20 Şubat 2012 Pazartesi

Gel Cafer Edebiyat Yapıyoruz

20. Yüzyılın sonları 21. yüzyılın başlarında bizim mahallede herkesin birer televizyon kahramanı vardı. 8-11 yaş arası kitlenin kahramanı Sıcak Saatler’in Sedat’ı olurken 11-14 yaş aralığının kahramanı ise Deli Yürek’in Yusuf Miroğlu’su olurdu. Çizgi filmler konusunda ise kız ve erkek çocuk kitlesi arasında net bir ayrım görülürdü. Kızlar Şeker Kız Candy (aslında oğlanların da bir çoğu izlerdi,hatta bir defasında Hasan adlı bir çocuğun, bir ağacın dalına oturup mızıka çalarak Terry Grandchester’a özendiğine tanık olmuştum) izlerken,oğlan çocukları ekseriyetle Tusubasa (Kanal D ısrarla Küçük Golcü diye sunsa da halkımız Tusubasa ısrarını sürdürmüştür) izlerlerdi. (Elbette Power Rangers ve daha sonraları efsaneleşen Pokemon gerçeğini es geçmiyorum. Örnekleri çoğaltmak gereksiz diye tek örnekler üzerinden ilerliyorum)




Bu çizgi film karakterlerinin kahramanlaştırılması ise biraz daha kombinasyonlu olurdu. Herkes Tusubasa’yı severdi elbet. Ama unutulmaması gereken İşizaki,Wakabayaşi ya da Misaki gibi faktörler de vardı. (Ben yılmaz ve cevval savunmacı İşizaki’yi tutmuşumdur hep) Candy’de ise tartışmaya pek yer yoktu. Sadece kızlar sarışın Anthony ile Kumral ve uzun saçlı Terry arasında gidip gelirlerdi o kadar ( Benim favorim elbette Terry idi. Anthony gibi süt çocuklarını oldum olası itici bulmuşumdur. Terry gibi “duygusal serseri” bir reyiz varken Anthony’e şey yemek düşer afedersiniz. Ama bu Anthony’nin bir kardeşi vardı Arçi mi ne,bak onu da severdim)




Neyse,günler günleri kovaladı,kahramanlar değişti,diziler çoğaldı,Tusubasa yayından kalktı. Sonra Memoli gibi işte efendim Ali Haydar gibi tipler yeni sevilen karakterler oldular. Ben bunlara tanık olurken genelde bir kahraman bulmayı tercih etmedim. Sadece uzaktan bakıp saygı duyduğum bir iki karakter oldu o kadar. Biz o dönemlerde her talihsiz genç gibi Rus Edebiyatı ile haşır neşir olduğumuz için daha “ağır” karakterlerin gazabına uğramış,bir kitapla hüzne öbür kitapla derin bir melankoliye bir öbürküsüyle de fecaate uğramıştık. (Şimdi bunları buradan böylece derken elbette o tv kültürüne hiç bulaşmadığımı,yukardan baktığımı falan söylemiyorum. Biz de izliyorduk hepsini. Ama ne bileyim, ben mesela Turgay Atacan’ı severdim ya da Sedat’ı değil de Cehennem Cevdet’i desteklerdim. Ama bunlar dediğim gibi uzaktan duyulan,derine işlemeyen sevgilerdi)




İşte o Rus Edebiyatının Mişkin,Alyoşa,Ivan Ivanoviç,Kovalev,Sonia gibi karakterlerinin arasında “bu dünya ne böyle” saikiyle sürüklenirken, karşımıza Volodya çıktı. Volodya Çehov’un bir acayip öyküsüdür. Klasik Rus Edebi kişisinin bütün özelliklerini karakterinde barındırır : Kitap okur. Yalnızdır. “Avam” diyebileceğimiz toplumsal tabakaya aittir.Üst sınıftan tiksinir ama bir şekilde onlardan biri olmak ister. Bir kadına karşı ümitsiz hisler besler. Karşılık bulamayınca kendinden nefret eder. Ailesinden utanır. Çekingen ve duygusaldır. Olaydan çok bir “karakter-olay” edebiyatı diyebileceğimiz Rus Edebiyatının bu değerli üyesi öykünün sonlarına doğru “bu kadar güçlü bir his olduğunu bilmezdim” diyerek duyduğu utancı bir özyıkıma dönüştürür ve intihar eder. Üstelik Çehov okura son bir oyun oynayarak Volodya’ya tetiği bir kere çektirir patlamaz,ikinci kez çektirir yine patlamaz ama üçüncü çekişte silah patlar (“Bir öyküde duvarda bir tüfeğin asılı olduğunu mu söylediniz,o tüfek ya öykünün sonunda ya da daha önce kesinlikle patlamalıdır” vecizesi de kendisine aittir bu arada) ve Volodya aramızdan ayrılır.





Aslında yavaş yavaş kendi sonunu hazırlayan karakterler klasik edebiyatın olmazsa olmazlarından biridir. Anna Karenina’dan tut,Madame Bovary’e doğru bir çizgi çek üzerine de koy bir Vadideki Zambak,işte efendim Genç Werther’in Acıları yahut Yeraltından Notlar izle olup biteni. Hepsinden acı bir ders çıkarabilirsin. (Sakın ha,alay ettiğimiz sanılmasın hakkaten “acı ders” çıkar bu kitaplardan) bu kitapların çoğu 19.yüzyılda yazıldığı için insan merak ediyor o zamanları. Bu karakterlerin yaşadığı yüzyıl hakkında bir sürü şey söylenir elbette. İşte ne bileyim, Rus Edebiyatı sakinlerinin batıya duyduğu hayranlık ama bir taraftan yerli kültürlerine duydukları saygı,bu ikisi arasında bocalarken yaşadıkları bunalım vs Rus edebiyatının kaynağı gibi gösterilir. (Bizim edebiyatın bu türden kişisi Tanpınar’dır kuşkusuz). Bunların hepsi laftır tabi. Sen şimdi Bir Dostoyevski’yi nasıl böyle açıklayacaksın. Adamı “batı bunalımı” ile yaftalayacaksın. Durumun elbette çok daha psişik bir tarafı var ama ben işin bu tarafını doksanlı yılların ikinci yarısından itibaren Zeki Demirkubuz’a bıraktım ve üzerine fazla eğilmedim.



Volodya diyorduk. Ben bu Volodya öyküsünün tüm “klasik” ögelerine rağmen bir daha ulaşılamayacak bir “şey”in son örneği olduğuna inanıyorum. Öykü sanırım 1890’da yazılmış. Bu öyküden yaklaşık 5 yıl sonra Lumiere kardeşler sinemayı icat edecek,30 yıl kadar sonra Lenin,ben ve birkaç arkadaş Rusya’da devrim yapacak ve aynı zamanlarda bir dünya savaşı sona ermiş olacaktı. Kısacası bilinen dünya 180 derece değişecekti. Bu değişim yanında birçok şeyi alıp götürürken arkasında bazı boşluklar da bırakacaktı elbette. Bir edebiyat karakteri olarak Volodya da bu “geride kalan”lardan biri oldu bence. Çünkü Volodya bir karakter yaratmanın klasik anlamda son örneklerinden biridir. Ne dersek diyelim sinema icat olup yayılınca karakter oluşturmanın şekli de tamamen değişti. Edebiyatçılar en başta sinemaya burun kıvırsalar da (ve tabii ki sinema edebiyattan birçok kez çalsa da) zaman içinde ister istemez büyüsüne kapılmışlardır.


Karakterin nasıl görüneceğine dair bir fikir oluşturulduğunda bunun kafadaki imajlaştırılması da bir şekilde “filmleştirme” şeklinde olacaktır. O imajın nasıl göründüğüne dair bu köklü “görsel düşünce” değişimi edebiyatın elinden birçok şeyi alıp götürmüştür. Günümüzde artık filmleştirilsin diye kitap yazıldığını bile görüyoruz. Kurgunun,hikayenin sinemasallaştırılması için her şeyin yapıldığını da görüyoruz. O yüzden Volodya gibi bir karakter artık imkansızdır. Hem edebiyatta hem de sinemada. Onu alıp filmleştirseniz bile o “duyguyu” yakalayamazsınız çünkü o karakter oluşturulduğunda henüz “sinemalaştırma” yoktu. Köklü bir uyumsuzluk var. (Bu görüşümü sinema öncesi yazılan ve sonradan sinemaya uyarlanan bütün kitaplar için de savunabilirim ) Çehov’un düşünme şekli artık yürürlükte olmadığı için, sinemasallaştırmadan imajlaştırma da neredeyse mümkün olmadığı için Volodya eskiden mümkün olan bir “şey”in son temsillerinden biri olmuştur.

Ya da nasıl derler :

Bunlar sadece benim düşüncem. Mutlu Geceler

Hiç yorum yok: