli terk edip yollarda amaçsızca yürümeye başlar. Erkek karakter de bu durumu hiç umursamaz. Sabah olduğunda ise erkek karakter kadını bulur ve aralarında geçen çeşitli konuşmaların ardından ufak çapta barışırlar ve yollarına devam ederler. Fakat beklemedikleri bir sürprizle karşılaşmaları çok zaman almaz. Arkalarından yaklaşan ve bir yamaçta çiftimizi sıkıştıran kamyonun içinden 4-5 erkek iner ve böyle durumlarda sıkça görülen bir durumun aksine erkek karaktere tecavüz etmeye başlarlar. (Bu sırada tecavüzcü adamlardan biri,giriştiği tecavüz sırasında erkek karakterin kadın karakter ile şiddetle karışık sevişirken çıkardığı seslerin benzerini çıkarmaya başlar.) Kadın karakteri ise soyup bir iki işkence ederler. Kamyoncular olay yerini terk ettikten sonra çiftimiz zar zor toparlanır. Otele döndüklerinde erkek karakter sessizdir kadın karakter ise teselli çalışmalarına girişmiştir ama heyhat!. Erkek karakter “incinen erkeklik gururunun” öfkesiyle önce saçlarını kazır ardından ise bir tür intikam dürtüsüyle kadın karaktere saldırıp delik deşik eder.


Şimdi bunun üzerine elbette binlerce şey söylenebilir, birçok farklı yorum getirilebilir ama bence sayın Bruno Dumont’un böyle bir sahneyi çekmekteki amacı, kadın denen türün her ne şart altında olursa olsun erkek denen türün baskısından ya da şiddetinden kurtulmasının imkansız olduğunu vurgulamak istemesidir. Yani demek istiyorum ki erkeğin erkeğe uyguladığı bir şiddette bile bunun sorumluluğu ya da suçu kadına yüklenebiliyor. Ve kadın bunu canıyla ödemek zorunda kalıyor. Bu “erkeklik” duygusunun ya da biçiminin ne menem bir şey olduğuna dair bir sorgulama olabilir bu film. En azından ben öyle düşündüm. Ama dikkatinizi çekerim bahsettiğim erkek ya da kadın denen şeyle ilgili bir durum değil. “Önceden belirlenmiş cinsiyetlerin uygulanma biçimlerinin” bir sorgusu. Yani kabul edilmiş ve bin yıllardır mutabık kalınmış bu iki kavramın uygulanma “biçimlerinin” bir sorgulaması. Bu noktada tekrar Godard’a dönebiliriz sanırım. Godard bir söyleşisinde “film çekmek bir olayı gösterge olarak yakalamaktır” gibisinden bir laf etmişti. İşte bu göstergelerin, biçimlerin ya da imajların gerçekliğinin sorgulanması hususunda Jean-Luc Godard ile birlikte anacağımız yönetmenlerden biri Bruno Dumount olabilir. En azından Twentynine Palms doğrultusunda böyle bir çıkarım yapılabilir.

Ama dediğim gibi birçok farklı yorum da getirilebilir. Örneğin çiftimiz ara verdikleri her dağ yamacında mümkün mertebe çıplak gezmeye ve sevişmeye özen gösteriyorlar. Buradan “şehir hayatından sıkılıp doğaya dönmek isteyen bunalımlı Avrupalılar” yorumu da çıkarılabilir. Ama bu tip bir yorumdan hareket edersek çiftimizin doğada bekledikleri saflığı bulamadıklarını ve şiddetin aslında doğanın değişmez parçalarından biri olduğu gerçeğiyle yüzleştiklerine dair Hegelci bir olumsuzlamaya varabiliriz. Çiftimizin geçmiş hayatlarının nasıl olduğuna dair hiçbir şey bilmediğimiz için bu şiddet eğilimlerinin geçmişten gelen ve halen süregiden bir durum olduğunu ya da karakterlerin doğaya döndüklerinde şiddete eğilimli bir hale geldiklerini söylememiz de mümkün olmuyor. Erkek karakterin de filmin sonunda ölmesi ya da öldürülmesi (Dumont bu konuyla ilgili de muğlak bir tavır takınmayı tercih ediyor) filmin bu olumsuzlayıcı yönüne tuz biber ekiyor. Yani evrimci bir bakış açısıyla “kendini yaratan insan”. “kendini yok eden insan” noktasına ulaşıyor. Ve tüm bunlar yakınında ya da uzağında olalım doğanın içinde gerçekleşiyor. Dumont için ise bundan herhangi bir kurtuluş yolu gözükmüyor. Bu noktada da Dumont’un ne kadar pesimist bir bakış açısı olduğunu tekrar hatırlayabiliriz.

Öyle ya da böyle yorumlayalım sonuç olarak Dumont’un gidişatla ilgili pek de umutlu olmadığını söyleyebiliriz. Tüm filmlerinde takındığı mesafeli tutum zamanla nasıl bir noktaya ulaşır bilinmez ama Bruno Dumont’un çok değil 3-5 yıl içinde “usta” bir yönetmen olarak anılmaya başlayacağı kesin.

1 Ocak 2011 Cumartesi

Carlos Reygadas ve Gerçek Orada Bir Yerde


Açıkçası günümüz sinema yazılarının birer klişesi haline gelmiş, yönetmenin doğum tarihi, anne adı, baba adı, mezuniyet derecesi, öğrenim hayatında ailesinin Şemsi Efendi İlköğretim Okulu’nu mu yoksa mahalle mektebini mi tercih ettiği, vs. gibi olası soruların Carlos Reygadas’a ilişkin hallerinin cevaplarını bilmiyorum. Bunların çok da önemli olduğunu sanmıyorum. 21. yüzyılda, artık en iyi dostlarımızdan biri haline gelmiş olan Google’a, “Carlos+Reygadas” anahtar sözcükleriyle, bu soruları sorduğumuzda her türlü cevaba ulaşabilecekken, şu son dönemde okumuş olduğum birçok yazının bu tip şeylerle dolu olması bana anlamsız geliyor. Çok üzülüyorum.

Reygadas’ın özel hayatıyla ilişkili şeyleri çıkardıktan sonra elimizde kalanlara bir bakalım:

1) Minimalist olmaya çalışan bir yönetmen.

2) Meksikalı. *

Kronolojik olmayan ve ne idüğü belirsiz olan bir sıralamayla:

Maxhumain (1999)**

Yıl 1999. Reygadas ilk kısa metrajlı filmini, aslında şu ana kadarki filmografisine bakıldığında en iyi ikinci filmini çektiğinin farkında olmadan, çekti. Kendisini, birazdan gel-git olayı yaşanacak denizin plajında bir kazığa bağlamış, intihar etmek isteyen bir adamın, gel-giti beklerken, annesiyle alakalı bol Oedipus kompleksli, bol varoluş kaygılı ve bol tanrı inancını sorgulayıcılı bir rüya görmesini anlatan altı dakikalık deneysel bir film. (Gerçeküstücü öğelere sahip her filme “deneysel” etiketinin yapıştırıldığı şu dünyada, bu film de es geçilmemiş tabii ki.) İki-üç J. P. Sartre kitabı okuyup senaryoyu yazdığından şüphelendiğim Reygadas’ı şahsen tanıyor olsaydım, bu filmini izledikten sonra ona telefon açıp “Olmamış abi” derdim “olmamış, bari varoluşçuluğun adını alet e… neyse. Olmamış. Bir dahaki sefere daha iyisini yaparsın.” Ama tarih beni haksız çıkardı… Şimdilik on bir yıllık bir yönetmenlik kariyerine sahip Reygadas, bence bu filmin üzerine sadece bir kez çıkabildi.

