1 Ocak 2011 Cumartesi

Carlos Reygadas ve Gerçek Orada Bir Yerde


Açıkçası günümüz sinema yazılarının birer klişesi haline gelmiş, yönetmenin doğum tarihi, anne adı, baba adı, mezuniyet derecesi, öğrenim hayatında ailesinin Şemsi Efendi İlköğretim Okulu’nu mu yoksa mahalle mektebini mi tercih ettiği, vs. gibi olası soruların Carlos Reygadas’a ilişkin hallerinin cevaplarını bilmiyorum. Bunların çok da önemli olduğunu sanmıyorum. 21. yüzyılda, artık en iyi dostlarımızdan biri haline gelmiş olan Google’a, “Carlos+Reygadas” anahtar sözcükleriyle, bu soruları sorduğumuzda her türlü cevaba ulaşabilecekken, şu son dönemde okumuş olduğum birçok yazının bu tip şeylerle dolu olması bana anlamsız geliyor. Çok üzülüyorum.

Reygadas’ın özel hayatıyla ilişkili şeyleri çıkardıktan sonra elimizde kalanlara bir bakalım:

1) Minimalist olmaya çalışan bir yönetmen.

2) Meksikalı. *

Kronolojik olmayan ve ne idüğü belirsiz olan bir sıralamayla:

Maxhumain (1999)**

Yıl 1999. Reygadas ilk kısa metrajlı filmini, aslında şu ana kadarki filmografisine bakıldığında en iyi ikinci filmini çektiğinin farkında olmadan, çekti. Kendisini, birazdan gel-git olayı yaşanacak denizin plajında bir kazığa bağlamış, intihar etmek isteyen bir adamın, gel-giti beklerken, annesiyle alakalı bol Oedipus kompleksli, bol varoluş kaygılı ve bol tanrı inancını sorgulayıcılı bir rüya görmesini anlatan altı dakikalık deneysel bir film. (Gerçeküstücü öğelere sahip her filme “deneysel” etiketinin yapıştırıldığı şu dünyada, bu film de es geçilmemiş tabii ki.) İki-üç J. P. Sartre kitabı okuyup senaryoyu yazdığından şüphelendiğim Reygadas’ı şahsen tanıyor olsaydım, bu filmini izledikten sonra ona telefon açıp “Olmamış abi” derdim “olmamış, bari varoluşçuluğun adını alet e… neyse. Olmamış. Bir dahaki sefere daha iyisini yaparsın.” Ama tarih beni haksız çıkardı… Şimdilik on bir yıllık bir yönetmenlik kariyerine sahip Reygadas, bence bu filmin üzerine sadece bir kez çıkabildi.

Japon (2002)

2002’de Maxhumain’in ardından ilk uzun metrajlı filmi geldi: Japon. Maxhumain’de olduğu gibi yine bir intihar temasının üzerine filmini kurmayı tercih etmişti Reygadas. Film, intihar etmek amacıyla bir kasabaya gelmiş olan ateist bir ressamın, dini bütün yaşlı bir kadının yanına yerleşmesini konu alıyordu. Yok, hayır, bir “yaşlı kadın, adama yaşamayı yeniden sevdiriyor” hikayesi değil bu. Daha çok, sürekli olarak intihar etmekle iktidarsız cinselliği arasında gidiş gelişler yaşayan bir adamın, sonunda yaşlı kadınla cinsel ilişkiye girmek istemesine varan hikayesi.

Ressamın sürekli olarak köylülerin davranışlarını gözlemlemesi neticesinde, filmin çoğu zaman donuk ve temposu düşük bir belgesel havasına büründüğünü görebiliyoruz. Ve çekim tekniğinin seyirciye yaşattığı hissiyatı şu şekilde ifade edebiliriz: “Kamera kullanımına bağlı anlatım şeklinin (başkarakterin gözünden) öznel anlatımla nesnel anlatım arasında gidip gelmesi, buna paralel olarak, seyircilerin tanrıyı oynamakla izledikleri şeyin gerçekliğini sorgulamak arasında gidip gelmelerine yol açması. Köylüleri gözleyen başkarakter ve de zaman zaman onu da gözleyen nesnel çekim (ya da tanrı-anlatıcı).” Postmodernite, nesnenin özneleşmesi ve öznenin nesneleşmesi vs. gibi bir takım işler işte. Fakat Zizek filmi izlese, merhametten ağlardı. Çünkü Reygadas vasa…
Stellet Licht - Sessiz Işık (2007)
Reygadas’ın üçüncü uzun metrajlı filmi. Kendilerinin daha “sinefil” bir noktadan sinemaya yaklaştıklarını söylemek gibi ne dediklerini bilmeden konuşan ve sanat-sineması-seviciliği yapan bir kısım mecralar*** tarafından çokça beğenilen açılış sahnesiyle ünlenmiş film, minimalist olmaya çalışan Reygadas’ın, formülü çözmüş ve de bunu uygulamayı başarmış olduğunun kanıtı. Evlilik dışı bir ilişki yaşayan Meksika köylüsü bir adam ve bu ilişkiyi öğrendiğinde sinir krizleri geçirerek ölen karısının hikayesini anlatıyor bu sefer de.

Fakat her Reygadas filminde olduğu gibi bu filmde de yapısal sorunlar var. Örneğin, hikayeyi toplumsal ve dinsel normlara göre irdeleye irdeleye ilerletmeye çalışırken, zaman zaman rahatsız edici didaktik bir hava bürünüyor olması filmin en sorunlu kısmı. Reygadas’ın önceki filmlerinin başat öğelerinden olan “dinin sorunsallaştırılması”, bu filmde de derinlemesine işleniyor: sorular soruluyor, cevaplar veriliyor… Bunun yanı sıra zamansızlık, iletişimsizlik, toplumsal sorunlar, vs. temalarıyla da bezeli olan film birçok noktasıyla Bergman, Antonioni, Tarkovski gibi “usta”ları taklit etmeye çalışmaktan öteye gidemiyor.

Batalla en el cielo - Cennette Savaş (2005)
Reygadas, bir general için çalışan, işçi sınıfına mensup Marcos’un hayatına çeviriyor ikinci filmi için ekipmanını. Marcos ve karısı, fidye koparmak için kaçırdıkları küçük bir çocuğun kazara ölümüne sebep olurlar. Ve bu olayı etraflarından gizlemeye çalışırlar. Bu film de tipik Reygadas-temaları üzerine inşa edilmiştir: Sıkıntı, din, milliyetçilik vs.

Reygadas’ın filmografisinin en başarılı filmi olan Cennette Savaş’la alakalı olarak, bilgisayarımda bulduğum bir word dosyasından:

“Oral seks estetiktir. Görsel sanatlar bu, kendiliğinden-estetik-olma özelliğine sahip materyali çoğu kez içeriklerine katmışlardır. Keza Reygadas da öyle. Oldukça sade ve bir o kadar da etkileyici sunulmuş ve güzel kotarılmış bir oral seks sahnesiyle film açmak. Bilinen “güzel erkek” tanımlarından oldukça uzak bir erkek ve güzel bir kadın ile tarafları oluşturulan bu eylem, tıpkı bir Rönesans tablosundan fırlamış gibi, estetik ve “doğaya uygun” görünmekte.

Oral seks sahnesi ile hemen arkasına montajlanmış, askerler tarafından göndere dev bir Meksika bayrağının çekilişini gösteren sahne arasında ister istemez kurulan organik bağlar akıllara hemen iktidar, güç meselesi vs. gibi şeyleri getiriyor ve film ilerledikçe bu birincil çağrışım kavramlarının başkarakterle olan ilişkisini görmek mümkün oluyor.

Aslında başkarakterin cinselliğini iktidara/güce olan tutkusuyla ilişkilendirmek onun kişiliğinin en kilit noktasını oluşturuyor: Televizyonda, şampiyonluğu kesinleşmiş bir futbol takımının maçını izlerken mastürbasyon yapması, bundan tahrik olması.” (C:\Desktop\neyse\carlos reygadas ve zincirleme isim tamlaması.doc, evet hala Office 2003 kullanıyorum.)

