13 Şubat 2018 Salı

The Florida Project (2017): 5’ten 7’ye Florida

Yaşamın tam ortasına ayna tutma vazifesi üstlenmiş nevi şahsına münhasır filmlerin sahibi Sean Baker, bir önceki çalışması Tangerine (2015) sonrasında verdiği bir röportajda, artık kemikleşmiş üç perdeli yapı modelinden olabildiğince uzak durmaya çalışacağını söylüyordu. Eseri kabaca; giriş, gelişme (çatışma), sonuç olarak parçalayan bu bilindik formül, senaryoların başat öğesi olarak yıllarca gözümüzün önünde tekrar tekrar cereyan edip durdu, ileride de şüphesiz varlığını devam ettirecek.

The Florida Project ise, Baker’ın söyleminin arkasında durma yoluna sağlam bir adım attığının kanıtı olarak karşımıza çıkıyor. Geleneksel anlatı kalıpları izleyici alışkanlıklarını yönlendirdiğinden, bunun dışına çıkan her türlü girişim, artık bir konfor alanında yer alan izleyiciyi fena halde dürtüyor. Bu da kimilerini memnun edip katılımcı bir konuma gelmeye çabucak ikna ederken, kimilerini de yüksek duvarların arkasına kendi kabuğuna itiyor.


Filmin başında Moonee ve Scooty’yle tanıştırıyor Baker izleyicileri. Florida’da Walt Disney World - Magic Kingdom yakınlarındaki Magic Castle moteli, düşük gelir düzeyine sahip kişilerin kalıcı olarak konakladığı ya da şehre adapte olmaya çalışanların yeni bir düzen kurmadan evvel basamak olarak kullandığı görece ucuz bir barınma alanı. Sakinlerin her birinin karnını doyurma, iş bulma minvalinden problemleri var. Moonee ve Scooty de burada anneleriyle yaşayan ve bunca yoksulluğun arasında, kendilerine has bir dünya kuran, günleri haylazlık peşinde deviren iki küçük arkadaş. Sahte ve aşırı renkli mekanların arasında, tüm bu plastikliğe aldırış etmeden, eldeki kıt imkanlara rağmen gülmeyi, eğlenmeyi keşfetmişler ve yaşlarının gereğini yerine getiriyorlar. Yokluğun farkında olacak yaştalar, ama bunu dert etmiyor gibiler. Sean Baker, bahsi geçen tanıştırma işini ortadan başlayarak yapıyor adeta. Bel hizasına inmiş kameranın, oyun oynayan çocukların peşinde koşmasıyla açıyor filmi. Gördüklerimizin öncesinin var olduğuna eminiz, ama Baker bununla ilgilenmiyor ve bizim de ilgilenmemizi istemiyor. Sadece tanık olmamızı ve Moonee’nin, annesi Halley’nin, Scooty’nin yaşamlarına temas etmemizi talep ediyor. Aldığı kesitin pelikülden taşırdığı duygulanımlar Baker’ın asıl önceliği. Bu duygulanımlara yoğunlaşıyor. Bel hizası mevzusu ise hadiselerin çocukların gözünden bir bakış açısıyla değerlendirilmesi için bir nevi.


Daha filmin başında ikiliye, motele yeni taşınan Jancey de katılıyor. Fakat boş müstakil evlere yapılan bir gezintinin, alevlerle sonuçlanması, Scooty’nin annesinin Moonee’yi sakıncalı arkadaşlar listesine dahil etmesine ve Scooty’nin gruptan koparılmasına neden oluyor. Nihayetinde grubun nüfusu yeniden ikiye düşüyor. Boş ev ziyareti, o yaşlardaki bir grup çocuk için oyun niyeti taşısa da; camların kırılması, duvarların yetersiz darbelerle yıkılmaya çalışılması, koca bir öfkenin tezahürü aslında. Büyük ihtimalle ne öfkenin ne de öfkenin kaynağının/muhatabının ne olabileceğinin farkındalar, sadece içlerinde birikmiş olan yıkıcı duyguları, haylazlık kisvesi altında boşaltmaya çalışıyor gibiler. Hıncı evden çıkarmak için atılan son adım, şömineye doğru oluyor ve evi alevler sarıyor.  