Japon (2002)

2002’de Maxhumain’in ardından ilk uzun metrajlı filmi geldi: Japon. Maxhumain’de olduğu gibi yine bir intihar temasının üzerine filmini kurmayı tercih etmişti Reygadas. Film, intihar etmek amacıyla bir kasabaya gelmiş olan ateist bir ressamın, dini bütün yaşlı bir kadının yanına yerleşmesini konu alıyordu. Yok, hayır, bir “yaşlı kadın, adama yaşamayı yeniden sevdiriyor” hikayesi değil bu. Daha çok, sürekli olarak intihar etmekle iktidarsız cinselliği arasında gidiş gelişler yaşayan bir adamın, sonunda yaşlı kadınla cinsel ilişkiye girmek istemesine varan hikayesi.

Ressamın sürekli olarak köylülerin davranışlarını gözlemlemesi neticesinde, filmin çoğu zaman donuk ve temposu düşük bir belgesel havasına büründüğünü görebiliyoruz. Ve çekim tekniğinin seyirciye yaşattığı hissiyatı şu şekilde ifade edebiliriz: “Kamera kullanımına bağlı anlatım şeklinin (başkarakterin gözünden) öznel anlatımla nesnel anlatım arasında gidip gelmesi, buna paralel olarak, seyircilerin tanrıyı oynamakla izledikleri şeyin gerçekliğini sorgulamak arasında gidip gelmelerine yol açması. Köylüleri gözleyen başkarakter ve de zaman zaman onu da gözleyen nesnel çekim (ya da tanrı-anlatıcı).” Postmodernite, nesnenin özneleşmesi ve öznenin nesneleşmesi vs. gibi bir takım işler işte. Fakat Zizek filmi izlese, merhametten ağlardı. Çünkü Reygadas vasa…
Stellet Licht - Sessiz Işık (2007)
Reygadas’ın üçüncü uzun metrajlı filmi. Kendilerinin daha “sinefil” bir noktadan sinemaya yaklaştıklarını söylemek gibi ne dediklerini bilmeden konuşan ve sanat-sineması-seviciliği yapan bir kısım mecralar*** tarafından çokça beğenilen açılış sahnesiyle ünlenmiş film, minimalist olmaya çalışan Reygadas’ın, formülü çözmüş ve de bunu uygulamayı başarmış olduğunun kanıtı. Evlilik dışı bir ilişki yaşayan Meksika köylüsü bir adam ve bu ilişkiyi öğrendiğinde sinir krizleri geçirerek ölen karısının hikayesini anlatıyor bu sefer de.

Fakat her Reygadas filminde olduğu gibi bu filmde de yapısal sorunlar var. Örneğin, hikayeyi toplumsal ve dinsel normlara göre irdeleye irdeleye ilerletmeye çalışırken, zaman zaman rahatsız edici didaktik bir hava bürünüyor olması filmin en sorunlu kısmı. Reygadas’ın önceki filmlerinin başat öğelerinden olan “dinin sorunsallaştırılması”, bu filmde de derinlemesine işleniyor: sorular soruluyor, cevaplar veriliyor… Bunun yanı sıra zamansızlık, iletişimsizlik, toplumsal sorunlar, vs. temalarıyla da bezeli olan film birçok noktasıyla Bergman, Antonioni, Tarkovski gibi “usta”ları taklit etmeye çalışmaktan öteye gidemiyor.

Batalla en el cielo - Cennette Savaş (2005)
Reygadas, bir general için çalışan, işçi sınıfına mensup Marcos’un hayatına çeviriyor ikinci filmi için ekipmanını. Marcos ve karısı, fidye koparmak için kaçırdıkları küçük bir çocuğun kazara ölümüne sebep olurlar. Ve bu olayı etraflarından gizlemeye çalışırlar. Bu film de tipik Reygadas-temaları üzerine inşa edilmiştir: Sıkıntı, din, milliyetçilik vs.

Reygadas’ın filmografisinin en başarılı filmi olan Cennette Savaş’la alakalı olarak, bilgisayarımda bulduğum bir word dosyasından:

“Oral seks estetiktir. Görsel sanatlar bu, kendiliğinden-estetik-olma özelliğine sahip materyali çoğu kez içeriklerine katmışlardır. Keza Reygadas da öyle. Oldukça sade ve bir o kadar da etkileyici sunulmuş ve güzel kotarılmış bir oral seks sahnesiyle film açmak. Bilinen “güzel erkek” tanımlarından oldukça uzak bir erkek ve güzel bir kadın ile tarafları oluşturulan bu eylem, tıpkı bir Rönesans tablosundan fırlamış gibi, estetik ve “doğaya uygun” görünmekte.

Oral seks sahnesi ile hemen arkasına montajlanmış, askerler tarafından göndere dev bir Meksika bayrağının çekilişini gösteren sahne arasında ister istemez kurulan organik bağlar akıllara hemen iktidar, güç meselesi vs. gibi şeyleri getiriyor ve film ilerledikçe bu birincil çağrışım kavramlarının başkarakterle olan ilişkisini görmek mümkün oluyor.

Aslında başkarakterin cinselliğini iktidara/güce olan tutkusuyla ilişkilendirmek onun kişiliğinin en kilit noktasını oluşturuyor: Televizyonda, şampiyonluğu kesinleşmiş bir futbol takımının maçını izlerken mastürbasyon yapması, bundan tahrik olması.” (C:\Desktop\neyse\carlos reygadas ve zincirleme isim tamlaması.doc, evet hala Office 2003 kullanıyorum.)

Kötü olmasına rağmen derdini anlatmayı başaran ama genel olarak, analoji kurma çabasına kurban gittiğini düşündüğüm bu yazıdan da anlaşılabileceği gibi, diğer tüm filmlerinde ne istediğini bilmediği izlenimini bırakan Reygadas’ın aksine, burada ne istediğinin farkında olan bir Reygadas’la karşılaşıyoruz. Ve şaşırıyoruz doğal olarak.

“Güzel-zayıf-bakımlı kadın” çıplaklığının estetizmiyle ilgilenmekten çok kendi anti-estetizm tezini ortaya koymayı başarıyor Reygadas -belki de sadece bunu başarıyor- : İlk filmde yaşlı bir kadın, ikinci filminde şişman bir kadın ve şişman bir adamın cinsel ilişkiye girmesi, üçüncü filminde –Lacancı olduğundan şüphelenmemize sebep olacak bir deyişle- (çıplak) “kadın yoktur.“

Genel olarak Reygadas sinemasına baktığımızda, görsel açıdan çok tatmin edici filmlerle karşılaşıyoruz. Fakat görselliği çıkardığımız zaman elimizde hiçbir şey kalmıyor. Bu durumda Reygadas’ın nadir başarılarından birisi de birlikte çalıştığı görüntü yönetmenlerini iyi seçmiş olması oluyor. 3+1 film boyunca hala kendi sinema dilini oluşturamayan, hala taklit eden, hala ne yapmak istediğinin bilincinde olmayan, vasat bir çizgide seyreden Reygadas’a yönetmenliğinin mevcudiyeti hakkında buradan bir takım sözler söylemek isterdim. Ama kendisinin, her filmiyle çeşitli festivallerden sayısız ödülle dönmüş/dönüyor olması bana kulak vermesine engel olacağı için sadece susuyorum. Kendisini sevenleriyle baş başa bırakıyorum.

Tarih bitti.

Bu yazı tamamen, solipsistik bir bireyin kış mevsiminde yaşadığı bahar sancılarından ibarettir.

*1) Minimalist sinemayı severim.

2) Meksikalı olması “politik temel” beklentisi yaratıyor ve bu açıdan sağlam bir sinemacı, politik temellerinin izlerini filmlerinde de görebiliyoruz. -Her ne kadar pek iyi işlenmiyor olsalar da.-

**Filmi youtube üzerinden izlemek için şu link.

***Yazar muhtemelen burada Altyazı dergisine sesleniyor.

Ayrıca ben Google'a sordum.