Kötü olmasına rağmen derdini anlatmayı başaran ama genel olarak, analoji kurma çabasına kurban gittiğini düşündüğüm bu yazıdan da anlaşılabileceği gibi, diğer tüm filmlerinde ne istediğini bilmediği izlenimini bırakan Reygadas’ın aksine, burada ne istediğinin farkında olan bir Reygadas’la karşılaşıyoruz. Ve şaşırıyoruz doğal olarak.

“Güzel-zayıf-bakımlı kadın” çıplaklığının estetizmiyle ilgilenmekten çok kendi anti-estetizm tezini ortaya koymayı başarıyor Reygadas -belki de sadece bunu başarıyor- : İlk filmde yaşlı bir kadın, ikinci filminde şişman bir kadın ve şişman bir adamın cinsel ilişkiye girmesi, üçüncü filminde –Lacancı olduğundan şüphelenmemize sebep olacak bir deyişle- (çıplak) “kadın yoktur.“

Genel olarak Reygadas sinemasına baktığımızda, görsel açıdan çok tatmin edici filmlerle karşılaşıyoruz. Fakat görselliği çıkardığımız zaman elimizde hiçbir şey kalmıyor. Bu durumda Reygadas’ın nadir başarılarından birisi de birlikte çalıştığı görüntü yönetmenlerini iyi seçmiş olması oluyor. 3+1 film boyunca hala kendi sinema dilini oluşturamayan, hala taklit eden, hala ne yapmak istediğinin bilincinde olmayan, vasat bir çizgide seyreden Reygadas’a yönetmenliğinin mevcudiyeti hakkında buradan bir takım sözler söylemek isterdim. Ama kendisinin, her filmiyle çeşitli festivallerden sayısız ödülle dönmüş/dönüyor olması bana kulak vermesine engel olacağı için sadece susuyorum. Kendisini sevenleriyle baş başa bırakıyorum.

Tarih bitti.

Bu yazı tamamen, solipsistik bir bireyin kış mevsiminde yaşadığı bahar sancılarından ibarettir.

*1) Minimalist sinemayı severim.

2) Meksikalı olması “politik temel” beklentisi yaratıyor ve bu açıdan sağlam bir sinemacı, politik temellerinin izlerini filmlerinde de görebiliyoruz. -Her ne kadar pek iyi işlenmiyor olsalar da.-

**Filmi youtube üzerinden izlemek için şu link.

***Yazar muhtemelen burada Altyazı dergisine sesleniyor.

Ayrıca ben Google'a sordum.

1 yorum:

denge dedi ki...

Sanırım yönetmenin en popüler filmi olan "Batalla en el cielo" (Cennet Savaşı demeyi benyeğlemekteyim ki tükiye'de asla gösterime girmemiştir ve orijinal adı olan Gökyüzü savaşı'ndan çokdaha romntik çınlamaktadır) bende iktidar üzerine düşünmeye bir fırsat vermiştir. Zira Zapata'dan sonra efendi olan köylü bir erkek olan marcos değil de, kapitalizmin bir fahişesi olan ve sisteme bağlı Ana iktidarın gücüne sahip olan kişidir. ÖylekiAna Marcosla yatmayı kabul etmesine rağmen, ki Marcos'un neden onunla yatmayı istediğini anlayamadım ben hiç (ama obsesyon işte..), ona rağmen Ana kontrolü elden bırakmaz. Sadece birfahişe olduğu için değil, Marcos'un Küçükhanım'ı olduğu için de.

Daha fazla göstergebilimsel saçmalık yazmadan şunu söylemek isterim ki gördüğüm en muhteşem, estetik oral seks sahnesi bu filmde
yer almaktadır. Ve o tekerlekli sandalyedeki yaşlı adam beni bayağı bir germişti ki yürüyüş yönlerinin aslında yanlış olduğunu öğrendiğimde ve Marcos "Nereye gittiğimizi bana hiç sormadın Ana" dediğinde elimdeki tabağı Ana'nın kafasına çarpmak istedim. Son birşey söylemek istiyorum ki +18 olacak bu kısım:

"Ana'nın amına koyim"