Antropolog David  Harvey’nin kentlerdeki boş ev sayısının evsizlerden daha fazla olması tespiti, filmin göze sokmadan gösterdiği ama en çok da hissettirdiği yoksulluk mefhumunun anahtarı belki de. Bir tarafta, emlak krizinin atıl bıraktığı evler, bir tarafta da günü kurtaracak yemek bulmakta zorlanan ve ödenmekte güçlük çekilen kiralar nedeniyle sokağa atılma tehlikesiyle karşı karşıya olanlar… Baker kamerasını bir belgesel doğruculuğuyla gezdiriyor film boyunca. Ajitasyondan da mümkün mertebe kaçınıyor.


Yangın hadisesinin akabinde Moonee’nin annesi Halley ile, Scooty’nin annesi Ashley’nin arası açılıyor ve dostluklarını bitirme evresine geliyorlar. Bu noktada bir kutuplaşma baş gösteriyor ve bir köşeye, oğlunun yaptığı şeyi kabul edilemez bulduğu için onu kötü çevresinden uzaklaştırmaya çalışan Ashley’nin anneliği; öteki köşeye, kızının hayatını değiştirmeye çalışmayan, ancak onu dünyanın kirine karşı dayanabilecek güce sahip, kendine güvenen bir birey olarak yetiştirmeye çalışan Halley’nin anneliği yerleşiyor. Baker’ın bu konudaki taraf tutmayan tavrı, olayları süslemeden aktarmaya çalışan tavrıyla enfes bir paralellik gösteriyor. Ahlaki kavramların muğlaklığını göz önünde bulundurarak, yargılayıcı olmaktan uzak durmayı seçen; bunun yerine de kamerasının odağına iki tarafın sevgisini yerleştirmeyi deneyen hamleler yapıyor.

Filmin dudak ısırtan bir diğer güçlü noktası da tekrar edilen eylemlerden inşa ettiği, gündelik yaşama dair unsurların ön planda olduğu anlar. Konvansiyonel anlatı kalıplarının yine dışladığı bu metot, Baker’ın gerçekçi tavrını katbekat besleyen bir öğe olarak filmin kritik anlarına serpiştirilmiş halde. Halley’nin geçinmek için satıcılık yaptığı sahneler ya da ana – kız yenilen yemekler tekrar tekrar kendini gösteren, karakterlerin yaşamından kesit alan, belgeleyen ve bir ölçüde de karakterleri derinleştiren kısımlardan.


Henüz umudun yitmediğini yüzümüze vuran çarpıcı final sahnesiyle, The Florida Project, seyirciyi bir kereliğine de olsa akılcı olandan yana olmayı bırakmaya davet ediyor sanki. Bir şikayet sonucu devreye giren Sosyal Hizmetlerin annesinden koparmaya çalıştığı Moonee, görevlilerin elinden kurtuluyor, çaresizce arkadaşı Jancey’nin kapısını çalıyor. Jancey tereddüt etmeden biricik dostuna el uzatıyor ve iki kafadar el ele tutuşup film boyunca adı geçen ama hiç görünmeyen Disney World’e kaçıyorlar. Sonlarla ilgilenmeyen Baker burada da kendini gösteriyor ve filmi kesiyor. Geriye ise güçlü duygular bırakmayı başarıyor.

Bir çocuk için sağlıklı olanın ne olacağı malum belki, ama sonunda yetişkinlerin kazanacağı kesin olsa da, buruk bir gülümsemeyle, arzularının peşine düşen iki çocuğun savaşını desteklemek böyle bir filmin kapanışına yakışan bir izleyici davranışı oluyor.

The Florida Project, gri bölgede çıktığı gezintiyi tebessümle izleten ama ele aldığı temaları yumuşatmaya ya da provoke etmeye yeltenmeyen epey sert bir film. Sean Baker’ın yalın, gerçekçiliğe göz kırpan ve her anlamda hisleri temel alan tercihleriyle etkileyici bir deneyim olarak 2017 yılının en parlak işlerinden biri.

Hiç yorum yok: